1 Mayıs Dünya İşçi Bayramı nedeniyle çok zaman önce yazdığım bu makaleyi yayımlıyorum:
İran’da Düşünür Kıyımı Geleneği[1]
Hep böyle olmuştur. Gelişimini bitirmiş ve gelişmenin önünde bir engele dönüşmüş toplumsal düzen ve saflaşmalar ve buna karşın çürümüşlüğe karşı sürgün veren yeni düzenin habercisi sınıfsal gelişim ve düşünümün ortaya çıkışı. Yeni doğan düşünceler kendi sistematiği içinde, mevcut ilişkileri ve nihayetinde kendini yok etme doğrultusunda gelişir ve yerini gelecekte filizlenecek olan yeni düşüncelere bırakır. Ancak doğan düşünceler ortaya çıkıp tarihsel işlevini yerine getir(e)mediği sürece, eski ve çürümüş sistemin ilişkileri ile ve ona uygun düşünce sistemleri ile aynı zamanda yaşamlarına devam eder. Bu nedenle toplumsal ilerleyişe ters düşen çürümüş düşünce ve sistemlere egemen erklerin, bu çürümüş sistemi yok etme amacını barındıran yeni doğan düşünce ve sistemleri yok etmeleri bir yerde “normal” karşılanmalıdır.
Modern “dünyanın” temsilciliğini yaptığı sermaye düzeninin ulaştığı son dönemlerde, kendi varlıklarına tehlike oluşturmadıkları sürece, egemen güçler düşünürlerin fiziki yok edilişleri yerine ya sisteme uygun düşünürler yetiştirmekteler ya da sisteme karşı durabilecek düşünürlerin doğuşunu önlenmekte ve böylece kişi yerine düşünceler yok edilmekte ve bu bağlamda doğuştan sakat doğan düşünceler bütün olanaklarla desteklenmektedir. Bu çabalar kimi toplumlarda “vatanseverlik” ve “milli birlik ve beraberlik”, “ulusal çıkarlar”, “ahlak ve dindarlık”, “modernlik ve aykırılık” gibi kisvelere bürünebilmektedir. İran’da olagelmiş pratik ise “Düşünceyi yok et! Düşünceyi yok edemiyorsan düşüneni yok et!” temeline dayanmıştır.
İslam öncesi İran’da, “dünyevi-uhrevi” erki ellerinde tutan Zerdüşt tapınaklarının Mübid’leri ile devletin zirvesinde bulunan krallar ve eşraf dışındaki herkese ve başta “sıradan vatandaşlara” okuyup yazmak ve bilgi edinmek yasaktı. Bu yasağı delme cesareti gösterenler ölümle cezalandırılırdı. Mâni’ciler, Mezdeki’ler ve sonraları diğerleri aynı nedenle öldürülüp ve derilerine saman tıkılmıştır. Bunların tümü de hep Tanrı adına, devlet ve millet bütünlüğünü koruma, düzenin selameti adına yapılmıştır. Yeni düşünceler, o çağda yeni din olarak suçlanıyor, topluma ve tanrıya düşmanlık olarak bildiriliyor ve yok ediliyordu. İslam öncesi krallardan adil olarak resmi tarihe geçirilen Nuşirvan, ferman-ı hümayuni ile ülkenin “dirliği, düzeni ve güveni” için okuyup yazmayı öğrenmeye kalkışan ve bilgi edinme cesareti gösteren tüm “ayak takımının” katlini emretmiş ve böylece on binlerce Mezdeki kılıçtan geçirilmiştir. Mani’cilerin ve Mezdeki’lerin başına gelenler tarihte şöyle kaydedilmiştir: “Karanlık kuyulara atıldılar, sonra ok ve çivi dolu tandırlarda hapsedilip işkence oldular, sonra derileri soyulup yok edildiler.”
