Kısa Oyun. Yazan: Mohammed Çermşir Farsçadan Çeviren: Haşim Hüsrevşahi Oyuncular: Kadın, Gurzad[1]
[1] Farsça. Mezarda doğan. Moin sözlüğüne göre: “Eskiden doğuma yakın gebe bir kadın öldüğünde, onu gömerler, mezarının başına da birini dikerlermiş. Mezara, bir ucu dışarıda olan bir ney ya da bir kamış koyarlarmış, çocuk dünyaya geldiğinde sesi duyulsun, mezar açılıp dışarı çıkarılsın diye. Bu bebeklere halk arasında ‘Gurza’ (mezarda doğan. ç.n.) Bu çocukların kısa boylu olduğuna inanılırdı.” Cüce ve bodur anlamına da gelir.
Kadın: Tecavüz, tecavüz! Kan! Bekâretin kanı. Mermer uyluklara ve ateşe yayılmış kan... Kadınlığın kokusu. Bin gecelik memelerdeki sütün kalmışlık tadı. Düğüm. Gövdenin gövdeyle düğümlenmesi. Gözyaşlarının akması. Aay... ay! Başıma küller, topraklar! Ben yıkıldım. Ben şimdi, çölü süren o rüzgârım. Ben ölüm oldum, ölüm! Mezarlara yazılan bir yazı. Ben mezar oldum, mezar... Kime söyleyeyim, bin murdarın kemik tozuyla mezarıma yazsın; bekâret bir çiçekti ve güz, onu dalından kopardı? Meme nar çiçeğiydi, benim akıtılan kanıma damlardı, yaşlanmış ve örselenmiş beni, Kadınlığın temelleri üzerinde yükseltirdi? Ve ben kalktım. Acuze ve acılar çekmiş olarak. Kan ve acılar yatağından, ay ve taş vadilerinde dörtnala çapan kısraklar gibi; ufuklardan kör bir ışık için ki soğuk ve korkunç bir batakta ölen yarınların damlayan kanında yanardı. Ve ben kalktım, geceler kadar karanlık gündüzlerin yatağından. Toprak ve ilenç dolu ağzımla... Ay hâlinin kokusuyla dopdolu, mum kokusuyla, yağmur yemiş toprak kokusuyla, kâfur kokusuyla ve benim kokumla. Acının ve ölümün ikiz kardeşlerini bedbahtlık ve dert kerpiçlerine doğuran ben! Dişlerimin arasında sıkılan dişlerle. Ve yutulmuş hıçkırıkla ve yanaklarımda yağmur olmayan gözyaşlarımla. Ve kalırdı... Gırtlağımda kalırdı; kokmuş ve acı bir inilti olsun diye... Güneşi ve ölümü ısıran murdar sırtlanlar gibi. Ve bu ölü gövde ne de soğuktu. Ve bu ölü ve sidik kokan ağız ne de ilenç doluydu. Ve beynimde, kanımın her damlasında dörtnala toynak vuran bir at kişniyor. Kuşku duymadan kalmak. Ve ellerimde bir avuç toprak, ölü ve harcanmış toprak... ve gözlerimde karanlık ve suskun bir gökyüzü ve asla ötmeyen kuşlar; ki ölmüşler. Gözyaşlarımda bağıran bir şarkı; fatihlerin şarkısı... binlerce bin fatih. Duman, kül ve topraktan pelerinlerine bürünen... Ayağımın altında, geceyi geceye ve gündüzleri kanlı nacaklara götüren, ağızları köpürmüş, kanlı yeleli atların toynakvurumlarıyla titreyen yer. Ve benim fatihim oydu. O binlerce binden biri olan ve omzunda ölü bir kuşla ve toprağa cansız düşen kuşlarla. Ve başımın üzerinde yanan gökyüzüyle. Ve sesinde ağrının acısı olan oydu; irin ve ölüm nehri gibi akıyordu bende. Ve ben ona asılı; yağmayan gözyaşlarımla ağlıyordum. Çıplak omuzlarla. Onun kıvrım kıvrım bukleli saçlarıyla. O rayihayla. Benim tenimden onun tenine yayılan rayiha... Ve sesi, ölümün bendeki serbest kalışıydı. Ve ölüm benimleydi, kalbim gibi. Gözyaşlarım gibi. Ölüp