Haşim Hüsrevşahi, 15/06/2012
Gebbe Filminin Afişi
Şiir yazılır, okunur. Sesli bir eyleme dönüşür ve duyulur. İçsel olarak ya da dışa vurularak. Nicedir İran şiiri perdeye taşınmış ve İran sineması şiir alanına gözünü dikmiştir. Bu iki alanın birinin ötekisinin yerine geçmeye, diğerini yerinden etmeye başlaması konuyu sokağa taşımış, sokaktaki sıradan olayları alarak sanatın özgün alanına taşımış, yükseltmiş, yerleştirmiştir. Bu olayın başlangıcından yaklaşık 50 sene geçmektedir.
İran şiiri gün geçtikçe öyküden daha da uzaklaşmakta, referanslarını kendi içinden seçmektedir. Kimi şiirlerde anlamın ön plandan çekilip gerilere gidişi, imgelerin ve gönderilerin iç içe bir şekilde ön plana çıkışı dikkat çekmektedir. Kısa, kompakt. Bu şiirlerde derinlere inebilmek ve enleri geçebilmek için dizeleri kırmak ve sözünü ettiğim sıkışmışlığı parçalamak gerek. Anlatılar kimi zaman gerçeğin ta kendisi gibi duyulur, kimi zaman ise onun eğretilemesi, bükülüp yumulması ve başka bir gerçekliğe dönüştürülmesi yoluna gider.
1996 yılında Muhsin Mahmelbaf, uluslararası arenada büyük yankı uyandıran Gebbe adlı filmiyle şiiri ekranda görselleştirmiştir. Yer yer gerçeküstü yöntemlere başvurulan bu film, günümüz İran şiirinin ekrana yansıtılması açısından önemli bir yapıttır. Gebbe’yi izlediğimizde her sahnede yeni bir dizeyle karşılaşırız. Karakterlerin, bütününün içinde ve her sahnede bir tablonun parçası olduklarını izleriz. Öyküsel anlatı kendisini arka plana çeker ve görsel şölen kendisi anlatı olur. Alabildiğince mavilerin, sarıların, yeşillerin, kırmızıların tonlarının değişik bağlamlar ve içeriklerle bir araya gelişleri her an başka bir tabloyu ortaya koymakla kalmaz her tablo yeni gönderileri ekrana taşır. Kaşkay Türklerinin göç sırasındaki yaşamlarından bir kesiti konu eden Gebbe, yer yer gerçekliğin ekranda sorgulanışına kadar uzanır. Resim ve şiir el ele vererek kısa bir öyküyü –ki sonunda ilk kimi tahminlerin hatalı olabileceğini de açığa vurur- bir halının desenlerinde izleyiciye sunmaktadır. Gebbe bir halı türüdür. Göçebe Kaşkaylar göç sırasında, ölüm, doğum, düğün, aşk, felaket, bolluk, açlık ve yaşadıkları bütün olaylara dokudukları halılarda, etkilendikleri ölçüde ve duydukları haliyle biçim verirler. Sürüdeki koyun ve kuzulardan elde edilen ve bu halıların dokunuşunda kullanılan yünler, aşiretin göç sırasında topladığı çiçek ve bitkilerden elde edilen renklerle boyanır.
Mahmelbaf’ın yönettiği Gebbe filminde Kaşkay kadınının geleneksel giysileriyle kuşandığı renk cümbüşünün yanı sıra izleyici, ovaların ve dağların bütününü örten çiçekler ve bitkilerin çağrısıyla renklerin olağanüstü dünyasına adım atar. Bir anda maviye ya da sarıya boyanan öğretmenin eli gökyüzüne doğrulduğunda ekran (ova) aynı renge boyanır. Filmin bütününde ekrana gelen duru akarsu, filmin fonunda bu görsel şiire eşlik eder. Gebbe bir bakıma rengin ve suyun şiirsel gösterisidir de. Bir aşk şiirinde… Genç kadının, çıplak ayaklarını suya daldırıp, akan sarı çiçekleri topladığı sahne, belki bize Sergei Paradjanov’un Narların Rengi adlı filminde halı yıkayan, bilekleri halhallı çıplak kadın ayaklarını anımsatsa da Muhsin Mahmelbaf başka bir gelenek ve görenekten hareketle bu sahneyi yaratmıştır.