Arapların İran’ı istila etmeleri ve İran devletinin yenilip kılıç zoruyla İslam dinini kabul etmesinden sonra da sözü edilen erkleri ellerinde tutan şahlar ve şeyhler, yine aynı suçlamalarla kımıldayanın boynunu vurdurtmuşlardır. Halife Mensur ferman vererek 36 yaşındaki İbni Mukaffa’yı (Ruzbeh Purdavudiye) parça parça doğratmıştır. Halife El Mehdi, şair Ebu Mazır’ı kırbaçlar altında öldürtmüştür. Ebu Nevas’ı hapiste boğdurmuşlar, İbni Hanbel’in torunu Abdussalam, cami önünde azar azar yakılarak “tövbe” ettirmişler ve pişmanlıkla itiraf almışlardır. Gazneli Mahmut, şair Firdevsi’yi hapsettirmiş; filozof, hekim Ebu Reyhan Biruni’yi zindanda çürümeye terk etmiştir. Sultan Mesut, bilim adamı ve düşünür Hesenek’i taşlatarak öldürtmüştür. Tarihte böyle geçer: “… ve taş verin diye seslendiler. Kimse taşa davranmadı. Onlar inleyip ağlıyorlardı, özellikle Nişapurlular. İşte o zaman bir kısmına tellerle darbe vurdular (şimdiki hapishanelerde kullanılan kablo darbeleri olsa gerek! -h.h.-), taş atsınlar diye. Ve adam kendisi ölmüştü ki cellat boynuna ip geçirip boğdu…”
Selçuklu şahı Sencer’in oğlu Melikşah ve onun Başveziri Nizamülmülk, nasıl ki Hasan Sabbah’ın adamlarını yok etmeyi kararlılıkla sürdürdüyse, Sabbah’ın yaydığı İsmailiye fırkasının, bugünkü rayiç deyimi ile teröristlerini ve her yeni düşünceyi aynı acımasızlıkla bastırıyor ve düşünen kafayı uçuruyordu. Bu direnişçilere önce Haşahaşiyun denildi, sonra bu isim Fransızca’ya geçince Assassinler (teröristler) sözcüğüne dönüştü. Nasıl ki görkemli Şubat Devrimi’nin yenilgisinden sonra kurulan İran İslam Cumhuriyeti’nin Devrim Mahkemeleri “kadı”larından Ayetullah Gilani kendi iki oğlunu idama mahkum etmiş ve katletmişse, Hasan Sabbah da, Alemut dağındaki sığınağında kendi oğullarının kafalarını tanrı adına uçurtmuştur. Sabbah’ın adamları Nizamülmülk’ü katletmişlerdir. Daha sonraki dönemlerde öldürülen düşünürlerden birkaç isim daha: Hasan Mansur Hallaç, Şibli, Bayazıtlı Bestami… Bunlar “küfr ve ilhat” suçlarıyla taşlanarak “Raml ve recm” edilmişlerdir. Hallaç taşlanıp öldürüldükten sonra dara çekilmiştir.
Ünlü şair Nasır Hüsrev, onlarca yazar, şair ve düşünürün dini fetvalara dayanılarak öldürülüp parçalandığına tanık olmuştur. Onun yazdığına göre halk, öldürülen düşünürlerin vücut parçalarından “uğur” diye alıp götürmüşlerdir. Aynı acıya düşünür Mesut Saad Salman da katlanmıştır. Büyük bilim adamı, kimyacı, alkolün kaşifi Zekeriya Razi, yazdığı kitaplar kafasına vurula vurula kör edilmiştir. Büyük tarihçi Ravendi ve Musari “zındık” suçlaması ile hapis ve işkence edilmiştir. Mohammed İbni Rüşt kitapları yakıldıktan sonra sürgün edilmiştir. Hamadanlı Aynülgodat ve filozof Sühreverdi Halep kalesinde boğularak katledilmişlerdir. İmadettin Nesimi’nin derisi soyulup dara çekilmiştir. Ebulmeali öldürülür, Cami-ül-tevarih’in yazarı Reşideddin Fezlullah Tabib Hamadani’nin gözleri önünde oğlu Hac İbrahim’in boynu vurulduktan sonra kendisi de katledilmiştir. Tarihte şöyle geçer: “Ben kerrelerce gördüm ki kimi suçluları Kuran okumakta olan Emir Nübariz-el-din Mohammed’in yanına getirirlerdi ve o Kuran okumayı keser, adamı öldürür ve okumaya kaldığı yerden devam ederdi…” O böylece yaklaşık 800 kişiyi öldürmüştür.
