Azalya üzerine söyleşi

Azalya romanı üzerine Varlık edebiyat dergisiyle yapılan söyleşi:

İnsanca bir düzende işkenceye, copa, hapishaneye ve zorbaların güçlerinin bastırıcı rolünün icraları sırasında sergilediklerinin hiçbirine rastlamazsınız.

Şiddeti icra eden iktidarların var olduğu toplumlarda insanca düzenin varlığından söz etmek aldatmacadır

  

Soru: Sizi edebiyatseverler daha çok ozan kimliğiniz ile tanıyorlar. Ancak Ölümü Gözlerinden Gördüm romanınız hayatlarında edebiyata vazgeçilmez bir yer verenler için hoş bir sürpriz oldu ve okurlarınızdan oldukça olumlu tepkiler aldınız. Azalya sizin ikinci romanınız. Biraz Azalya’yı anlatabilir misiniz?

Yanıt: Azalya’yı,1991 yılında Toronto’da yaşarken ilkin kısa bir öykü olarak tasarımlamıştım. Daha sonra Azalya kendisi bazı sorunları yapının içine çekti. Kısa zamanda o sorunları ele almazsam Azalya’nın beni rahat bırakmayacağını anlamıştım. O öyküyü Toronto’da editörlüğünü yaptığım dergi için yazmayı düşünmüştüm. Konuyu dergi yazı grubuna açıkladım ve tasarladığım o kısa öyküden vazgeçtim. Farsça ve roman formatında yazmaya başladım. Ancak yaklaşık 2-3 sene gibi bir süre sonra, Farsçadan da vazgeçip Türkçe yazmaya başladım. Sanırım 1994 olmalı. Roman bittiğinde yıl 2000’i aşmıştı. Tüm bu yıllar boyunca ve romanın yazım süreci ve süresi içinde Azalya, beni yaşamı, ölümü ve yeniden yaşamı sorgulamaya sürüklemişti. Hem bireysel hem de toplumsal anlamda. Bireysel doğum-ölümler içinde kadının ve aşkın doğumu-ölümü ve onun yeniden doğumu bir sorun olarak karşımdaydı. Ve ben bir anda (3-4 sene süren bir andan söz ediyorum) kendimi İran’daki toplumsal doğum ve ölüm tartışmasıyla da karşı karşıya bulmuştum. Azalya bana ortaçağ Fransa’sının yaklaşık yedi yüz sene sonra yirminci yüz yıl biterken İran’da yeniden doğduğunu gösteriyor ve yazımını dikte ediyordu. Ancak bu doğuşa tanıklık etmeyi sadece bir ülke bağlamında ve o ülke arenasında ele almak, evrensellikten uzak düşmekten öte bir çaba olamazdı. Bu nedenle Azalya benim elimden tutup evrensel bir platforma da yükseltti. Bahsettiklerimin öyküsünden öte bir metin değil Azalya.

Soru: Gerek Ölümü Gözlerinden Gördüm romanınızda, gerekse de Azalya’da şiirsel bir dil kullanılmış ve yer yer sembolik anlatımlar söz konusu. Bu durumu, şiirinizin romana yansıması olarak görebilir miyiz?

Yanıt: Aslında dilin nasıl davranacağını yazı eylemi içinde dilin kendisi karar verir. Siz dili olayların dışında tutmazsanız, başka bir deyişle dilin metnin ve yaşamın içinde kalmasını sağlarsanız, dil kendisi o durumun ve o yaşamın kendisinin bir parçası olur. Ben tabii burada felsefi anlamda dilin içinden ve dışından söz etmiyorum. Bu bakışla ve bu yaklaşımla, aşkın yaşandığı, duyguların yaşandığı ve bu duygular içinde yaşamın akışına kapıldığınızda dil ister istemez şiirsel olur. Ama diğer taraftan size katılıyorum, uzun yıllar şiiri yaşayan biri olarak da dilimin şiirsel oluşu kimi zaman kaçınılmaz olmakta.

Soru: Dilin davranışından söz ediyorsunuz. Nergis’in işkence altındaki dili mesela. Buna dilin farklı davranışı diyebilir miyiz?

