Aldırmaz
Yazan: Furuğ Ferruhzad
Farsçadan çeviri: haşim hüsrevşahi
Odanın kapısını açtığımda orada sobanın yanındaki koltuğunda oturuyordu. Abarttığı sessizlik ve dingilik içinde bana baktı ve ansızın pencere kanatlarının çarpmasının onu tatlı düşlerinden sıçratmış gibi yavaşça, “Tuhaf!… siz misiniz? Buyurun, lütfen, buyurun!” dedi.
Üzüntüyle ilerledim. Ayaklarım beni sürüklüyordu. İki hafta ayrılık ve küs kaldıktan sonra beni bu kadar kayıtsız, aldırmaz bir biçimde karşılayacağını tahmin etmiyordum. Duygularını gizlemek için gösterdiği çabaya rağmen bir hafta sonrasında, ilk görüşmede zayıf da olsa, bir anlığına da olsa sevinç ve mutluluk kıvılcımlarını uyandıracağımı sanıyordum. Buna rağmen çekindim, gözlerine bakamadım. Onun gözlerinde benim aradıklarımdan eser bulamayacağımdan, bir taşla karşılaşacağımdan korktum. Kendi kendime, ‘Her zaman olduğu gibi ona teslim olmamalıyım. Ben söylemem gerekenleri söylemeliyim ve o da dinlemelidir. O yanıtlamak zorundadır. Ben onu buna mecbur ederim,’ diye düşündüm. Kendimden emin bir şekilde ve biraz da öfkeli olarak karşısında durdum. “Neden geldiğimi biliyor musun?” dedim.
Çocuklar gibi güldü. Belki bana gülmüştü, belki de gülüşü söylediklerim karşısında küçük düşürücü bir tepki göstermek içindi. Bir eliyle karşısındaki koltuğu gösterirken ve diğer elindeki kalınca bir kitabı dizlerinin üzerine koyarken, “Tabii ki biliyorum, tabii ki. Ama şimdi iyisi biraz oturun ve kendinizi ısıtın, burada, sobaya yakın bir yerde,” dedi.
Sandalyeye otururken neden aramızda bir mesafe, bir duvar yaratmak için ‘siz’ sözcüğünü yineleyip durduğunu düşündüm. Ah! Tam bir yıldan sonra, bir yıldan sonra, ben ona hâlâ bir ‘siz’dim. ‘Ben ve O’nun olmadığı günlere ve saatlere rağmen, birleştiğimiz, birlik olduğumuz anlarına rağmen. Kendi kendime ‘Ne demek istiyorsun, bu şekilde?’ diye mırıldandım. Farkında olmadan yüksek sesle yineledim: “Bu şekilde?” Ve onun sesini duydum: “Şimdi başlayabiliriz!”
Başımı kaldırdım. O anda çılgın bir deniz olmaya ve onun üzerine kabarmaya hazırdım. Ellerimi açtım, dudaklarım belli belirsiz titredi. Oturduğum yerden hafifçe öne kaydım. Bağırmak istiyordum: “Ne diye? Neden bana, kendine doğru yol vermiyorsun? Neden karşımda bir duvar gibi duruyorsun? Ya yol ver ya da çekil yolumdan, birinden biri. Hiçbir zaman benden ne istediğini söylemiyorsun. Senin için ne olduğumu hiçbir zaman anlamadım. Konuş. Sadece bir tek sözcük. İşte o zaman ben mutlu olacağım, acı bir sözcük olsa dahi.” Galiba ilk sözcükler dudaklarımın arasından çıkıvermişti, ama hıncım gırtlağımı sıkıyordu ve onun bakışı, korkunç ve alaycı soğuklukla dolup taşan ölülerin kahkahasını andıran bakışı, ağzımı ve gözlerimi kapadı. Utanarak içime döndüm ve “Ah, deli, deliii!”diye fısıldadım.