Safavi krallığı döneminde de aynı olmuştur. Krallık ve dini erki elinde tutanlar yeni düşünceleri “toplumun güvenliğini tehlikeye soktuğu” yahut “tanrının dinine karşı geldiği” savı ile yok etmişlerdir. Kaçar kralı Nasıreddin Şah, kendi başvekili, düşünür Mirza Taki Han Emir Kebir’in katline ferman vermiş ve Kaşan kentinde hamamda damarı kesilerek öldürtmüştür. Daha sonraları Nasıreddin Şah, İstanbul’da sürgün yaşayan düşünür Seyit Cemalettin Esedabadi’nin müritlerinden yurtsever Mirza Rıza Kirmani tarafından kurşunlanarak öldürülmüştür. Mirza Ebulkasım Ferahani, Nigaristan Bağı’nda boğdurulmuştur. Nasıreddin Şah’ın torunu Mohammed Mirza, daha Tebriz kentinde veliaht olarak ikamet ederken Ahmet Ruhi ve Habir-ül-Memalik’in başlarını ağaç dibinde kestirerek kafalarını Tahran’a, babası Muzafferiddin Şah’a hediye göndermiştir. İran kadın haklarını savunma hareketini başlatan biri olarak tanınan Tahire Gurretülayn de 36 yaşındayken Kaçar krallarının fermanı ile canından olmuştur. Şair Yağma Cendeği, kazığa oturtulup kuyuya atılmıştır. Marağalı Zeynel Abidin sürülmüştür. Nasıreddin Şah’ın torunu Mohammed Ali Şah babasının yoluna devam ederek Meşrutiyet Devrimini baltaladığı gibi Cihangir Şiraz, Melikil Mütekellimin, Seyyid Ahmed Türbeti, Kadı Erdevagi’yi de öldürtmüştür.
Kaçar devrinde patlak veren Meşrutiyet Devrimi (1906-1911) döneminde onlarca düşünür, şair, yazar, özgürlükçü acımasızca katledilmiştir. Suçlama hep aynıdır: Tanrıya karşı koymak, memleketin dirlik ve düzenini bozmak, devlet ve millet bütünlüğünü yok etmek! Bunlardan, sadece Tebriz’den bir kaçını saymakla yetinebiliriz: Özgürlükçü mücahit Sattar Han, Şair Şebüsterli Müciz, Mohammed Hiyabani (bu özgürlükçü insanın Tebriz’de kendi evinde gözleri önünde önce oğullarını ipe çekerler ve sonra da kendisini öldürürler), Sigat-ül-İslam, Terbiyet…
İngilizlerin yardımı ile Kazak askeri Rıza Pahlevi, şahlık tahtına oturtulduktan sonra durum yine aynı şekilde devam etmiştir; şair, yazar, gazeteci, düşünür, özgürlükçü herkesin yaşamı tehlikededir. Gazeteci Mirzade Eşgi 31 yaşındayken öldürülür. Özgürlükçü şair, gazeteci, 7. Devre mecliste milletvekili seçilen Ferrühi Yezdi’nin dudakları dikilir ve uzun süre hapsedildikten sonra öldürülür. İran’ın yetiştirdiği ender düşünürlerden bilge, yazar, özgürlükçü Azerbaycan diyalektikçi Dr. Taki Erani, Rıza Şah’ın fermanı ile tifüslü bir mahkûmun yanında hapsedilerek aynı hastalığa yakalanması sağlanarak öldürülmüştür.