giden soluklarım gibi; ölüp giden... Ve ben susamış; soluk oluyordum özgürlüğün soluk kesen sesinde. Özgür kalıyordum ve yeniden ölüyordum. Fatih olan o idi. Ve ben acılar içinde nasıl da ağlıyordum. Ve bulutlar nasıl da acıyla ağlıyordu. Ve dünya acıyla nasıl da ağlıyordu. Ve ben, nasıl da acılarla toprakta, kanda ve tenin kokusunda ölüyordum. Ve ben, nasıl da çırpınıyordum bekâretin kanında ve pıhtısında. Gitmiş ve gelmeyecek olan kendi Kadın:lığımı bulmak için. Kulaklarımda baykuş sesleri vardı. Atların toynak vuruşlarının sesi... Mahmuz ve kan sesi. Ve bakışlarım, ölü ve acılı gündüzden, geceden, gökten, yerden başkaldırıyordu. Ve ben, fatihin – ki o idi- kulağına, ‘Vadilere neden ölü komutanları ekerler?’ diye sordum. Ve sessizlikti. Onun asılı duran zırhına bakıyordum. Ve o bende yeniden dönüyordu. Kulağımda bir ses vardı. Gecede yanan bir yıldızın sesi... yeniden gözlerimi kapadım ve gördüm; o çelik ve ölüm alanının dölü ile gebeydim. Ve gördüm; ölü kuşu doğuruyordum. Ölü ve harcanmış toprağı... ve sönük yıldızları. Ve ağızları köpürmüş kanlı yeleli kısrakları. Gördüm; ölümün anası bendim. Gurzad: Sonra ben doğdum. Tabuttan bir kerpice. Dayanılmaz ve ruhu örseleyen acılardan. Kadın: Gövdenin dört sütununda uyuyan acıydın. Gurzad: Mezar kadar soğuk bir acı. Kadın: Kemiği iliğinden kazıyan bir acı. Gurzad: İniyordum, ilenç ve kan vadisine. Kadın: Kendi kendine bir ilenişti. O âna ki hazdı ve acı döllenmişti. Gurzad: Kandan bir sanıda geliyordum. Yiğitlikten bir eşle; ödenmemiş bir bekârete gömülü olarak. Kadın: Acı çekiyordum ve ilenç... ağlayanlar kutsanmıştır. Ağlayanlar kutsanmıştır. Gurzad: Gelişin yatağında, acı beni sıkıştırıyordu. Kadın: Yeniden başlayan bir acıydın. Gurzad: Vücut, kan ve acıyla dolu mezarda sıkışıyordu. Kadın: Geliyordun. Eritilmiş kurşun. Sırtının kemiklerinde bir sızı... Gurzad: Işık ve karanlık dehlizleri. Ve anların belirsiz hayranlığı beni kendine çekiyordu. Sıkıştırılmış beni... Kadın: Aah... ah! Bu istenmeyen ağrı... bu istenmeyen ağrı... ağlayanlar kutsanmıştır. Gurzad: Geldim. Geldim. Üzerimde zırhım. Leş kokularıyla. Ben çöktüm. Kan ve çelik gölü. Mermerin ve acının uyluklarına yayılan irinde akarak. Kadın: Aah... ah! Sen indin. Gurzad: Ben doğdum, çöktüm, giysi ve çeliğe bürünerek... su verilmiş kılıç gölgesinde çöktüm. Adımlarımı kandan doğan bir fethe basarak. İndim. Tanrıların eceleriyle birlikte. İndim; gündüze, geceye, çığlığa, suskuya... İnsana indim. Ben, o ölümsüz haykırıştım. Göğün yücesinden kopan. Ben doğdum. Kadın: Gurzad’ım benim... Gurzad’ım. Kadınlığımın yelesi. Gurzad: Nasıl olur da kendi ikizine ağlarsın? Kadın: Doğmak, leş olmak... insanoğlunun acısı, gözyaşıyla sürgün verir. Gurzad: Acı değildim. Başka biriyim ben. Fırtınayım. Kadın: Çöplükte ve sidikte kopup dönen fırtına... Gurzad: Ben oyum. Kaçınılmaz kader. Fermanım. Herzamanlığına nişan. Kadın: Sen, annesini arayan çocuksun; korkunç bir felaketin burgacında. Sen benim acımsın, ben; ölümün anası. Gurzad: Ben başka biriyim. Sofrası büyük ayet. “Gelir. Göğsünde bir çiçek açmış. İnsanoğlunun düşlerinin lalelerinden daha kızıl. Canından geçen kasılmadan boy veren ve gövdenin içini boşaltan. Göğsünün kabında, yerlilik kokan bir çiçek var.” Ben oyum. Kadın: Sen kansın, yiğidim benim. At ve insan sidiği, yiğidim benim! Hurcumuzda çokça topraksın, yiğidim benim! Toprağa dökülmüş çokça gözyaşısın, yiğidim benim! Köleliksin, tecavüz ve ölümsün, yiğidim benim! Gurzad: Aydınlık ölmüştür; güneş ellerime doğsun diye. Kadın: Aydınlık ölmüştür, Kadınlığımın yelesi, ey ölü yiğidim! Gurzad: Ben başka biriyim. Ben fatihim. Kadın: Seni fatihler getirdi. Omuzlarda, abanozdan bir tabut içinde uykuda. Zümrüt ve yakut kalkanlarla örtülü. Dehşet ve çelikten bir kılıçla. Dudaklarında bir gülümsemenin tarhıyla. Kana ve kusmuğa bulaşmış bir gülümseme... Seni fatihler getirdi. Omuzlarda. Ölü komutanların ekildiği vadiye. Isırılan dudaklarla. Göğüslerde canlanan kasılmalarla; bakışı kendinde sarıp sarmalayan ve damla olup dudaklara damlayan... fethin ölümsüzlüğün tadıyla. Seni fatihler getirdi. Omuzlarda. Abanoz tabutta uyuyarak. Ölüm olan yatakta yatıyordun. Orada. Komutanların öldüğü yerde. Yıkıldığım yerde; benden, güneşten, taştan ve ölü gökyüzünden geçip giden fatihlerin atlarının toynakvurumları altında… Gurzad: Zırhı al benden! Kadın: Asılı duran zırha bakacak gücüm yok! Gurzad: Al zırhı tenimden. Tenimi çiğneyen bir yara var. Kadın: Ey vadilerimin fatihi, geç! Dağıtma saçlarımı. Gurzad: Ölümü çağıran bir yara var. Kadın: Buruşmuş omuzlarımı çıplak kılmayacağım. Gurzad: Şimdi, damarlarımdan dışarı dökülen bu seyyal ve akan kandır. Kadın: Ben, fatihlerin olduğu meydanlarda toprağa düştüm. Gurzad: Kan; yapışkan ve acı. Hep düşünmüştüm; kamburların yarasından, kan yerine mezbele fışkırır. Kızart! Yanaklarım renk yitirmekte şimdi. Zırh! Kadın: Erkeğimdin. Gurzad: Miğfer! Kadın: Gövdenin sahibi, ruhun sahibi. Gurzad: Pabuçlarım. Kadın: Erkekliğin zirvesinde durmuşsun; kuşağında güneşle. Gurzad: Kılıç! Kadın: Erk sendin, vücudun özsuyuydun. Erliğin özsuyu sendin. Gurzad: Ve şimdi virtler okuyun... bu tuhaf doğumun uğruna! Kadın: Fatihler geliyorlar, bir avuç toprağa çaldıkları galebeyle değil; dünyaya fatih olarak. Atlarla ve gökyüzüyle ve fatihlerin geçtiği toprağı sürme yapan insanlarla dolu bir dünya... onlar gelirken, bir avuç toprağa değil, dünyaya çaldıkları galebeyle geliyorlar. Bekâret ve Kadınlıkla dolu dünya. Ve gül açan memelerle. Ben fatihlerle yattım ve yatacağım; o fatihlerle ki fetih sedirlerini göklere kurmuşlar ve benim omuzlarımda dimdik durur. Gurzad: Bu kan akıyor, yağıyor, usul ve soluksuz. Kan kaçıyor ve döngü bitiyor ve yokluğa varan bir heykelde dönen ve hiçten hiçe akan kan, uğursuz bir öyküdür; doğmak ve ardından ölmek. Döngü bitiyor ve kan kaçıyor. Bu durmadan kaçış; döllenişten, insanoğlunu murdar yapan yok oluşa kadar. Bu gövdenin içi hep boşalmakta. Kandan boşalma, gözyaşından boşalma... Gözyaşı ki