Bakışlarım titreyen parmaklarımdan aşağı kaydı ve halının rengârenk çiçekleri üzerine ve onun ayakkabılarının ucuna ve pantolonun arkasından açıkça belli olan sıska dizinin tarhına düştü. Az yukarıda, ince ve soluk elleri gözlüğünün kolunu heyecanla sıkıyordu, göğsü -ki ardındaki yaşam hayatı sessiz bir gülümsemeyle izliyordu-, sert çenesi, titreyen dudakları… anlamadım neden bir an uzak bir yere gitmeyi ve her şeyi unutmayı arzuladım.
Yerinden kalktı ve uzun adımlarla bana doğru yaklaşırken “Ve sonunda hiçbir şey belli olmadı,” dedi. Başımı umutsuz bir aldırmasızlıkla salladım: “Neyi söyleyeyim, neyi?”
Beni acıtan şeyin ondan ayrık olduğunu düşündüm. Bende ve benim karanlık dünyama yapışmış olan şeyin…
“Tek yanlı, değil mi? Ben hatalıyım ve ben gitmeliyim ve tek başıma düşünmeliyim?” diye ekledim.
O an ellerini omuzlarıma koydu ve yüzüme doğru eğildi. Soluğu yakıcıydı. İnce yanaklarını, geniş alnını yanaklarıma sürerken ben onun teninin kokusunu susamışlıkla soluyordum ve dünyam onun kuşku duymayan kolları, soğuk ve gri bakışlarının derinliğinde biçimleniyordu.
“Şayet bir an kendimizden çıkarsak belki çevremizi ve başkalarını görebiliriz.”
“Canım, sözcükler çok güzel ve aynı zamanda içi boştur. Ne demek istediğimi anlıyorsun. Başkaları hakkındaki yargımızı sözcüklerin saçma dünyası dışında düzenlememiz daha iyi olmaz mı?”
Ah, o hep bu felsefelerle gönlümü ederdi. Bana ne demek istediğini düşündüm. Beni seviyor muydu?
Bu onun anlattıklarından ilk algılamamdı. Onun gerçek maksadına aldırmadan onun söylediklerini derinden düşünmezdim. Bu işten korkardım ve söylediklerinde bir itiraf peşindeydim; ihtiyaç duyduğum itiraf… Rahatlamak istiyordum ve o benimle zekice oyun oynuyordu. Heyecanla kollarımı boynuna doladım: “Beni seviyor musun sevmiyor musun? Seviyor musun?”
O anda sevinçten ağlamak istiyordum ama o, biraz üzünç ve biraz da ürkerek kollarımın arasından ayırıldı, odanın diğer yanına geçti ve kitaplığın karşısında durdu: “Hep bir şeyler hesaplıyorsun, sürekli kendini düşünüyorsun,” dedi ve heyecanla bana doğru geldi. “Gel insan olalım. Büyüyelim sevmeyi ve sevilmeyi yaratalım.”
Ah, onun dünyası benim için dokunulabilir değildi. Onun dünyasının benim için somutluğu yoktu. Ne istediğini ve ne dediğini anlıyordum. Biliyordum sadece gülüyor, sadece gülüyor, sadece gülüyor her şeye, herkese, kendisine bile. Ama ben onun gibi olamazdım. Bağırmak istiyordum: “Elimi tut ve götür, nereye istersen. Belki bir gün seninle oraya varırım.”
Ama dizlerimin bağının çözüldüğünü, bacaklarımın düşüş içine gömüldüğünü ve adımlarımın bana yardımcı olmadığını duyumsadım. Ben yaşamın ipek telleri arasında tutsaktım daha, yüzlerce, binlerce diğer insan gibi. O doruğa varmak, o kurtulmuşluğa ve gereksinimsizliğe varmak… Ah, belki bütün yaşamım buna yetmezdi ve ben boşuna çabalıyordum. Onu kendi durduğum noktaya, yerin sathına döndürmek için boşuna çabalıyordum. Kitaplığın karşısından döndü ve yanımda durdu. Karanlık ve kışkırtıcı bir şeytan gibiydi.