Yanıt: Evet. Çok yerinde bir örnek verdiniz. Nergis’e tecavüz ya da işkence edildiğinde dilin davranışı değişiyor. Dilin yapısal öğeleri olan sözcükler dağılıyor. Dilin konvansiyonel yapısı çöküyor. Dilbilgisel kaygılar yok oluyor. Orada dil çıplaktır ve acı çekmekte. Dilin kendisi bu durumların içinde yaşamakta. Dilin kendisi acı çekmekte. Bu nedenle biz Nergis’in normal koşullardaki konuşmalarında alıştığımız dilden çok farklı bir dille karşı karşıya kalıyoruz. Bu diğer durumlar içinde geçerlidir.

Soru: Özellikle anlatıda dikkati çeken bir nokta daha var; öyle ki anlatı bir tür diyalektik yapı üzerine kurulmuş. Örneğin romanın kahramanı Nergis’in ölmesi ve yeniden doğması; Sirus’un iktidarın bir üyesi aileden ayrılıp devrimci bir karaktere dönüşmesi; Muhsin’in güç karşısındaki zavallı konumundan gücü ele geçirerek kendi kardeşini öldürecek kadar zalimleşmesi gibi. Kurgunun diyalektik yapısı romanın anlatım gücünü artırıyor mu?

Yanıt: Şayet diyalektikten kastınız dualite anlamındaki ikililikse yanıtım hayırdır. İçinde dualite formları ve öğeleri barındırsa da roman temel olarak ikililik üzerine kurulmamıştır. Diyalektikten maksat yaşayan zıtlıklar ve karşıtlarsa bir bakıma öyledir. Bir bakıma diyorum çünkü yaşam ve ölüm ve yeniden doğuş bir sürecin devamı olarak ele alınır. Eskinin, çürümüşün ve tarihsel evresini bitirmiş olanın yok oluşu ve onun yerine yeninin ortaya çıkışı bir diyalektik olaydır. Çekirdeğin kabuğunun toprağın altında çürüyüp toprağa karışması ve onun yerine yeni bir hayatın sürgün vermesi gibi. Bu yeni uç veren sürgün bir tanıklıktır. Bir zamanlar bir hayatın var olduğuna, onun yok olup gittiğine ve onun izlerinin taşındığına dair bir tanıklık. Ancak romanda haksız yere ve zamansız bir şekilde ölüme mahkum edilip yok edilenlerin yeninden romanda dillenişleri bunun da ötesinde bir olaydır. Bu başka bir tanıklıktır. Azalya’da bu tanıklığa yer yer rastlamaktayız. Bu tanıklıklar ve sözünü ettiğim diyalektik süreç İran’a özgü bir olay olmadığına göre romanın temel yapıtı ve temel bakış açısı da evrenseldir denebilir. Orduların, hapishanelerin ve zorbalıkların olduğu yer yüzündeki bütün coğrafyalarda geçerli olan bir süreçtir.

Soru: Azalya iç içe geçmiş iki anlatıdan oluşuyor. Gerçek ile kurgu sanki şiirsel bir dansın tarafları gibiler ve birbirlerini tamamlıyorlar. Bu bakış açısıyla, mitolojiyi de barındıran bir roman olduğunu söyleyebilir miyiz ya da  mitolojinin   hayatın içinde var olduğunu söylemek de mümkün olabilir mi? Diğer bir deyişle, gerçek ve kurgunun zaman zaman birbirinin yerine geçtiğini düşünebilir miyiz?

Yanıt: Azalya’da çoklu anlatı söz konusudur. İç içe, yan yana, peş peşe… Hepsi kurgusal. Ancak kimi zaman kimi kurgusal olaylar, gerçekte olmuş olan olaylarla öyle iç içe giriyor ki bir birinden ayırt etmek zorlaşıyor. Ancak mitoloji farklıdır. Romanda onlarca değişik kültürün mitolojik gönderilerini görebiliriz. Bu, mitolojiden söz etmenin bir çeşididir. Ancak mitoloji diğer bir çeşidiyle de romanda hazır bulunmakta ve buradalığını göstermekte. Joseph Campbell, Bill Moyers’le Mitin Gücü adlı söyleşisinde, Carl Jung’un görüşünden yararlanarak şöyle der: “Rüyalar kişisel söylence ve söylenceler ise toplumsal rüyalardır!”Bu bir yerde Azalya’da yer alan rüyalar, mitolojik elementler, arzular ve tabularla farklı yerlerde farklı biçimlerde yer almakta. Bu ise kurgusal gerçekle, o kurgunun dışında cereyan etmiş olan gerçeğin sade bir şekilde iç içe geçişi ve bir birine karışması değil, yeni bir anlatının, yeni bir mitin ve karnavalın yapısını oluşturmaktır da. Ve sonuç olarak da biz nihayette ortaya çıkan metnin ve romanın kendi gerçeği ve kendi miti ile karşı karşıya kalmaktayız ya da onun içine girip onu düşleyip ya da yaşamaktayız.

