O ağlama!

Çünkü sen biliyorsun “başkalarının” özgürlüğü için ayaklanmayanlar her daim tutsak kalacaklar…

Kim ki Seyit Hamze Kabristanı’na gitmemiş, ki yaz olsun, öğlen saati olsun, rüzgar da hafiften essin, o rüzgar ki sadece mezarların tozuna toprağına gücü yeter, yetsin ve kaldırsın mezarların tozunu toprağını ve akkavakların -ki birileri onlara tebrizli der- dalına yaprağına kondursun ve o dallar ağır ağır kımıldasın ve toprağın altındaki Tebrizliler şarkılar söylesin ve o birisi ki bu şarkıyı duymamış ve çevresine örülmüş olan görünmeyen o büyülü ağı görmemiş, gurbetin ne olduğunu anlamaz!

Gurbet sadece uzaklık değil! Uzaklıktır. Sokaklardan, hayatın ve avlunun günbatımına yakın kokusundan, seni, çok uzaklarda kalmış olan seni kendi oyunlarının içine sürükleyen çocukların çığıltılı cıvıltısından, yakın uzak zamanlardaki varlardan nişan ve nişane olan şimdiki yoklardan uzaklıktır… Kaldı ki bu da değil! Gurbet uzaklara gitmek, uzak düşmek, uzak kalmak, uzaklara atılmak da değil sadece. Gurbet fırlatılmışlıktır da! Çizgilerden, anlamlardan, kelimelerden ve kelamdan fırlatılmışlık, zamandan…

Madem şimdi gurbet uzaklığı yutmuş ve karnında barındırıyor onu, ya da o ki, ya da onlar ki erkektiler ya da kadındılar, onu yatırmışlar zamanın teneşirine ve dölyatağına tecavüz etmişler ve uzaklığın dölünü atmışlar içine ve uzaklık sözcüğü doğmuş; bu doğumla baiit[1] yeni bir boyut kazanmıştır! Şimdi o ki Seyit Hamze Kabristanı’na gitmiş ve o tozun toprağın kokusunu kazımış kendi tarihsel zihnine anlar ki tab’id[2] bu türden bir kavramdır; kendi özel, bireysel ve tekil tarihinden sürgün! Kendi dilinden, bireyinle ilişkini sağlayan ve sağlayamadığın ve sağlatmadıkları dilinden sürgün! Bir zamanlar sahip olduğun ve artık onu senin ağzından ve sözcüklerinden çaldıkları sesten sürgündür ki bir sürü hileci ve iki yüzlü kavat o Haramiliğin bekçiliğine kalkmışlardır…

Sesin yağmalanması boğucu bir yağmalanmadır, acımasızdır, baskıcıdır. Her şeyi bodur yapar, bireyin düşüncesini bile, toplumun düşüncesini bile bodurlaştırır. Ama dilin talanı başka bir talandır. İnsanın ayaklanışından önceki devranlara fırlatılmaktır. Maymunluktan insanlığa ayaklanışından önceye!

Şimdi sen şayet kendi gurbetinden dilini cebine koymuşsan, zihninin cebine, anılarının çantasına ya da binlerce senelik babalarından kalan çıkınına koymuşsan -o babalar ki bir zamanlar ne dilleri yağmalanmıştı ne sesleri ve sonra analarını ağlattılar- bilmez misin ki o tarihsel kavatlar hâlâ dil uzatıyorlar senin insanlığının hariminin hürmetine. Ve bir dünya gülünç bilge de onlarla ses sesse vermişler… ve senin hıncın gırtlağını sıkıyor ağlayasın geliyor. Kendi haline değil. Zira senin halin tarihsel bir cesaret halidir. Senin halin şiir ve edeb dersidir. Sen o gülünç bilgelerin haline ağlıyorsun. Zira onlar hâlâ kavatların yarattıkları hapishanelerin gardiyanları olduklarını bilmiyorlar ve korumacıların korumacıları olduklarını, Seyit Hamze Kabristanı’nın hikâyesinin ne olduğunu bilen mahpusların gardiyanları! Çünkü sen biliyorsun “başkalarının” özgürlüğü için ayaklanmayanlar her daim tutsak kalacaklar.

Üç ağlamamı unutmam.