Ancak bir noktanın altını çizmem gerek o da şu ki, Mahmelbaf’ın Gebbe filmi ekrana gelmeden yıllar önce Abbas Kiarostemi’nin triloji sayılabilen üç filmi yani Arkadaşın Evi Nerede? (Khaneye Doost Kojast?, 1986), Yaşam Devam Etmekte (Yaşam Sonrasında Hiç, Zendegi va Digar Hich, 1991) ve Zeytin Ağacı Altında (Ziire Derekhte Zeytoon, 1993) ekrana gelmişti. Her üç filmde şiir dili kısa öykü diline karışarak, anlatılar görsel şölen içinde sinema perdesine aktarılmıştır. Kiarostemi, bu filmlerde köy yaşamının dramını kimi zaman gerçekçi kimi zaman gerçeküstü bir bakışla verir; böylece yaşamın acı ve tatlı olaylarının bıraktığı çökelti bir şiir tadıyla yüreklere çöker. Ancak şiir dilini, fotoğrafik sahneleri ve buna uygun kamera açılarını İran’ın toplumsal dokusuna ve geleneklerine dayanarak ekranda ilk kullanan belki de İnek filmi olmuştur.
İnek 1969 yılında ekranlara geldi. Şah rejiminin gizli polis teşkilatı SAVAK’ın karanlık bir dönemi topluma dayattığı, yaşattığı ve insanların varına yoğuna göz dikip egemen olduğu zaman dilimine denk gelir. Bu filmin senaryosu, ünlü öykü ve oyun yazarı Gulam Hüseyin Saedi’nin Beyel’in Yas Tutanları adlı eserindeki bir öyküden yararlanarak Saedi ve Dariyuş Mehrcui tarafından kaleme alınmış, Mehrcui yönetmenliğinde çekilmiştir. Yoksul bir köyde çocuğu olmayan Meşd Hasan’ın dünyada sevip bağlandığı bir tek ineği vardır. Meşd Hasan bir gün şehre indiğinde, inek belirsiz bir nedenle hastalanıp ölür ve köylüler tarafından bir kuyuya atılır. Meşd Hasan bu olaya inanmaz ve ineğinin gizli çetelerce çalındığını öne sürer ve buna inanır. İnek bulunamayınca, Meşd Hasan kendini ineğin kaldığı ahıra hapseder ve dışarıda cereyan eden hayatla bağ kurmayı reddeder. Berlin, Moskova, Los Angeles ve Londra’da ödüller alan bu film İran film eleştirmenleri tarafından 1972, 1988 ve 1999 yıllarında İran sinema tarihinin en iyi filmi seçilmiştir. Film siyah beyazdır ve büyülü realizmin ilk örneklerini yıllar öncesinde veren Saedi’nin özgün anlatısını yansıtmaktadır.
Dikkatli izleyiciler Dariyuş Mehrcui’nin bu filmin anlatısında kendinden önce başka bir filmden esinlendiğini fark edebilir. 1963 yılında İran’ın şiir dünyasını alt üst eden bir kadın, Tebriz cüzzamlılar evinin acı öyküsünü filme çeken bir eseri yöneterek kendinden söz ettirmiştir. 23 dakikalık bir film: Ev Karadır. Yönetmen Furuğ Ferruhzad.