Soru: Azalya’da iki aşkı anlatıyorsunuz. Ancak anlattıklarınız aşkla sınırlı değil. Mücadele eden insan da var, iktidar karşısında boyun eğen ama iktidarı ele geçirdikten sonra acımasız bir yaratığa dönüşen insanlar da var anlatınızda. Dolayısıyla şiddeti de anlattığınız söylenebilir. İktidar ve güç, şiddetin kaynağı konumunda âdeta. Ancak kitapta dikkati çeken bir kaynak daha var. Tapınak. Tapınak veya temsil ettiği düşünce, şiddeti doğrudan uygulamak yerine, kendisine bağlı olanlar aracılığıyla uyguluyor ve sonuç olarak şiddet, hayatın her alanına yayılıyor. Sizce dini inançlar üzerinden yürütülen şiddet öteki şiddet biçimlerinden daha mı tehlikeli?

Yanıt: Şiddetin kaynağı iktidar ve güç değil bence. Ama onu uygulayan elbette ki gücü ve toplumsal iktidarı elinde tutanlardır. Ben dört sözcük kullanıyorum sizin zihninizde bir durum, bir olay ya da en azından kısa bir metin oluşacak: Cop, köylü, ağa, jandarma. Ben sizden sizin zihninizde oluşan cümleyi ya da durumu bana aktarmanızı istemiyorum tabii. Ama şunu demek istiyorum: Şiddet, çarpık ve hastalıklı toplumsal ilişkilerin bir sonucudur. Kaynak orada yatmaktadır. Siz insanca bir düzende işkenceye, copa, hapishaneye ve zorbaların güçlerinin bastırıcı rolünün icraları sırasında sergilediklerinin hiçbirine rastlamazsınız. Şiddeti icra eden iktidarların var olduğu toplumlarda insanca düzenin varlığından söz etmek aldatmacadır. Ve ilginçtir de bu aldatmacayı ısrarla yineleyenler de yine o iktidarlardır. Zorba iktidarlar insanları ezmek için, onları rahatça sömürmek için, şiddeti uygulayanlar tarih boyunca insanların dini inanışlarından yararlanmışlar ve o inanışları kendi sömürüleri ve düzenlerinin sürdürülmesi yolunda kullanmışlardır. Bu genel bir “istisna durumu”dur. Ben dinin nasıl ve neden ortaya çıkışından söz etmiyorum; sadece onun gücü elinde tutan ve zorbalıklarını kendilerinin koyup uyguladıkları yasalarınca oluşturdukları yasallık düzeneği içinde sürdüren iktidarların –tarih boyunca tanık olduğumuz iktidarların- elinde bir araç olmuşluğundan söz ediyorum.

Soru: Şiddetten söz açılmışken kadına karşı uygulanan şiddeti konu edinmenize yol açan şey nedir?