insanoğlunun ikizidir. Var olurken ağlayan. İçten içe boşalırken ağlama. Şimdi ağlıyorum ve kan kaçıyor... kaçıyor musun? Vücudu boşaltıyor musun? Hayır! Bu gövde düşmeyecek. Asılı duran zırh, bir gövdeyle yıkılmayacak. Bu kuşağın kılıcı toprağa düşmeyecek. Ne kadar sıcak, ne kadar sıcaktır bu akan kan. Yalımlar yükselir ve göğüs soğur. Bu soluğun can çekişmesi, ne de dur duraksız bir sanrıdır. Hayır! Bu gövde düşmeyecek. Bu hummalı gövde, dimdik ayakta duracak. Bu yara.... ben ölümün çerçevesindeyim. O meydanın dölü, çelik ve ölümdü. Ben artık ağlamıyorum, ki ben bu gözlerin incilerini senin murdarına akıttım. Komutanlar başlarını toprağa ektiler diye ağlamam artık. Ve kısraklar kendi sidiğini içiyor. Yarınlar, bu toprağın fatihlerinin mahmuzlarına oturur. Zavallı çocuğum, yiğidim! Ölüm, sende nasıl süzüldü? Gurzad: Leş kokusu duyuluyor. Kadın: Savaş ve fetih kokusudur. Gurzad: İnsan sidiği kokusudur; ölürken. İçten dışa dökülürkenki ânın kekremiş kokusu. Yaranın kokmuşluğu; o an ki ölümün sanrıları kol gezer. Leşte kalakalmış korku; o an ki köstebek, gözyuvasını kemirir. Bu koku öldürür beni, öldürür, bu zırhı tenimden uzaklaştır. Kadın: Senin asılı duran zırhına bakacak gücüm yok. Gurzad: Ben başka biriyim. Kadın: Seni fatihler getirdi, sen ki güneşin kıyısında duruyordun, ayağının altında ezdiğin gölgelerle... Sen, ölümün gölgesini bulaştıran fatihlerin omuzlarına bakıyordun. Ben, o gece saçımı tarıyordum. Gözyaşı aynasında seni gördüm; fatihlerin omuzlarına gözlerini kapatmıştın. Geceyi ve ölü komutanların gözü olan o gözlerin karanlığında uyuyan gürzleri gördüm. Ben, o gece ağladım. Gurzad: Ben, o gece bir rüya gördüm. Sendin; aynanın önünde saçlarını dağıtmıştın. Bense bir kuştum; senin saçlarının döküldüğü pencerede. Sen vadiydin, bense kuş; ışık ve gündüzün başlangıcıyla dolu pencereye konmuştu. Sen vadiyi tarıyordun ve pencereyi, ve o pencerenin kuşu olan beni; usulca... Baştan sona kadar. Sen şarkıydın, bir pencerede çerçevelenmiş vadide özgür kalan ve anlaşılmaz bir şarkı... bir pencerede ve bir kuşla; ki bendim. Sen aynaydın ve benim sendeki görüntüm, ötmeyen bir kuştu. Sen ki aynaydın. Saçlarını dağıtıyordun. Şarkı, gırtlağımda bir damla oluyor ve gagamdan damlıyordu. Ses olmayan bir damla... senin saçlarını tarayan tarağın dağılmışlığına damlamıştı. Damla, senin saçlarında yitmişti; pencere, senin saçlarında yitmişti, ayna, senin saçlarında yitmişti ve ben senin saçlarında bir kuştum. Ben ki uyuyordum ve senin rüyanı görüyordum. Saçlarını tarayan bir Kadının rüyasını. Ve ben, onun kocasıydım. Ve ben, onun çocuğuydum. Ve ben, onun kardeşiydim ve o, rüyada bir hiçti. Sönmüş bir fenerdim. Kadın: Ben feneri söndürdüm ve aydınlık öldü. Bu kaderinizdir; ki güneşten yanmış ve bahtsızlıkla ve acıyla örtünmüş ben, güneşe doğru açılan ellerim var, ki ben yaşamda aşka vefa ettim, ki açık gözlerle bu yerlerden geçtim. Feneri söndürdüm ve aydınlık öldü. Bu, kaderinizdi. Çünkü ben, ölüler için öldüm ve diriler