Biz çift başlı ateş tanrısı Agni’nin bir diğerini yadsıyan ve diğerisiz var olamayan başlarıydık. Yaşamın ve ölümsüzlüğün yakıcı öyküsü. İnsanlıkla tanrısallık arasında salınıp duran palyaçolardık. Kendi çocuksu zevklerimizde, masum sevinçlerimizde kandırılmış kurbanlar! Ben sana gel dediğimde, sen benim gözümdeki mumları söndürdüğünde, yedi yerimde; alnımda, ağzımda, yüreğimde, karnımda, kasıklarımda, ayaklarımda ve ruhumda bitmeyen ateşi yaktın. Sen benim kehaneti bana söylenmemiş yedi ateşi yakan ve yanan yatağımda yedi kez sarılıp tavaf eden, sevişmelerinin sanrılarına sürükleyen dişil Agni’mdin.
Ölümün damarlarında akan güneş, gözüme her baktığında bulutlarımda şaklayan acımasız şimşek! Sığındıkları mağaralarında atalarımın gözlerinde yanıp sönen şimşek. Ayaklarıma bıraktığın ateşle toynaklarım hep yanıp durdu. Hep dörtnala çaptım kayalıklarda. Senin saçlarında dönüp duran rüzgar, bıraktığın ateşlerimden geçti. Toprağımdan, gökyüzümden, denizimden geçti! Ağzımdan püskürdüğüm kül senin anılarının sayıklamalarındandı. Sen benim düştüğüm kuyudaki sunaklarımın hükümranı, övündüğüm, övdüğüm tekçe katilim! Sen iki dölden doğmuş tekçe dişil Agni! Şimdi eğilmiş gözlerimde sönen cehenneme bakıyorsun ve o eskil duman tel tel ağaran saçlarının arasından tütüyor!
(h.h.)