Tam 42 yıl öncesidir.
13 Şubat 1967 pazartesi günü. Aynı şu anda Ankara’da olduğu gibi, Tahran’da karla karışık yağmur yağıyor. “Sen, İran İngiltere Kültür Evi kütüphanesinde bir yazı üzerinde çalışıyorsun. Puran Ablan da ileride kitap okuyor. Kalkıp yanına gidiyorsun, elini omzuna koyuyorsun; ‘Ben geldim,’ diyorsun, ‘Oradayım. Çalışıyorum. Nasılsın, iyi misin?’
Ablan, ‘Evet, iyiyim. Ne çalışıyorsun?’ diyor.
‘Jean d’Arc’ın çevirisine çalışıyorum,’ diyor yerine geçiyorsun. Bir, iki saat kadar sonra tekrar Puran ablanın yanına gidiyorsun. Yaramaz bir çocuk gibi onun omzuna vuruyorsun: ‘Haydı! Kalk gidelim! Ben annemlere gidiyorum,’ diyorsun.
Puran gelmiyor. Öğleden sonra saat 3’te bir buluşması var. Sen ısrar ediyorsun: ‘Arabam var. Bu yağmurda ne yapacaksın? Birlikte gidelim,’ diyorsun. O gelmiyor. Sen her zamanki gibi ona, ‘Haydi ben gittim,’ diyorsun, kütüphaneden çıkıp annenlere gidiyorsun. Başında başörtün var. Saat üçe kadar annenin evinde kalıyorsun. Kapıda, annen seni yolcu ederken dudaklarının tuhaf soğu onun yüreğini titretiyor. Senden sonra o anlattı: ‘Dudakları buz kesmişti. İçim dağıldı. İnsanların dudakları ölmeden önce soğurmuş. Ona, ‘Furuğ, anneciğim saçlarını tara! Böyle çıkma dışarı’ dedim. Bana ‘Bırak anne! Kime tarayacağım saçlarımı?’ dedi.’ Annenin kollarından ayrılıyor arabaya biniyorsun. Direksiyona kendin geçiyorsun. Şoförüne, yan koltukta oturmasını söylüyorsun. Bilmiyorsun bu yaşlı adam nasıl yıllarca neden senin direksiyonda oturmana izin verdiği için pişmanlık gözyaşları dökecek: ‘Ben otursaydım böyle olmazdı. Stüdyoya gidiyordu. Bu bizim kısmetimiz değilmiş. Hiçbirimizin!”
sokakta rüzgâr esiyor buysa yıkımın başlangıcıdır. senin ellerinin yıkıldığı gün de rüzgâr esiyordu
24 T 1413 plakalı arabanla caddeden aşağı inerken, Şehriyar İlkokulu öğrencilerini taşıyan arabayla karşı karşıya geliyorsun. Onlara çarpmamak için direksiyon kırıyorsun. Araban caddeden çıkıyor. Sen cip arabanın açılan kapısından dışarı fırlıyorsun. Başını refüje çarpıyorsun. Seni hemen Rıza Pehlevi Hastanesi’ne kaldırıyorlar ancak tıbbi müdahale gerçekleşmeden hayatını kaybediyorsun. Hayır, hayır. Hayatın sürüyor… Cenazenin defnedilmesi için namaz kılınmalıydı. Mollalar cenaze namazını kılmıyorlar. Cenazen iki gün defnedilmeyi bekliyor. Biliyor musun, böyle bir zamanda yaşadığım için, böyle bir zaman dilimine sıkışıp kaldığım için kendimden utanıyorum. Sonunda yazar Mehrdad Samadi cenaze namazını kılıyor. 15 Şubat Çarşamba günü Zahirüldövle mezarlığında toprağa veriliyorsun. Sen toprağa emanet edilirken de kar yağıyordu.[1]
belki de gerçek o iki genç eldi, o iki genç el durmadan yağan karın altında gömülmüş olan ve bir dahaki yıl, bahar pencerenin arkasındaki gökyüzüyle seviştiğinde ve teninde fışkırdığında uçarı yeşil saplı fıskiyeler, çiçek açacak olan o iki genç el sevgili, ey biricik sevgili
Neydi gerçek? Gerçek nedir?
Gerçek şu ki biz şimdi bir sorunla karşı karşıyayız. Biz bir hayatın sınırından geçmiş ve bir ölümün kapısında duruyoruz. Bir mesafe kat etmişiz. Bu mesafeyi geçme bizi uzaklaştırmamış, yakınlaştırmıştır. Biz şimdi bir dehşetin eşiğinde yaşamdan uzaklaşırken ölümün kapısından yeniden o hayata dönmek istiyoruz; bu dönüşle o mesafe yitecek.
Hemen söylemeliyim; Furuğ’un ölümü herhangi bir ölüm değil. Furuğ’un ölümü yaşamla ölüm arasındaki çizgiyi bulandırmıştır. Mesafeyi silikleştirmiş, bizi aldatmıştır. Yaşamının ölüme benzeyişinden dolayı değil, ölümün ölümden hayata geri dönüşü yarattığındandır bu kandırma. Furuğ’un yaşamı ve ondan öte onun ölümü bir sorundur. Bizim dilimizin bu sorun karşısında nasıl bir sorumluluğu olabilir? Şayet dişil şiir üzerinde düşünülecek, konuşulacak ya da yazılacaksa bu sorumluluk görmezden gelinemez. Bunun için biz bir kere dilin içine, kendi dilimizin içine girmeliyiz –şayet dilin dışı diye bir yer varsa- bir kere de ölümün içine girmeliyiz.