Dönemin şairleri böyle yazmışlardır:
“Ben devrimin çocuğuyum ağzımda kan emziği bu beşiğin dadısı yok Ey şeyhin ve kaderin hilesini yutan, tek ve çift, iyi ve kötü için istihare yok Ben aşığım, tanığım param parça kalbimdir, elimde bu yırtık senetten başka bir şey yok...” Mirzade Aşki (1893-1923)
“O zaman ki baş koydum ayağına özgürlüğün, çektim elimi canımdan yolunda özgürlüğün Şeyh, hürlerin haraplığına ondan eder ısrar, ki kendi bekasını görür yokluğunda özgürlüğün” “Ney gibi özgürlük haykırır nevası devrimin, dünyayı yine kan kaplıyor Neynevası devrimin Okunur yazıyla yazıldı âleme adıyla o kimsenin, ki konulmuştur omzuna levası devrimin” “Yoksulluk ve zenginlik çekiştikçe bu dünyada, âdem evladı rahatlık yüzü görmeyecek asla” Ferruhi Yezdi’den (ölümü 1939)
“Gençlerin kanıyla laleler açtı Servi boylarından serviler boyun büktü Gül gölgesinde bülbül de bu gamdan süzüldü Gül de benim gibi giysisin atıp yırttı Felek ne de kötü davrandın, ne de kincisin ne dinin var ne imanın felek Vekiller uyuyorlar vezirler de haraplar İran’ın varını yoğunu çalıp çırptılar Bizi bir virane eve de bırakmazlar Tanrım al yoksulun öcünü bu emirlerden” Abulkasım Arif Kazvini (1881-1923): “Ey silah tüccarları ne zaman haya edeceksiniz Analardan çocuklardan utanacaksınız Ey savaş kışkırtan yankiler dolar uşağı Ne zamana değin Kore’yi yıkacaksınız Birleşmiş milletlerle ne zamana değin kelek Utanmazca vahşi muameleler edeceksiniz Ne zamana değin bu onurlu milletin Evine napalm bombası veba mikrobu yağdıracaksınız” Mohammed Ali Efraşte (1908-1959)
İngiliz ve Amerika tarafından babası Rıza Pahlevi’nin yerine oturtulan Mohammed Rıza Şah Pahlevi devri daha karanlık olmuş ve bu devirde yüzlerce düşünür yok edilmiştir. Fazlullah Nuri, Ali Şuşteri, Sadr-ül-Eşraf paylarını ilk alanlar arasındalar. Pahlevi krallığı döneminde öldürülen bir de büyük tarihçi var: Ahmed Kesrevi. Tebriz’li düşünür, “mürtet” diye Nevvab Safavi liderliğindeki “İslam Fedaileri” grubundan olan Mehmet Ali ve Hüseyin İmami tarafından görev yaptığı mahkeme salonunda bıçak darbeleriyle katledilmiştir. Katil beraat etmiştir. Yıllar sonra, yazar ve düşünür yok etmek için dizi cinayetlerle son dönem İran şair ve yazarlarını “arın din” yolunda ve “Arın İslam Fedaileri” adı altında hedef alan grubun en önemli elebaşılarından Said İmami’nin de aynı soyadı taşıması acı bir tesadüftür.
