Suskunun Edebiyatını Yaratırken!

Bu yazıyı, Lacivert Öykü ve Şiir Dergisi’nin “Geleceğin Edebiyatı” dosyası çerçevesinde yazdım ve  Dergi’nin Kasım-Aralık 2013 sayısında yayımlandı.

 

Suskunun Edebiyatını Yaratırken![1]

1-      Hiç kuşku yok ki büyük çürümüşlük dönemini yaşamaktayız. Dünyanın tümünü içine alan istisnasız bir çürümüşlük! Nedir çürüyen? Nedir çürüten? Dönemimizin en önemli belirleyen özelliği nedir? Bugün dünyamız sermaye düzeninin yasalarına göre yöneltilmekte. Bu düzenin temeli ise kâra endeksli üretim ve tüketim ilişkisine dayanmakta. Bu düzene egemen olanlar, sistemin sonsuza kadar devam edeceği düşüncesini insanlar arasında yaymaya çalışırken aslında sonsuza kadar var olanın inandıkları tanrı olduğunu da bildirdiklerine göre sermaye düzenine, kâr amaçlı üretim ve tüketime tanrısal fakat aynı zamanda sanrısal bir renk vermek istemekteler. İnsanlar, hangi sınıftan olurlarsa olsunlar bu yasaların buyruklarıyla yaşamaktalar. Hiçbir şey, ama hiçbir şey bu düzenin dışında değildir. Ekmek, eğitim, sağlık, bilgilenme, teknoloji, din, aşk, şeref, namus, isyan, ahlak, öfke, edebiyat, sanat ve aklımıza gelen her şey bu düzenin, bu çarkın içinde yeniden anlamlanır. Piyasaya sürülebilenler sürülür, sakıncalı olanlar bastırılır. Savaşlar bu düzenin ürünüdür. Ordular, polisler, mahkemeler, zindanlar bu düzeni korumak içindir. Bu bir senaryodur.

2-      Büyük çürümüşlük dönemini yaşamaktayız. Ekonomik ve politik gücü elinde tutanlar egemenliklerini yitirmemek için evrensel moral değerlerini de kendi çarklarına göre yeninden yaratmaktalar ve organize etmekteler. Yeni biçimlendirdikleri insan hakları (!), demokrasi (!) için kendilerine ait olmayan ülkelerde milyonlarca insanın tepesine kimyasal, biyolojik, nükleer bombalar yağdırmaktalar, masum insanları kaçırıp başlarını kesmekteler, çocukların gözlerini oymaktalar, askerlerin kalplerini göğüslerini deşerek çıkarıp yemekteler (hem de kameraya karşı!), hamile kadınların dölyataklarını süngülerle deşip bebeklerini süngü uçlarına takmaktalar, yüzbinlerce çocuk yaşta kızı kaçırıp fahişe yapmaktalar, ormanları kesip uyuşturucu tarlası oluşturmaktalar, insanları çeşitli uyuşturucuya bağımlı kılmaktalar, işçilerin ürettikleri teknolojiyi işçilerin yerine koyarak milyonlarca insanı açlığa sevk etmekteler, ilkokullardan üniversitelere kadar eğitim ve öğretimi kendi dünya görüşlerine göre biçimlendirmekteler, iletişime medyaya ve bütün haberleşme araçlarına hükmederek zihinsel ve kültürel savaşlarını amansız bir şekilde devam ettirmekteler… Hepsi bir avuç dolar için! Bu bir romandır.

3-      Büyük çürümüşlük dönemini yaşamaktayız. Credit Suisse Global Wealth Databook 2012’nin verilerine göre dünyanın süper zenginleri dünya nüfusunun sadece % 0,5’ni oluşturmakta ve bunlar dünya zenginliklerinin % 40’na doğrudan sahipler. Süper zenginlerle zenginler birlikte dünya nüfusunun % 8’ini oluşturmakta ve bu bir avuç zengin aile dünya zenginliklerinin % 82’sinin sahibi. Bu ne demektir? Şu demektir: Dünyada 100 lokma ekmek ve 100 kişi insan varsa lokmaların 82’ini 8 kişi yemekte ve 18 lokma ise 92 kişi arasında eşit olmayan bir şekilde dağılmakta. Eşit olmayan, çünkü bu 92 kişiden 70 kişiye düşen pay sadece 3 lokmadır (her 30 kişiye 1 lokma)! Amerika’da birkaç sene önce yapılan bir araştırma göstermiştir ki 310 milyon nüfusu olan bu ülkede bütün zenginliklerin % 40’ı sadece nüfusun % 1’ine aittir. Nüfusun yaklaşık % 40’ı ise hiçbir şeye, evet hiçbir şeye sahip değil. Başka bir deyişle Amerika’da 100 lokmadan 40’ı sadece 1 kişiye verilmekteyken 40 kişiye hiçbir şey verilmiyor ve kalan 60 lokmayı yaklaşık 60 kişi paylaşmakta. İşte sözünü ettiğim çürümüşlüğün kaynağı ve buna egemen olan % 0,5’lık bir avuç patron. Onlar sadece üretim araçlarına ve kâra sahip değiller, onlar yeryüzüne sahipler, yeryüzündeki insanlara sahipler… Bu bir şakadır! Hayır bu bir kabustur ve hepimiz bu kabusun içinde mahpus!