Biri o ki yetmiş beş yaşındaki buz kesmiş bir alnı öpmüştüm Toronto’da ve gözyaşlarım sessizce akmıştı ve damlamış karışmıştı o suya… Suyu kardeşim döküyordu ve yıkıyorduk o ihtiyarın yorgun düşmüş bedenini… ihtiyar ki ihtiyarlığına bakmadan doğduğu topraklardan avare olmuştu, dilinden sürülmüştü ama sürgün oluşuna boyun eğmemişti ve hiç sevmediği o hastanenin köşesinde ölmüştü. Bu ebedi bir ağlayıştı.

İkincisi o ki yazmıştı ben gidiyorum ve gitmişti ve bir nacağın dağını indirmişti göğsüme ve ben ulumuştum geceye kadar ve geceleyin ulumalarım nacağın yardığı yarığa inmişti. Bu da ebedi bir ağlayıştı.

Biri de o ki on üç yaşımdaydım. Ortaokul iki. Tahran’ın Hani Abad mahallesindeki Hekim Nizami okulu. Daha yeni beş yaşıma girdiğimde, annem benden iki yaş büyük abim Hasan’a demiş ki bunun da elinden tut götür okula, evde kalmasın! Tebriz’de Saadi Lisesi. İlkokuldan lise sona kadar okutulurdu Saadi’de. Ve ben oturdum Kadiri Bey’in sınıfında. O zamanlar onun bir devrimci mücadeleci olduğunu bilmezdim. Okula gidiş o gidiş! Sonra Tebriz’in Deveçi mahallesindeki Daniş ilkokulu. Bir köşesinde caminin diğer köşesinde Kerbe Rıza Bakkalın olduğu daracık sokağın dibindeki okul. Sokağın başında Deli Cafer o uzun yıpranmış siyah paltosuyla dururdu. Dururdu ki bir gün onu izleyen ve sokağın dibindeki okulun sıralarına oturan ve neden ruhundaki sesin diliyle okulda okuyup anlaması gereken kitabın dilinin farklı olduğunu anlamayan o küçük, ufak tefek oğlan çocuğunun yazacağı romana girsin. Sonraları Daniş de taşındı. Gitti Deveçi Kabristanı’nın komşuluğundaki Razi Lisesinin yanına, Saman Pazarı’na ve Bazarça’ya yakın. Bu Saman Pazarı’nın da şayet dili yağmalanmamış olsaydı anlatırdı hangi dumanlı şevkli başlar burada kesilip onun toprağına atılmıştır, hangi darlar kurulmuştur!

On bir yaşımdayken babam ekmek peşinde iki abimle Tahran’ın yolunu tuttu. Sonra da bütün aile göç ettik. İşte ortaokul bire Hekim Nizami’de başladım. Tebriz’deyken öğlen yemek param olan on Şahi’mi defalarca ceza diye atmıştım öğretmenin masası üzerindeki teneke konserve kutusuna. Tebriz’de, okulda sınıfta herkes Farsça konuşmak zorundaydı. Hepimiz Türk’tük ama farsça konuşmak zorunluydu! Bir düşünün, beş altı yaşlarında bir çocuk ki daha yeni kitapla tanışıyor ve defter, kurşun kalem ve silgi kokusunu belleğine kaydetmek istiyor, görüyor ki kitap yalan söylüyor! Samed behrengi’nin dediği gibi, ya da öğretmen yalan söylüyor! “Çörek” aniden “Nan” olmuş ve “Su” olmuş “Ab”! Çok iyi! Ab ve Nan olsun ama neden benim Çörek ve Suyumu çalıyorsunuz? “Mader” çok iyidir ama neden benim “Ana”mın anasını ağlatıyorsunuz? “Peder” iyidir ama benim “Atam”ı niye yok ediyorsunuz? Ağlattılar ve ettiler edeceklerini! Ve o küçücük, ufak tefek oğlan çocuğu hangi facia içinde büyümekte olduğunu anlamadı.