CİA’nin düzenleyip yönettiği 1953 darbesinden sonra Başbakan Musaddık tutuklanmış ve ardından geniş insan kıyımı başlamıştır. Tüm özgürlükçü insanlar ölümle burun buruna gelmişlerdir. Binlercesi hapsedilmiş ve onlarcası kurşuna dizilmiştir. Mohammed Musaddık hükümetinin kültür ve düşünce adamı Hüseyin Fatemi, özgürlükten tavır koyan içişlerinden sorumlu General Efşar Tus 22 Nisan 1953, Gazeteci Kerim Pur Şirazi, Gazeteci Mohammed Mesut öldürüldü. Siyamek, Vartan Salahanian, Hosro Ruzbeh ve onlarca devrimci asker idam edildi. Özgürlükçü Murteza Keyvan kurşuna dizildi. Sonraki yıllarda gazeteci şair Hüsrev Golesorhi ve meslektaşı Kerametullah Daneşiyan da Şubat 1974’de kurşuna dizildi. Artık hiçbir yenilikçi-özgürlükçü düşünür emniyette değildi. “Toplumun huzuru”, “devletin bakası” adlı kılıç düşünürlerin başında sallanmaktaydı. Bijen Cezeni ve arkadaşları gibi onlarca devrimci düşünür, gruplar halinde işkence edildikten sonra idam edildi. Büyük oyun yazarı ve romancı tabip Dr. Gulamhüseyin Saedi (1985 yılında sürgün gittiği Paris’te yoksulluk içinde daha 50 yaşındayken hayatını kaybetti), şair-yazar Ahmet Şamlu, yazar öğretmen Samet Behrengi, eleştirmen yazar Celal Al Ahmet, eleştirmen şair Rıza Beraheni, ve onlarca düşünür hapsedildiler, işkence gördüler, sürüldüler veya baskı altında tutuldular.
“Nacak oturdu sözümün ortasına O yeşil kutsal sözün gözüne Ki orman yolundaydı Ve kuşların beklentisi Sözün buluşma yerinde dağıldı Şimdi omuzlarımın iki yönünde Kurşunlanmış kanatların sağanağı var Ormanın sisine Yüce bir ebemkuşağıdır Kan ırmaklarında akar kızıl Ormanın ortasında Kızıl ebemkuşakları yükseltsin diye...” Hüsrev Golesorhi (Ocak 1943- Şubat 1974)
1979 yılında halkın silahlı ayaklanmasıyla gerçekleşen görkemli Şubat Devrimi, kısa sürede sermaye sınıflarının liderliği ele geçirmesi, Devrimin içsel zaafları ve emperyalist güçlerin de yardımı ile devrim yarıda kesildi ve umutlar yeşermeden soldu. Yenilginin ardından, kısa sürede, İran tarihinde eşine rastlanılmayan genç nesil kıyımı, düşünür ve özgürlükçü kıyımı baş gösterdi. İster savaş cephelerinde ister özgürlük adına ayaklananların ölümüydü bu. Tarihçiler idamlıların sayısını on binlerle ifade etmektedirler. Bunların içinde nice öğrenci, düşünür, bilgin, şair, yazar, gazeteci ve diğer meslek erbabından insanlar vardı. Tümü de aynı suçla suçlandılar ve canlarından oldular: Tanrının devletine karşı koymak, yer yüzünde fesat yaratmak, şahlığı geri getirtmek istemek, düşmanlarla işbirliği yapmak… Bunlardan kurşuna dizilenlerden sadece bir iki isim vermekle yetineceğim: Şair Said Sultanpur, yazar Celal Haşimi Tangistani, Hamit Rizvani, Rahman Hatefi, Ataullah Nuryan, Hüseyin İkdami, Mohammed Muhtari, Mohammed Cafer Puyende, Said Sircani…
Yazılanlara göre 1984 ve 1988 yıllarında hapishanelerdeki topyekûn katliam sırasında cereyan eden vahşetin boyutları tam olarak aydınlanmış değildir. Halkın itirazları bu kıyımların önünü bir nabza almışsa da metot değiştirilerek devam ettirilmiştir.
“Neler olmuş yurduma neler olmuş yurduma ki zindanlar çiğ ve gelinciklerle böyle dopdolu ve şehitlerin yakınları ağıtlı bulutlar kümesi kavruk lalelerin ağıtına böyle yağarlalar!” Sait Sultanapur’dan bir iki dize (1981 kurşuna dizildi)
Yazar Said Sircani “casusluk, İslam’a ihanet, uyuşturucu kullanmak ve eşcinsellik” ile suçlanmış hapsedilmiştir. Daha sonra serbest bırakılmış ve kısa bir süre geçmeden İsfahan kenti sokaklarında cesedi bulunmuştur. Sircani bir mektubunda dönemin Cumhurbaşkanı olan Ayetullah Hamnei’ye şöyle yazmaktadır: “Ben insanoğluyum ve bunun kanıtı da mangaya ateş fermanı ve baldıran içmek hükmünde olan bu mektubu yazmaktır… Bırakın gelecek kuşaklar görsünler ki başı belalı yurdum İran’da kendi canlarından korkmadan geçen ve ölümü yiğitçe kucaklayan insanlar vardı.” Sircani’nin ölümünün üzerinden çok geçmeden çevirmen ve araştırmacı Ahmed Mir Alai’nin cesedi de aynı kentin sapa sokaklarının birinde bulundu.