4-      Büyük çürümüşlük dönemini yaşamaktayız. Bu düzende iki saf var: bir yanda her şeye sahip olanlar, bir yanda hiçbir şeye sahip olmayanlar! Elbette bu safların kendi dili, kendi edebiyatı ve sanatı olacak. Bir yanda, düzenin devamlılığını arzulayan ve buna yardım eden edebiyat, diğer bir yanda bu düzenin yıkılmasını arzulayan ve buna yardım eden edebiyat. Birincisinin en önemli özelliklerinden biri hızlı tüketime ve kâra endeksli oluşudur. Bu hızlı tüketim aynı zamanda insanları yaşamakta oldukları insanlık dışı yaşam düzenine yabancılaştırma, onu algılamaktan uzak tutma gayesini güder. Boyun eğdirme bu gayretin en temel öğelerindendir. Baş eğme kutsanır. Başkaldırı suçtur, ruh hastalığıdır, günahtır… baş kaldıran hapsedilmeli, kapalı koğuşlarda tedavi edilmeli, cehennemde yanmalıdır. Çürümüşlüğün yasalarına boyun eğme edebiyatı kendine uygun ve özgün dil içinde gelişir. İkinci safın dili ve edebiyatı toprağa düşmüş şeftali çekirdeğinin sert kabuğunu kırıp topraktan dışarı çıkan başkaldırı, isyan ve yeni bir dünyanın edebiyatıdır ve elbette bunun da kendine özgü dili var ve o dilin içinde gelişir.

5-      Büyük çürümüşlük dönemini yaşamaktayız. Büyük çürümüşlüğün dili insanlarla gerçekte cereyan eden gerçeklik arasında derin bir yarık, uçurum oluşturmuştur. Bu gerçek bir krizdir. Çürümüşlüğün dili bu gerçekliği de gözlerden, kulaklardan, bilinçlerden ve algılardan uzak tutmaya uğraşır. Gürültülerin perdesi her gün daha da kalınlaşmakta. Perdeler renkli illüzyonlarla doldurulmakta. Bu perdelerin “dili” içinde bu krizin ve aldatmacanın edebiyatı ve ona uygun pazarlama ve yedirme olguları ve yolları geliştirilir. Çürümüşlüğün yarattığı gürültü, kulakları sağır etmekte, diğer seslerin duyulmasını önlemekte ve herkesi “dilsiz” bırakmakta ve “sessizliğe” itmekte, mahkûm etmekte. Florida Üniversitesi Felsefe bölümünden Michael Strawser, “Kierkegraad ve Derrida’dan Hediye olarak Susku” adlı makalesinde (Soundings 89-1-2, Spring-summer 2006) Kierkegraad’dan bir paragraf aktarır: “Aah her şey çok gürültülü… ve insan, bu zeki yaratık, gürültüyü daha da artırmak için, gürültüyü yaymak için ve mümkün olan kayıtsızlıkla ve mümkün olan ivedilikle yeni araçlar icat etmek için uykusuz kalmıştır. Evet, her şey çok kısa zamanda tepetaklak oldu: iletişim en alt düzeye indirilmiş ve anlam bağlamında ve aynı zamanda iletişimin anlamları hızı ve dönüşümü bağlamında en yükseğe çıkmıştır; ne için bu kadar hummalı çaba ve öte yandan süprüntünden başka nedir dolaşıp duran! Of, susku yaratın!” Çürümüşlüğün kopardığı gürültünün sonucunda, içinden ve de karşısına çıkan nedir? Susku! Fişleri çeken! Televizyonları kapatan, radyoların düğmesini ters çeviren, gazetelere nanik yapıp geçen, miting alanlarını arkasına alıp yürüyen, reklamlara kulaklarını tıkayan, AVM’lerin adresini kaybeden ve buna benzer aktif bir susku! Onların yaşlanmış gürültüsüne karşı çocuksu cıvıltılı bir ses cümbüşü yaratan, konuşmalarına karşı nanik yapan, ciddiyetlerine karşı mizah yaratıp yayan ve kulakları duymuyor gibi davranan ses dolu, anlamsız duyulan la la la la laaa la diye tekrarlarcasına bir susku. Ezilen sınıflar, ezenlerin eril dil edebiyatına karşı dişil dilin gürültülü, anlamı makaraya alan, hissi öne çıkaran edebiyatı ile bu çürümüşlüğün edebiyatına karşı koymaya gider. Bu hikayenin devamıdır. Devamı var!