Başka çocuklarla kendi anadilimizde yani Türkçe konuştuğumuzda köşeli kurşun kalem konardı parmaklarımızın arasına ve zavallı öğretmen ki kendisi de doğru dürüst Farsça konuşamazdı sıkardı ortasına kalemi koyduğu parmaklarımızı… kurşun kalemi o sıska parmakların arasında kırmak istercesine! Ve on Şahi’lerimiz giderdi masanın üzerindeki teneke kutuya. Ve biz aç kalırdık akşama kadar. Bazarça’nın sonunda, meyve-sebze meydanına az kala on Şahi ile bir parça ekmek ve bir parça helva alırdık. Bu teneke kutu yıl sonunda açıldığında içinden portakal kabuğu çıkmıştı. Sonra öğrendik, kutuyu çalıp içini boşaltan çarık tamircisi yanında çalışan yoksul bir çocuktu. Seyfi. Kutuyu boşaltmış paraları ihtiyacı olanlar arasında dağıtmıştı. Bu onun hayatının ilk gerilla hareketiydi. Sonraları büyüdüğünde silahlı gerilla hareketine katıldı ve Şah tarafından yakalanıp kurşuna dizildi.

O günkü ağlamalarımı unutmuşum, fakat o on üç yaşındaki çocuğun ki Tebriz’den Tahran’a gelmiş ve “adam olsun”, “ilerlesin” diye başkalarının dilini onlar kadar ve hatta onların kendilerinden bile daha iyi öğrenmeye mecbur kalmış ve bunun nedenini bir türlü anlamamış o çocuğun gözyaşlarını asla unutmam! Heeeeey ufak tekef oğlan çocuğu neden öğretmenin masasının üzerine çıkıyorsun?

Zil çalınmış, sınıf çocukların gürültüsü ve çığlıklarıyla dolmuştu. Çocuklar! O on üç yaşındaki çocuğun ruhunun ve zihninin masum katilleri! Her gün, her saat, her an alay ederlerdi, neden Farsça bilmiyorsun diye! Türkler, Farsça bilmedikleri için eşektiler. Farsça konuşamayan eşek olur! Heeey on üç yaşındaki oğlan çocuğu ki yavaş yavaş ergenlik dönemine girmişsin neden öğretmenin sandalyesine çıkıyorsun? Neden öğretmenin masasının üzerine çıkıyorsun?

Sandalyeye çıktım. Masaya doğrudan çıkmaya boyum yetmiyordu. Öğretmen daha sınıfa girmemişti. Masanın üzerinde durdum. Cebimden küçük bir kitap çıkardım. Başladım okumaya… okumaya ve ağlamaya… ağlamaya… ağlamaya ve okumaya… gözyaşlarım durmadan akıyordu ve durmadan okuyordum!

Sen ey bilmezlik hastası ne sarsaklar heder dersin

Raştliye balık kellesi yiyen Tusiye eşek kellesi dersin

Kumluya kötü dersin İsfahanlıya beter dersin

Azerbaycanın yiğitlerine Türk eşek dersin

Uzunca bir şiir. Şehriyar’dan. Şiir sonlandığında fark ettim, çocuklar mutlak sessizlik içinde donakalmışlardı. Ne bir kımıltı ne bir çıt! Baktım, sınıfın girişine. Matematik öğretmenimiz kapının orada duruyor. Sınıfa girerken donakalmıştı. Gözyaşlarımı elimin tersiyle sildim, masadan sandalyeye orada yere indim. Kendi sırama geçip oturmak isterken öğretmenim beni kolumdan tutup kendine doğru çekti. Şimdi ıslak yanaklarım öğretmen beyin karnına yapışmıştı. Daha yeni yeni kendi hıçkırıklarımı farkına ediyordum. Öğretmen elini saçlarıma çekti ve onun da ana dili olan Azerbaycan Türkçesiyle, “Ağlama oğlum,” dedi, “bir gün gelecek her şey düzelecek!”

Çok yıllar geçti. Çoook. Ama hiçbir şey düzelmedi. Baba öldü, o gitti ve ana dilimi konuşan dilim hâlâ kesiliyor. Bu işler ağlamakla olmuyor! Başka bir yol gerek! Bir el gerek ki bütün çocukların başını okşasın ve “Şimdi!” desin. Ve ben biliyorum bu ağlama ebedi olmayacak. Bunu Seyit Hamze Kabristanı’nın sırrını bilen bilir!

Eski Tebriz


[1] Baiit (baiid): Arapça, çok uzak.

[2] Tab’id: Sürgün. Uzaklara sürülmek.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s