1- Yasaklara başkaldırmanın hemen ardından cezanın gelmesi pek yeni bir olgu değil. John Berger, “Görme Biçimleri” adlı eserinde, Avrupa yağlıboya resim geleneğine değinirken Genezis’ten (Tekvin’den) Havva’nın yasaklanmış elmayı yemesine ve kocası Adem’e yedirmesine ait öyküden kısa bir bölüm aktarıp onların meyveyi yedikten sonra görme yetisine kavuştuklarına vurgu yaptıktan sonra şöyle der: “Burada ikinci çarpıcı gerçek de kadının suçlanması ve erkeğe boyun eğmekle cezalandırılmasıdır. Kadının karşısında erkek, Tanrı’nın temsilcisi olmuştur[1].”
Bu görüşte hemen hemen yeni olan hiçbir şey yok! Yasakların uygulanması, ebedi otoritenin ezele kadar sürdürülmesi! Egemenler, egemenliklerini sonsuza kadar sürdürebilmek için her şeyden önce kendilerinin “ölümsüz” olduklarını üzerilerinde egemen olanlara dayatıp, onları ikna edip ya da inandırmaları gerek! Eril egemen ve dişil suçlu oluşluluk durumunun devamlılığı için bu şarttır! Günümüzde bir ekonomik sistem ve sosyal düzenin bütünü olarak kapitalizm, devamlılığının ebedi olduğuna halkı inandırmak için kendini toplumsal evrimin son durağı olarak tanıtır. Ötesinin olmadığını söyler, insanları buna ikna eder ya da inandırır! Kapitalizm tanrısal bir konuma konulur ve kulların onun kurallarına inanıp baş eğmeleri gerektiği her an işlenir! Bu arada biri çıkıp da kapitalizm tanırsının ölümlü olduğunu söylerse büyük karşı konuş başlar! Neler olur? Tahmin edebiliyorum: en hafif ölçeğiyle düzen bozucu, düzen yıkıcı olarak yargılanır, ya yasalara karşı geldiği için ya da aklını yitirdiği için kapatılır. İnsanlık bugün büyük kapatmayı yaşamaktadır. Yazılı şiir metninin üzerinde hangi ölümsüz ve ebedi tanrısal gölge var? Bu tanrısal yasalar yazılı şiir metninden silinebilir mi, silinmeli mi?
2- Şiiri neden diğer edebi türlerden ayrık olarak ele almamız konusunda hemfikir olduğumuzu varsayıyorum! Kurmacadan farklı bir tür olarak şiirin bir parezia olmadığını bir yerde yazdım[2]. Ancak şiirin, kurmacadan farklı olarak, kendi metnindeki realite dışındaki şeylere anlamlılık ya da adlık kazandırmak, bu şeyler arasındaki ilişkilere göndererek temsiliyet görevi yoktur. Şiir metninde temsil olarak presentasyon ve represantasyon kendi gerçekliliği içinde ele alınabilir. Noktalama imleri yazılı şiir metninde neyin temsilciliğini yapar ve hangi işlevin yerine gelmesine hizmet eder? Tzevetan Todorov der ki: “Şiir göstermek ve temsil etmekle yükümlü değil… (ancak) şiir de temsil öğeleri içerir.” Acaba bu Paul de Man’ın ve Derrida’nın işaret ettikleri, metinsel kaypaklılıkla aynı kapıya mı çıkar? Bu metinsel kaypaklığın toplumsal devingen sınıfların ereklerine karşıt olduğunu iddia etmek aslında şiir metnindeki durağan ve baskıcı imlerin yanında yer almaktan öteye geçmez!