Yanıt: Kadına uygulanan şiddet insanlığın tümüne uygulanan şiddetin bir parçası ancak onun en sık rastlanan, en yoğun biçimde uygulanan türüdür de aynı zamanda. Bu tür şiddet, iktidarı elinde tutanlar –ki bu bir eril iktidardır- tarafından sıkça ve utanmazca yok sayılan ve üzerinden es geçilen bir zorbalıktır. Ben burada hemen işaret etmeliyim. Toplumda alışılagelmiş bir deyim var: çocuklar ve kadınlar… Bu deyim Amerikan filmlerinde de çok işlenir. Kahraman erkek önce kadınları ve çocukları kurtarmaya soyunur! İğrenç bir ikiyüzlülük örneği! Bunu açmayacağım! Başka gizli bir noktayı açığa çıkarmak istiyorum bu çocuk ve kadının yan yana gelmelerini ortaya atmakla. Kadın ve çocuk; ortak olan ise onların iktidardan ve güçten mahrum kalmalarını vurgulamak. Kadının elinin güçten ve iktidardan kesmek. Zayıfı himaye altına almak safsatası! İnsanca bir düzende kadınlar erkekler kadar iktidarın ortağıdır, onlar kadar yaşamın kendisi gibi güzel olan ve o güzel yaşama yakışan her şeyi yaratma çabasında erkeklerle ortak ve onlara eşittir. Kadına karşı uygulanan şiddet insanoğlunun daha ilkellik çağından kurtulmadığının en parlak aynasıdır, canlı fakat çok acı bir örneğidir. Şayet bir toplumda bir insana ve dolayısıyla bir kadına şiddet uygulanıyorsa hiçbirimiz –istisnasız hiçbirimiz- insanca bir düzen içinde yaşadığımızı iddia edemeyiz ve uygar olduğumuzla böbürlenemeyiz. Benim şiddete karşı biri olarak romanlarımda şiddeti çırılçıplak insanların önüne çıkarmaktan daha doğal nasıl bir rolüm olabilir? Bir yerde söylediğimi burada tekrarlamak isterim; “zira utanmak bir erdemdir.”

Soru: Romanınızda bir anlamda, İran’ın 1980’lerinin tarihini anlatıyorsunuz. Okuyucularınız Türkiye ile paralellikler kurmakta hiç zorlanmıyorlar. Gerçekten de, iki ülkenin de benzer tarihsel deneyimleri yaşadığı söylenebilir. Bu anlamda, romanlarınızda iki ülkenin ortak tarihsel deneyimlerinin vurgulandığı söylenebilir mi?

Yanıt: 1980 yılları dünyada önemli dönüşümlerin bir bakıma başlangıç tarihidir. İran’da görkemli 1979 Şubat Devrimi’nin yenilgiye uğratılması, din adamları vasıtasıyla en gerici sınıfların devleti ele geçirme çabasının başlangıcıdır. Türkiye’de 12 Eylül darbesi ve kurulan faşist düzende ve o kanlı darbenin ardından Türkiye’yi yıllarca kurtulamayacağı bir kaosa sürüklenişinin başlangıcıdır. Başlangıç diyorum çünkü devam edegeldi. Dünya egemenleri tarafından örgütlenen Hizbullah ve o adı çağrıştıran İslami ve dini örgütlerin şu veya bu şekilde ortaya çıkışı ve halkın özgür kalışları yolunda engel olacak tüm yolların hem maddi hem manevi yolla kapatılması çabalarının da başlangıcıdır. 1980 uğursuz bir dönemin başlangıç tarihidir; bütün insanlık adına. Bu çabalar bütün dünyada da böyle oldu. Dünyanın egemen zorbalarının uzun vadeli stratejilerine uygun olarak bir öcü yaratıldı ve o öcü adı altında yapılanlar yapıldı ve hâlâ da yapılmakta. Ama Türkiye ile İran’ın tarihlerinin bir birlerine daha fazla benzerlik göstermesi çok doğaldır. Nihayet yüzyıllardır aynı kaderleri paylaşan halklar var bu bölgede!

Soru: Romanlarınızı Türkçe yazıyorsunuz. Romanlarınızı Türk edebiyatının yeni sesi olarak okuyoruz. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Yanıt: Başka bir yerde söylediğim gibi, ben Türkçeyle rahatım. Ne de olsa 1967’den beri bu dille haşir neşirim! Türkçe yazmamın başka bir nedeni de onun yayılma coğrafyasıdır. Yani siz Farsça yazarsanız daha dar bir nüfusun dilini kullanmış olursunuz ve başka dillere çevrilme şansınız daha düşüktür. Aynı zamanda Türkçe dil olarak daha zengin olanaklara sahiptir, yazarın eli daha açık daha güçlüdür diye düşünüyorum.

(Bu söyleşi Varlık edebiyat dergisiyle yapılmıştır)

Azalya, Arkadaş Yayınları, 2011, 717 sayfa

Azalya üzerine söyleşi” için bir yorum

Yorum bırakın