“Kendi ruhumun acısından söz ediyorum, kendi ruhumun acısından söz ediyorum! Suskunken gün boyu süren naralarımda ruhum çürüyordu. Benim hayatımın rüzgâr olduğunu anımsa” “Boca olmuş su gibiyim ve leşler gibiyim ve kirpiklerimde ölümün gölgesi var! Kirpiklerimde ölümün gölgesi var.” “Terk et beni, beni terk et! Çünkü günlerim nefes gibidir. Terk et beni dönüşü olmayan yere gitmeden önce, o zifiri karanlık ülkesine…” “Aaah tanrım! Yaptığın canı vahşi hayvanlara bırakma… “Benim hayatımın rüzgâr olduğunu anımsa ve anımsa ki boşunalık (?)zamanını benim payım kılmışsın. Ve çepeçevremde şenliğin şarkıları ve değirmenlerin sesi ve ışıkların aydınlığı mahvolmuştur. Ne mutlu şu anda ektiğini biçen ekincilere; elleri başakları koparmakta olan ekincilere…”
(Furuğ’un seslendirdiği bölümlerden bir bölüm, senaryodan çeviri: h.h.)
Ev Karadır ve İnek filmleri, Şah rejiminin yıkılışından bir yıl sonrasında İran burjuvazisi tarafından yenilgiye uğratılan 1979 Görkemli Şubat Devrimi öncesinde İran sinemasında bir devrim gerçekleştirmiştir. Ev Karadır, Golestan stüdyolarında yapılmıştır ve iki yıl sonrasında İran’ın en önemli kısa öykü yazarlarından ve öncü sinema yönetmenlerinden olan İbrahim Golestan Kerpiç ve Ayna filmini ekrana taşımıştır. Orada Furuğ’dan esinlenerek filmin üzerine eklenen dış ses, şiirsel bir anlatıyla seyirciyle film arasında köprü oluşturmaya çalışılmışsa da kimi zaman anlatıda kopukluklara yol açmıştır.
Gebbe’nin şiirsel anlatısından 4 sene sonra, yani 2000 yılında, daha önceden Cennetin Çocukları (1997) ve olağanüstü şiirsel anlatıya sahip aşk filmi Baran ile tanıdığımız yönetmen Macid Macidi, Cennetin Rengi adlı filmiyle, aynı renk cümbüşü tekrar yakalamıştır. Cennetin Rengi, Mohsem Namjoo (Muhsin Namcu) şarkılarıyla süslenmiştir.
Şayet Gebbe bir renk-anlatı (renk-su-resim-şiir) dilini kullanmışsa, ondan yaklaşık 16 sene önce, 1980 yılında, yani Irak’ın İran’a saldırdığı yılda gösterime giren ve sessizlik-dilsizlik rivayetini ön plana çıkararak masumiyetin şiirsel anlatısı, Behram Beyzai en önemli eserlerinden biri olan Başu Küçük Yabancı adlı filmiyle ve yeni bir bakışla seyircilerine sunmuştur. Beyzai’nin bu filminden birkaç sene sonra ise Emir Naderi, Koşucu (1984), Muhsin Mahmelbaf ise Bisiklet Sürücüsü (1986) filmleriyle seyircisinin karşısına çıkmışlardır.

Kiarostemi’nin daha önce sözünü ettiğim trilojisinden sonra sinemadaki şiirsel anlatı açısından belki de en önemli eser Cafer Penahi’nin Beyaz Balon (1995) adlı filmidir.
Devrim sonrasında şiirsel dil ekrana taşınırken birkaç olay daha cereyan etmiştir. Bu olayların en önemlilerinden biri siyasi gönderilerin, sanatsal olgular ve kriterler içinde başarıyla verilmiş olması, diğeri ve belki de en önemlisi kadın yönetmenlerin sinemada ağırlıklarını duyurmuş olmalarıdır. Burada benim tüm kadın yönetmenlerin adlarını ve yapıtlarını saymam ve adını saydığım filmlerin her biri hakkında hakkettikleri ölçüde durmam mümkün değil ancak şiirsel dille filmlerini ekrana taşımış olan birkaçından söz etmeden geçmem de olmaz.