3- Geçenlerde bir grup edebiyatçı ve şair arkadaşıma Geçiş adlı uzun şiirimden şu dizeleri okudum:
dizlerinin rahlesine yatırır yazgımı yazar bozar okur öldürür beni ölünce kızar
Sonrada duydum ki o arkadaşlardan biri bu şiiri eleştirirken “dizlerin rahlesi olmaz, bu yanlış bir imgedir,” demiş. Çok sevindim. Şiirde bir “hata”nın hem de imgesel hatanın varlığı biri tarafından ileri sürülüyordu. Ancak öyle görünüyor ki o dizeyi şiir yapan öğelerin başında işte bu hatalı imge yer almaktadır. Diyorum ki hata yapmak hoştur. İmgesel hata yapmak güzeldir. Yanlış hatalar yapmak doğru hatalardan daha hoş ve daha güzeldir. Akiklerim adlı şiirinden aktardığım bu iki satırda ikinci satırının başındaki “cesedim” sözcüğü yanlış değil mi? Yanlış!
taş olayım diyorum sapanlarına bir gece vakti diyorum ansızın
cesedim ya da dolaşayım çocuk ellerinde renkli kalem kokusu
Gilles Deleuze, Proust’tan “Güzel kitaplar yabancı dildeymiş gibi yazılmalıdır. Her sözcüğün altında biz kendi imgemizi, kendi anlamımızı koyarız, bu da yanlış anlamlar yaratır. Fakat güzel kitaplarda yapılan tüm yanlış anlamlar güzeldir,” diye aktardıktan sonra der ki “… Bu, okumanın iyi biçimidir: Yapılan her yanlış anlam iyidir, yeter ki yorum olmasın… kendi dilinden başka dil çıkartsın.[3]”
4- Şiir metninde yer alan noktalama işaretlerinin ne gibi bir işlevi olabilir? Şayet görsel bir işlev değilse –ki böyle bir işlev dilin şiirsel işlevine yani seslendirilme işlevine karşıdır, seslendirilemez- öyleyse “okuma”yı belirler diyebiliriz. Şiiri kim okursa okusun, aynı şu anda bu yazıda olduğu gibi, virgülün ve ünlemin işaret ettiği gibi okunmalıdır! Bu ise okuma eyleminin ve bu bağlamda eleştirel okumanın belli sınırlar ve kalıplar içine girmesini zorunlu kılar. (Divan şiirindeki aruz vezinlerinin oynadığı rol!) Şiir her şeyden önce sessel bir metin olduğuna göre (ezbere okunan bir şiiri düşünün) bu sesi oluşturan sözcükler arasındaki ilişki –her türden ilişki- bu metnin kendi öncesi ve sonrasıyla nihai bütünlüğünü belirler. Okurun, örneğin sözcükler üzerindeki değişen sessel vurgusu, sözcükleri her okumada farklı olarak bir birine yaklaştırıp uzaklaştırması (süremsel farklılık), şiirin yaradılışında, yeniden yaradılışında önemli rol oynadığı açıktır. Yazıdaki simgeler olarak şiir metninde yer alan (sessel okunan metinde) noktalama işaretleri bir otoritenin gardiyanları olarak varlıklarını sürdürür. Metni çokbiçimlilikten tekbiçimliliğe sürükler, hapseder. Gramer eril diktatöryanın bir aracı olarak süngüsünü sözcüklere yöneltir. Sözcükler o virgülün, o noktalı virgülün ya da noktanın ötesine geçmemeye zorlanır. Sözcükler arasındaki ilişkiler katılaşır. Metin katılaşır. Donar! Merkezler azalır. Tek merkez, tek zihniyet, tek dil, tek okuma, tek şiir, tek müzik, tek devlet!!! Ne kadar çok tek var! Hitler’in ordusu aklıma geldi!
Noktalama imleri şiirin ayağının altındaki toprağı sağlamlaştırır. Bir harç olarak sözcükler arasındaki bağı sıkılaştırır. Değişim aynı oranda azalır. Değişim olasılığı ve olanağının azalması ebedi ve tanrısal düzenin kurulmasına ve kurulan düzenin sürdürülmesine hizmet eder. Okurun katılımı sınırlanır. Okur tüketici olmaktan öteye geçemez. Aslı vazifesi yaratıcılık olan okur pasifsize edilir. Şiirin düzenini değiştirme yetisinden uzaklaştırılır. Okuyucudan ziyade bir seyirciye dönüşür. John Berger’in çok titizlikle açıkladığı o Ortaçağ çıplak kadın resimlerini seyreden seyirciye!