Kasım 1998’de “İslam Fedaileri” imzası ile bir bildiri gazetelere fakslanır. Orada tüm düşünürler ve özellikle 35 yazar ve gazetecinin adı geçerek ölümle tehdit edilir. O günler böylesi tehditler sıklıkla yapıldığından pek üzerinde durulmadı fakat o bildiri ve Enformasyon Bakanlığı ve Keyhan gazetesinin arka çıktığı tehditler yaşama geçirilince devlet erkini ellerinde tutanların da onay ve fetvaları ile son yılların en korkunç seri cinayetleri başladı.
İran Yazarlar Birliği’nin yeniden kurulması için çalışan yazar Gaffar Mir Hüseyni kayboldu ve cesedi adlı tıbba teslim edildiğinde ölüm nedeni beyin enfarktüsü olarak bildirildi. Ardından gazeteci, yazar ve yayıncı İbrahim Zalzade yok olup ve daha sonra cesedi Yaft Abad çölünde bulundu. İran Dilleri Kültürevi yöneticilerinden ve üniversite profesörlerinden Ahmed Tafazzoli’nin cesedi arabasının bagajında bulundu. Kafasına sert cisimle vurularak kırılmıştı. Yazar Abbas Marufi yazdıklarından dolayı halkın gözleri önünde kırbaçlanmış ve hapsedilmiştir. Gazeteci yazar Ferec Serkuhi kaçırılıp işkence görmüştür. Şair Hamit Rizvani ve 10 yaşındaki oğlu bıçaklanarak öldürülmüştür. Masume Musaddık’in öldürülmesinin arkasından 60 yaşlarını aşmış karı koca, şair ve siyaset kadını Pervane Fruher ve kocası siyaset adamı Dariyuş Fruher evlerinde her birine 26 kama darbesi indirilerek öldürüldüler. Gazeteci Piruz Devani kaçırıldı ve ölüm nedeni kalp krizi olarak bildirildi. Mecit Şerif, Dr. Cemşit Pertevi kaçırılarak öldürüldüler. Şair, yazın kuramcısı, düşünür Mohammed Muhtarı sabah evinden ekmek almak için çıktığında kaçırıldı, boğazı telle sıkılarak öldürüldü ve cesedi iki gün sonra bulundu. Aynı gün yazar, M. Bakhtin’in çevirmeni Mohammed Cafer Puyende yine kaçırılarak aynı feci şekilde öldürüldü. Yargısız infazlar hep tanrı adına, memleket adına ve toplumun dirliği ve düzeni adına devam etmiştir.
“Arın İslam Fedaileri”nin ikinci bildirisi vahşeti arttırmak için yeterli oldu. Konuyla ilgili, adının açıklanmasını istemeyen bir yetkili sonradan kapatılacak olan Nişat Gazetesi’ne şöyle demiştir: “Bu cinayetleri bizimkilerin yaptığından hiç kuşku yok, fakat inanın İngilizlerin işidir. Onlar memlekette demokrasinin gelmesini birçoğu gibi istememektedir.”