Menije Hekmat, Kadınlar Hapishanesi (Zendane Zenan, 2000) filmindeki başarılı yönetimi ve şiirsel anlatımıyla yerini İran sinema tarihinde sağlamlaştırmıştır. Muhsin Mahmelbaf’ın daha yirmisine gelmemiş kızı Semira Mahmelbaf’ın Kara Tahta (Tehte Siyah, 2000) adlı filmi büyük yankı uyandırmıştır. Bu filmin hemen ardından 2001 yılında Tehmine Milani, zaman zaman fotografik yaklaşımla siyasi ve toplumsal mesajını sunduğu Saklı Yarı (Nimeye Penhan) filmini gösterime sunmuştur. Ancak Merziye Meşkini sinema dilinde yeni bir kapı aralayan filmini 2002 yılında sunmuş ve adını kalın harflerle İran sinema tarihine yazdırmıştır: Kadın Olduğum Gün (Roozi ke Zan Shodam, ruzi ke sen şodem).

Kadın Olduğum Gün filminde Merziye Meşkini, 3 kadının (biri 9 yaşında, diğeri genç ve üçüncüsü yaşlı bir kadın) öyküsünü 3 bölümde ele almıştır. Film baştan sona göstergesel anlatılar, fotografik sahneler, eleştirel bakış ve hepsinin temelinde ise kadının toplumdaki yerinin, nasıl ezildiğinin; haklarının elinden nasıl alındığının ve buna karşın kadınların bu vahşi saldırıya karşı nasıl direndiğinin şiirsel anlatımıdır. Kadın Olduğum Gün, sadece Havva veya Ahu’nun filmi ya da İran kadınının değil, aynı zamanda dinsel inanç bahanesiyle insanların kaderi üzerine çöreklenmiş yobazlığın egemenliğinde olan toplumlardaki bütün kadınların dramatik gösterisidir de.

2008 yılında Venedik Digital Film Festivalinde en iyi film ödülünü alan ve daha sonra sayısız ödülü kapan 20 Parmak (Bist Angosht) filmiyle adını duyuran Mania Ekberi daha önce başka bir kadın yönetmen Mehveş Şeyhulislami’nin yanında yardımcı yönetmen olarak çalışmış ve daha sonraki yıllarda Kiarostemi’nin 10 adlı filminde rol almıştır. Mania, göğüs kanserine yakalanınca hastalığını bir belgesel-dram filmi olan 10+4’ü (2004) yönetmiş ve seyircisiyle buluşmuştur. Gerçi İran’ın yeni akım filmlerinde çocuklar, sıradan insanlar ve amatörler kamera karşısına çıkmaktalar ancak Mania’nın bu filminde oyuncular tamamen gerçektir: Mania, oğlu, arkadaşları vs. Bir başka kadın yönetmen, Rahşan Beni Etemad 2004 yılında yalın bir dille savaşın dramını Gilane adlı filmiyle ön plana çıkmıştır.
Sinemanın şiirsel dilinden söz ederken Behmen Kubadi’den söz etmeden geçmek olmaz. Kara Tahta filminde yardımcı yönetmen olarak bulunan Behmen daha sonra, öncelikle İran’daki Kürt halkının yaşamını öyküleyen filmleri Sarhoş Atlar Zamanı (Zemani Beraye Mesti Esbha, 2000), Kamplumbağalar da Uçar (Lakpoştha ham Parvaz Mikonand, 2004) ve en son belgesel eseri Yeni Ay (New Mang) filmleriyle kendine özgün bir yer edinmiştir.
Kaplumbağalar da Uçar
Bütün baskılara ve acımasızlıklara rağmen, İran kadınının toplumun bütün alanlarında inatla var olma arzusu ve eylemi, sadece İran edebiyatı ve başta İran şiiri değil aynı zamanda sinema üzerinde de yaratıcı etkisini bırakmıştır. Bir kez daha tecrübe etmekteyiz ki kadınların olmadığı toplumsal bir eylemin başarıya ulaşması mümkün değildir. Kanımca, İran sinemasının başarısının sırrı işte burada yatmaktadır.
(Bu yazı Mortaka Dergisi Temmuz sayısında yayımlanmıştır)
Sayın Hocam her zaman yazılarınız büyük bir hayranlık ile okuyorum. Çok şey öğreniyorum. Saygılar!..
Merhaba Perihan hanım… karınca kararınca yazılar işte… sizden duyduğuma çok mutlu oldum… sevgiler, saygılar…