5- Ben şiirin ayaklarının altını kaygan yapmalıyız diyorum. Sözcükler arasındaki bağ gevşek, koptu kopacak olmalı. Kopmalı. Bu keyfi bir sorumluluk değil. Şiir okuru tarafından “yanlışlıkla” güzelleşecekse, yeniden yazılacaksa, yeniden hislenecekse o zaman bunu sadece gramer diktatörlüğüne karşı durmayı teklif etmekle kalmayıp, onu anlatarak değil oluşturarak olmalı. Yukarıda sözünü ettiğim Geçiş adlı şiirden bir parça:
savaş çıkarır tankının kadife paletleri geçer göğsümden
barbardır orduları tarçın kekik terler
barış ilan eder
döşünün beyaz bayrağını diker tepeme
öper yaramı sarar sesiyle
gider ıspanak pişirir
6- Şiir metnindeki sözcükler arasındaki ilişkinin gevşekliği, eril dünya görüşündeki bir zafiyet ya da zayıflık olduğunu kabul etmiyorum. Sözcükler beton zemin üzerinde kurulmamalı diyorum, tam tersine kum denizi, su denizi üzerinde kurulmalı! Sınıfsız topluma geçerek kendi kendini yok eden devlet gibi şiiri yok eden bir zemin ve kendi kendini yok eden şiirden söz ediyorum! Nietzsche Çölün Kızları adlı şarkısında der ki: “Çöl büyür: vay haline içinde çöl saklayanın!”[4] (Dionusos Dithyrambosları) İşte şiir dediğim bu vay haline olandır! Sözcükler arasındaki mesafe oynak olmalı diye öneriyorum. Ama isterse olmasın, zorlama yok tabii. Bir diğerinden uzaklaşan sözcükler, şiirin müziğinin temel parçası olan sessiz evrelerin uzamasına yol açar. Bu ise gramer diktatörlüğünün yıkılışına giden ilk “ciddi” adımlardır. Gramerin yıkılışı, binlerce senedir insanoğlunu zulme baş eğdiren dilin de yok oluşunun ayak sesleridir. Sessiz dilin doğuşunu müjdeleyen ayak sesleri! Birisinin arzuladığı sınıfsız toplum, paranın olmadığı, mahkemelerin, yasaların, orduların, sınırların olmadığı bir dünya nasıl ki bir başaksı için ütopik görünmekteyse, benim de sesin olmadığı, sesin hiçbir işlevi olmadığı iletişimin var oluşunu arzulamam bir başkası için ütopi olabilir. Ama nice hayaller “gerçek” olmuştur! Geleceğine inandığım o dünyada hisler seslendirilmeden iletilecektir. Bugün bir virgülün bir dizeden silinmesi ve şiirin sözcüklerinin ayakları altındaki yerin kayması, çok büyük bir alt üst oluşun habercisidir.
7- Todorov, “Bugün şiirsel imgelerin betimsel olmadığı, gönderilmeleriyle değil oluşturdukları söz zinciri düzeyinde, kendi edebililkleri çerçevesinde okunması gerektiği Kabul edilir,” der[5]. Sözsel imgelerin de bir nihai ölçekte oluşturdukları, çağrıştırdıkları ve ilettikleriyle sınırlı kalacaktır. Bu nedenle ister gramer figürleri olsun ister troplar, bütün retorik figürler de sırasıyla şiir metinden silinecektir diye düşünüyorum.
8- “Dildeki akıl! Ah, ne kadar aldatıcı, yaşlı bir kadın! Korkarım ki henüz gramere inandığımız için tanrıdan kurtulmayacağız.”[6]
[1] John Berger, Görme Biçimleri, s:48, Metis Yayınları, 2003
[2] Haşim Hüsrevşahi, İdeoloji ve Şiir: Farsça Şiirde Durum Nedir?, Mortaka, 14:39-45, Bahar 2010
[3] Gilles Deleuze-Claire Parnet, Diyaloglar, s: 19, Bağlam Yayıncılık, 1990
[4] Friedrich Nietzsche, Dionusos Dithyrambosları, s:27, Kabalcı Yayınları, 1993
[5] Tzevetan Todorov, Fantastik, Edebi Türe Bir Yaklaşım; s:65, Metis Yayınları, 2004
[6] Friedrich Nietzsche, Putların Alacakaranlığı; s:27, tümzamanlar yayıncılık, 2000