“Bu sondur; beni görmeye geliyorsun dedin, değil mi?”
İçim titredi. O bu kadar kolayca uzaklığı ve ayrılığı kabullensin istemiyordum. Ellerimden tutup beni bağrına bassın istiyordum ve sesinde bir hüzün olsun ve bana “Bunu benim için yapmayacaksın,” desin istiyordum. Ama o sessizdi. Yüzümü karanlığa doğru çevirdim ve “Öyle karar vermiştim,” dedim.
“Ya şimdi?”
Daha da eğildi. Yanımdaydı. Benim yaşamımdı ve ben başka ne istiyordum ki!
“Şimdi… şimdi… ah, bilmiyorum!”
Belki o da bunu istiyordu. Bu emin olmamayı ve kuşkuyu! Ve ben bunu keşfetmiyordum. Bu çok acıydı. Kendinden emin bir şekilde ayağa kalktı: “Akşam yemeğini birlikte yeriz.”
Saatime baktım. Sekiz buçuktu. ‘Teslim olmamalıyım, yenilmemeliyim,’ diye düşündüm. O bakışlarıyla sanki bana, ‘Küçük aptal kız! Yengi ve yenilginin ne önemi var… sevmek senin için yetmiyor mu?’ diyordu.
“Tabii ki yemek yeriz… ya sonra?”
O soğukkanlılıkla “Sonrasında nasıl istersen öyle yaparsın,” dedi.
‘Kal’ demesi için bir sözcükle, kulağımda tınlayan bir sözcükle benden bir şey istemesi için sadece “Ben burada kalmam!” dedim.
Güldü. Gülüşü canımı acıtıyordu. Çünkü her şeyi bende okuduğunu biliyordum. “Tabii istersen gidersin.”
Ben istemeden yalvarıyordum, yakarıştan başka hiçbir anlamı olmayan cümlelerle… Ve o, o beni kırıp yeniyordu, gereksinimsizliğin doruğundan bir an aşağı inmeksizin.
“Hayır, sen istersen kalırım… değilse…”
Bakışlarını dikkatle gözlerime dikti, sanki ‘Oyun oynama, ben senin elini okudum,’ der gibi kinayeli bir sesle, “Ben emir vermeye alışık değilim. Özellikle de bir bayan karşısında… sen kendin de biliyorsun ki kendin karar vermelisin!”
Küçük sehpayı ileri çekti. Beni teslim aldığını biliyordum, çaba göstermedim. Sustum. Hesap peşinde olan bir kadın düzeyine kadar düşmekten korkuyordum. Karşımda masaya geçerek şakayla, “Dilleriyle insana küfredenler yürekleriyle insanı okşarlar!” dedi ve anlamlı bir bakış attı yüzüme.
Gece karanlık ve ağırdı. Ateş yumuşak bir fısıltıyla sobada alazlanıyordu. Yorgun ve umutsuz bir şekilde başımı kaldırarak etrafa göz attım. Çepeçevre kitaptı; kitap, kitap… Bütün duvarlar kitaplıklarla kaplıydı ve o bu kitapların ortasında yaşıyordu. Ansızın onun benim için çok ağır ve anlaşılmaz olduğunu duyumsadım. Katlanamayacağım ve çok uzak olduğumu. İşte o an başımı ellerimin arasına alarak acı acı ağladım. “Aaah tanrım ben ne yapmalıyım?”
O soğukkanlılıkla: “Küçük dostum benim içkini yudumla!” dedi.
Başımı kaldırdım. Gözlerinde bir şeyler tutuşmuştu. Gözkapaklarımın yangılı ve ağır olduğunu duyumsadım. Gece zifiri karanlıkta soluyordu; ama güneşin camlardan geçerek odaya sızmakta olduğunu düşündüm.
17 Aralık 1957
Firdevsi edebiyat dergisi, sayı 325