6-    Albert Camus, “Asi: insan ve isyan üzerine bir deneme” adlı makalesinde (1951) şöyle der: “Bitmek bilmeyen mutluluğun yokluğu, uzun süren ıstırap hiç yoktan bir yazgı ortaya çıkarır. Ama hayır, bizim en kötü işkencelerimiz bir gün kesilir!” Bu kesilişin, bitişin dili nasıldır ve nasıl ortaya çıkar? Nietzsche şöyle der: “Dildeki akıl! Ah, ne kadar aldatıcı, yaşlı bir kadın! Korkarım ki henüz gramere inandığımız için tanrıdan kurtulmayacağız.” (Putların Alacakaranlığı; s:27, Tümzamanlar Yayıncılık, 2000) Ezilenlerin edebiyatı öncelikle, kutsanan eril dilin gramatik (dilbilgisel) yapısına saldırır. Onu en hassas yerinden vurmaya başlar. Konuşkan bir dil kullanır. Seslidir. Çokseslidir. Merkezin ve otoritenin egemenliğinden kaçar. Sözcükler giderek, adsal ve gönderisel itibarını kaybeder. Giderek susku ve buna bağlı olarak hisler ön plana çıkar. Ezilenlerin isyanındaki konuşkan dili, isyanın zaferinin egemen “dili” olarak sessiz olmaya gider. Bu sessizlik iletişimsizlik değil, lal değil elbette. Korkudan –her türlü korkudan- kaynaklanan baş eğmenin suskusu değil. Bu sessizlik bir bakıma dilbilgisel otoritesini yitirmiş kelimelerin yetersizliğinin deklarasyonudur. İşte konuşma (seslilik, seslendirme) ve susma (sessizlik, susku) bir bakıma dilin birbirine dönüşebilen sınırlarını oluşturur. Birbirine dönüşümün gerçekleşmesinin ön koşulu ise toplumsal gelişimin düz çizgisel değil döngüsel spiral ilerleme şeklinde oluşudur. Çürümüşlüğün gürültüsünden dünyanın yeni yeşeren capcanlı susku dili ortaya çıkar. Devinen ve devrilen toplum kendi dili içinde gerçekleşir ve dil kendi kendini yeniler! Wittgenstein’in “konuşulamadığında susmalı” (Ludwig Wittgenstein, Tractatus Logico-Philosophicus, 7) ifadesindeki susma eylemi belki de Blanchot’un bu ifadesi ile örtüşmekte: “İfade edilemeyen, belli bir ifade sisteminde ifade edilemeyendir.” (Maurice Blanchot, The Infinite Conversation) Susku ve konuşma “arasındaki” sınır başka bir yerde ifade ettiğim (Cinsiyetsiz Dil, Zamansız Anlatı ve İkinci Komünün Arifesi Ekim-Kasım-Aralık 2011, Patika Dergisi, Ekim-Kasım-Aralık 2011,  sayı 75) “varla yok” arasının “arasındaki” coğrafyadır. Heideggar’in dediği gibi “susmak lal olmak anlamına gelmez!” (Martin Heidegger, Being and Time) Sözü edilen susku, ifadenin (buna sessiz konuşma diyelim isterseniz) bir şeklidir. Youru Wang, batı ve doğu felsefesi bağlamında dili, sessizliği ve konuşmayı tartıştığı yazısında Zen ustalarının sessiz iletişimini açıklarken şöyle der: “Biz Hongzhou Zen ustalarının görüşlerini logosentrik konuşmaya dönüş olarak yanlış bir şekilde algılamamalıyız. Sözcükleri söyledikten sonra ‘Tatagata’ın suskusu onun konuşması gibi konuşur,’… susku kuşkusuz tam olarak konuşmaya karşı bir sessizlik değil, ancak susku kuşkusuz konuşmak ve sessizlik arasındaki dualiteyi inkarı ve reddi stratejisidir.”  (Liberating oneself from the absolutized boundary of language: a liminological approach to the interplay of speech and silence in Chan Buddhism. Philosophy East & West, V. 51, sayı. 1, Ocak 2001, Ss. 83-99) “Dualiteyi inkâr” Susan Sontag’ın bakışıyla çatışmakta: “susku asla kendi karşıtını ima etmeyi ve onun hazır bulunmasını istemeyi kesmez. Nasıl ki ‘yukarı’, ‘aşağı’ olmadan ve ‘sol’, ‘sağ’ olmadan olamazsa, suskunun farkına varmak için kuşatan ses ya da dil çevreni takdir edilmelidir.” Susan Sontag “Suskunun Estetiği” (Aesthetics of Silence) adlı bu makalesinde suskunun birçok şeklini, durumunu ve anlamını ya da anlamsızlığını ele veriyor. O bir yerde şu soruyu soruyor: “Sanat bağlamında susku kavramı tam olarak nasıl kullanılabilir?” ve değişik düşünürlerden kodlar getirerek yanıtlıyor: “Susku bir karar olarak var olur –sanatçının kusursuz intiharında (Kleist, Lautermont)… Susku ayrıca bir ceza olarak da var olur –kendi kendini cezalandırma, sanatçıların kusursuz deliliğinde (Horderlin, Artaud) ki birinin çokça akıllılığı belki de bilincin kabul edilir sınırını geçmesinin ödülüdür…” “Ancak daimi susku seçimi onun çalıştığını yadsımaz.”… “Katıksız susku olası değil –ne konsept olarak ne de gerçekte… Suskuyu ya da boşluğu yaratan sanatçı diyalektik bir şey ortaya koymalı: tam bir boşluk, zenginleştirilmiş boşluk, tınılı ya da iç açıcı susku. Susku kaçınılmaz olarak konuşmanın (birçok durumda şikâyetin ya da iddianın) bir formu ve diyalogun bir öğesi olarak kalır.” Öyle görünüyor ki ister Zen ustalarının yanında kelimelerin yetersizliğinden doğan susku olsun, ister Sontag’ın tınılı boşluk olarak tanımladığı susku olsun, nihayetinde birinden diğerine geçiş olasıdır ve dahası kaçınılmazdır. Belki Derrida’nın bir sözünü burada tekrarlama yersiz olmaz: “Susku dili içerme ve onunla buluşmada küçümsenemez rol oynar, dışında ve karşıtında sadece dil ortaya çıkar.” (Derrida, Jacques Writing and Difference. Chicago: University of Chicago Press. 1978:54) Bu, doğanın dilini dinlemektir, doğanın müziğini dinlemektir, onun suskusunu hissetmektir. Belki bu Jhon Cage’in ilk kez 1952’de icra ettiği 4’33’’ skandal olarak niteledikleri görkemli susku performansının bir parçasıdır. Bu bir perspektiftir. Bir tasarım.

7-     Büyük çürümüşlük dönemini yaşamaktayız. Bu çürümüşlük ve kokuşmuşluk bize bir müjdeyi de vermekte! Yok olmaya yüz tutmuş bu düzenin kokuşmuşluğu elbette yeni bir düzenin gelmekte olduğunun habercisidir. Toprağa düşen ve çürüyen meyvenin çekirdeğinden yeni hayatlar ve düzenler fışkıracak. Kokuşmuş dil yerine yeni bir dil, kokuşmuş ilişkilerin yerine yeni bir ilişki, kokuşmuş ve çürümüşlüğün dilinin edebiyatı yerine bu düzenden filizlenen dişil dilin ve ondan evrilen hermafrodit dilin ve nihayetinde hislerin egemen olduğu doğanın eşsiz bir parçası olarak cinsiyetsiz susku “dilinin” edebiyatı gelişecektir. Bu bir özlemdir.

 

[1]Bu makalede, yayıncı adı belirtilerek verilen aktarımlar dışındaki tüm aktarımlar yazıların özgün dilinden yazar tarafından Türkçeye çevrilmiştir.

Suskunun Edebiyatını Yaratırken!” için bir yorum

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s