Bugün, “müzeye” dönüştürülmüş olan Ulucanlar Cezaevine gittim. Boyanmış, badanalanmış bir villa görünümünde. Tertemiz duvarlarıyla “hücreler”, “koğuşlar”! Tertemiz kap kacak, pırıl pırıl tuvaletler!! Müzeler, tarihin derinliklerindeki gerçekleri günümüze taşıyan tanıklardır. Tarihi badanalayan ve silmeye çalışan bir mekan müze olamaz. Cezaevleri olursa hiç olamaz. Ulucanlar olursa asla olamaz.
Ulucanlar’ın tarihi, Türkiye’nin düşün, felsefe, siyaset ve devrim tarihinin önemli bir parçasıdır. Beklerdim ki bir yerde şöyle densin: İşte bu mekanın şurasında, şu daraağacı kuruldu, Deniz Gezmiş ve yoldaşları burada asıldılar!… Şu ranzada Nazım yattı. Şurada, İlhan Erdost, bu koğuşta yattı. Şurada “hayata dönüş operasyonu” yapıldı ve şunlar oldu. Bu izbe zindanda şu kişiler şu kadar süreyle kapatıldılar. İşte duvardaki kan izleri… işte duvardaki yazılar… işte bu da işkence aletleri… Bir de müzenin gerçeği daha “gerçekçi” olarak gösterebilmesi için, dönemin başbakanları, adalet bakanları, içişleri bakanlarının adları da bir duvarda yer alabilirdi. Müze böyle olur, tarih böyle korunur… Badanalanmış boş duvarlar, susturulmuş düşünürlere benzer, tarihe tanık olan müzeye değil!