için diriyim; ki ben hep, en alçakları omuzlarımda taşıdım. Ben feneri söndürdüm ve aydınlık öldü. Bu kaderinizdi. Siz, su damlalarını ellerinizde taşıyansınız diye. Güneş benim ellerime doğsun diye aydınlık öldü. Ben güneşi ikiye böleceğim, bir yarısını, o yatağın üzerine düşmüş olan kılıcın ucuna takacağım, diğer yarısını dölyatağımda yükselteceğim; güneş olsun diye ve yumurtam tahtlara otursun diye, ki taht, insanların omuzlarında değil, göğün omuzlarına dikilsin diye. Ve sen, sadece bir kez benim bedenimde ağacaksın, senin Gurzad’ının bedeninden ve benim dölümden, dünya üzerinde bir dal sürgün versin diye; en yağız atlara, en keskin kılıçlara uzanana yakışır olan. Dünya toprağı kendi haykırışına gem vursun ve insanoğlu kendi doğru yerine otursun diye. Gurzad: Ve ben, o zaman kendi damlalarımı ağlarım. Kadın: O gece, senin gerdek yatağın, su verilmiş en keskin kılıçlar ve parlatılmış en güzel kalkanlar olacak. Gurzad: Ben o gece, annesini arayan bir çocuk olacağım; korkunç bir belanın burgacında. Kadın: Ben o gece, kendi yiğidimi arıyor olacağım Gurzad: Ben o gece, kendimi yitireceğim. Ben o gece, başka biri olacağım. Ben o gece, ölümün çerçevesinde duracağım. Kadın: Ben o gece, eridim ve senin belinden timsahlar çıkmadı. Gurzad: Ben o gece, gönlümü küçücük bir balık için bile hoş etmemiştim. Kadın: Tecavüz, tecavüz! Kan! Ateş ve mermer uyluklara yayılmış bekâret kanı. Fatihler, toprağa değil, yerin bekâreti üzerine basmışlar. Ben, ölüm doğururum. Ben onu doğuracağım; gözlerini yummuş, gece olacak olan o gözün karanlığında iki uyumuş gürzleriyle olanı. Gurzad: Ve fatihler, şimdi yoldan gelirler, sidik ve kana boğulmuş atlar üzerinde, çelik ve taştan zırhlarıyla. Saçları rüzgârın elinde ve mahmuzlarında güneş... Ölüm habercileri hızla gelirler. Kadın: Ve ben, yine acılar içinde ağlarım ve bulutlar yine acıyla ağlar ve dünya yine acıyla ağlar. Ve ben, yine fatihimin asılı duran zırhına bakarım ve o, yine bana sarılır ve ben yine ölümün anası olurum. Gurzad: Fatihlerin kademlerine kurbanlık; bu bizim geleneğimizdir. Böyledir ki fatihler, fetihlerinde fatih olmayacaklar; bu toprağın misafiri olacaklar… ve böyledir ki yenilgi, okunmamış bir şiirin nakaratıdır. Fatihlerin kademlerine kurbanlık; bu geleneğimizdir. Fatihler gibi olmak ve fethi, içinden boşaltmak. Fatih, fethinde kalmasın diye kuş ölecek. Kadın: Neden benim pencereme kondun? Gurzad: Senin penceren, bana güvençti. Kadın: Saçlarımın dağınıklığına yuva kurmanı kim söyledi? Gurzad: Yuvam saçlarında. Kadın: Ne oldu da benim bekâretimde döllendin? Gurzad: Bana, kuşa anlam olacak bir yumurta gerekti. Kadın: Sen, fatihlerin toprağına yumurta serpmişsin. Gurzad: Serptim ki sen ayna doğurasın ve ateşten geçen bir kuşu. Kadın: Sen, kanını akıttığın kuşsun. Gurzad: Arınlık, iyiliğin kötülükten kurtulmasıdır. Ve ben ayrıldım, serbest kaldım. Kadın: Binlerce bin, tecavüz ve irin yatağında akarak, ölümün yığınla fatihleri geliyor. Onlar, ölümden beter geliyorlar.