Amerika’nın ve İngiltere’nin İran üzerinde oynanan oyunlarda devlet erkini paylaşanların değişik kesimlerini destekleyip değişik oyunlar sahnelediklerinden hiç bir İranlının kuşkusu yok. Musaddık zamanında İngiliz siyasetlerini destekleyen Ayetullah Kaşani’nin, Hatemi karşıtı egemenlerin neden yüceltildiğini, Amerika dışındaki emperyalist güçlerle neden ilişkilerin düzeltilmesinde her hangi bir sakınca görmediklerini, ve tam tersine neden Amerika’nın Hatemi markalı “demokrasiden” yana tavır takındıklarını ve Hatemi’nin neden özellikle Amerika ile “uygarlıkların diyalogu”nu gerçekleştirmek istediğini anlamak zor değil. Hatemi’nin temsil ettiği ağır sanayi sermayesi var gücü ile Refesncani, Hamnei ve diğerlerinin kolladıkları toprağa bağlı tefeci sermaye, geleneksel mali sermaye arasındaki çekişme, temelde halkın çıkarları ile bağlantılı olmasa da halkın, bu çatışamadan çıkan uyduruk da olsa “demokrasi”den yana tavır aldığı dünyaca görülmektedir. En kötü demokrasi bile en iyi faşizmden daha iyidir. Halk, baskı, terör, sahtecilik, faizcilik, fuhuş, uyuşturcu kullanımı, hayat pahalılığı, işsizlik, hapis, idam ve din adına, tanrı adına yaşamlarının cehenneme çevrilmesinden ve inançlarının bu denli sorgulanmasından, sömürülmesinden gına gelmiştir.
2009 yılında Cumhurbaşkanı seçimlerindeki halka nanik yaparcasına hayata geçirilen seçim hilesi sonrasında, dini lider Hamnei’nin ünlü konuşmasında açık açık verdiği destekle Ahmedi Nejad yeniden cumhurun başına geçti. 1984 ve 1988 hapishanelerde yaşanan katliamlar döneminde başbakan olan Musevi, Devrim Muhafızları eski komutanı Muhsin Rızai ve Ayetullah Humenyni’nin mutemedi Ayetullah Kerrubi’ye bile tahammül edilmemiş ve saf dışı bırakılmışlardır. Bu seçimlerin resmi sonuçlarının açıklanmasının ardından sokaklara dökülen yüz binlerce insan arasından avlanan onlarca öğrenci, yazar, gazeteci kadın ve erkek dehşet mağarası olarak bilinen Kehrizek hapishanesinde işkence altında katledilmiştir.
İşte bu korkunç çatışma ve çelişmeler tandırında yanan İran’da, nice sanatçı, düşünür, şair ve yazar öldürülmüştür. Tümü de İran toplumunu çürümüşlükten kurtarıp yeniye doğru bir adım ilerletebilmek için, ölümden nefret ettikleri gibi ona yiğitçe hoş geldin demişlerdir.
İnsanlar ve insan toplumu, ilerlemeye tarihsel olarak zorunludur. Bu zorunluluk olduğu sürece de çağını doldurmuş ve çürümeye yüz tutmuş düşünce ve sistemlere egemen olanlar, o sistemi yok etmeyi amaçlayan yeni düşünceleri yok edemedikleri takdirde düşünenleri yok etmeye devam edeceklerdir. Ama düne baktığımızda çürümüşlüğü savunanların tahtlarından ancak harabeler kalmış ve insan toplumunun bir adım daha ileri atmış olduğunu görürüz. Ne de kutsal bir adım, ne de çok canlara mal olmuş bir adımdır bu!
[1] Bu makalenin hazırlanmasında Ali Ansari, Mesut Nogrekar ve 2000 yılında ölen İYB Kurucu Kurul üyesi öykücü Huşang Golşiri’nin konuyla ilgili yazılarından yararlanılmıştır.
Otoriter sistemler varlığını düşün(e)meyen, sorgula(ya)mayan, eleştir(e)meyen sürülere borçludur. Sürüden biri (leri) düşünmeye başlarsa sistemi besleyen damar tıkanmaya başlar. Faşizmin kendini ifade ettiği tek dildir katletmek. “İnsanca bir yaşam, insanca bir düzen” düşünü asla katledemeyecekler. Tüm emekçilerin bayramı kutlu olsun!