Ben böyle duyumsuyorum; Furuğ’un ölümü dili kesilmiş İran kadınlarının ölümüdür. Öyleyse biz bir faciayla karşı karşıyayız. Biz dilin içinde ölümü ve bu faciayı tecrübe etmeliyiz, sonra durduğumuz eşikte bu büyük facianın sınırlarını kestirmeye çalışacağız. Biz dilimizi ve ölümü tecrübe etmeliyiz ve sonra konuşabilirsek konuşmalıyız. Biz bu ölüm hakkında konuşarak onu vuku bulmaktan alıkoyacağız! Ben burada bunu konuşamamayı aktarmaya çalışarak deneyeceğim.
Bu bağlamda ve şu anda ben bir “na-mümkün”le, “na-mümkün olanla” karşı karşıyayım. Olması olası olmayanın olmasıyla! Mümkün olmayana Farsçada “na-mümkün”, “gayrı mümkün” denir. Azerbaycan Türkçesinde “mahal” denir. Mahal, hiç olmayacak, imkânsız olandır Azericede. Her iki sözcük yani “mümkün” ve “mahal” Arapça sözcüktür. Ama Anadolu Türkçesinde “mahal”, Türk Dil Kurumu’na göre, Arapçada kullanıldığı gibi; yer ve yöre olarak kullanılır. İster öyle olsun ister böyle, ister yetimizi aşsın ya da anlam zemini ve yeri elimizden, dilimizden ve zihnimizden çekilsin, şu anda bu eşikte dururken Derrida’nın deyişiyle “mahal vermeyen” bir görevle karşı karşıyayım ve bu nedenle de ben bu vazifeden, bu sorumluluktan kaçıyorum. Bu kaçışla, kendimle bu ölüm arasına bir mesafe koymaya ve böylece neyi söylemem gerektiğini ve söyeleyememi anlamaya çalışacağım. Az önce söylediğim geri dönüşle kapanan mesafe ile bura arasında ve koymaya çalıştığım mesafe arasında bir yarık, bir uçurum oluşacak. Bu mesafe, bu yarık bütün sorunları çözecek diye savlıyorum. Bu mesafe, bu yarık zihnime girecek, sesime girecek, kavramların ve kayıp giden anlamların arasında girecek; böylece beklenen ve beklenmeyen anlamları doğuracak, doğurduğu anlamları yok edecek ve sonunda belki de 42 sene sonra bu ölümü algılayacağım yeni eşiğe kavuşacağım. Siz de benimle!
Furuğ: dünyamıza, kendi dünyasına sarı saçlı gelen ve o dünyayı kara saçlı olarak terk eden bir kadın-şair!
Ben burada kadın ile şair sözcükleri arasında, düşünürken bir ara ve yazarken de küçük bir tire koydum. Beni dinlerken siz o tireyi görmeyeceksiniz. Yazı ile konuşmanın bir oyunudur bu sadece. Bu tireyi, kadın ve şair arasına bir mesafe girsin diye koydum. Neden? Çünkü aralarına tire olmadan seslendirilen “Kadın Şair” betimlemesinin üzerinde kısa bir notu aktarmak için bahane arıyorum da ondan.
Furuğ Ferruhzad’dan söz ederken hemen “Kadın Şair” sözcüklerini de onun adının önüne koymaya alıştık, alıştırıldık: Kadın Şair!
Aslında benim sözcüklerle ve genelde dille sorunum var. Dilin, hele revaçtaki dilin, bize dayattıklarıyla sorunum var. Karşımızda duran bu iki sözcükten ilkin ikincisine dokunmak istiyorum.
Şair, Arapça bir sözcüktür. Kökü, “Şe’ere”dir. Şiar ve şuur bu kökten yeşermiştir. Şiar, Türkçede kullanılan özgünlük, özellik ya da bireysellik gibi anlamları iletirken, slogan ya da başta tutulan ve dillendirilen ivedi hedefi, ülküyü de kasteder. Şuur ise en eldeki anlamıyla bilinç demektir. Demek “şair” dediğimiz kimse, şiir söyleyen, bilinç sahibi ve slogan ve ülkü belirleyici biridir. Tabii bu durum Arapça düşündüğümüzde cereyan eder! Ama başka dillerde bu böyle olmayabilir: örneğin Farsçada, Almancada ve İngilizcede böyle değil. Özellikle şiir ve bilinç tartışması bağlamında bu konu daha da önem kazanmaktadır.
Şair sözcüğü Arapça olduğuna göre ve Arapça denince onun dini çağrışımları biz Anadolu insanının zihninde belirdiğine göre, İslam bağlamında biraz daha geriye gidip yeniden günümüze dönebiliriz sanırım; Kuran ortaya çıkınca, onun sözsel gücü, beddualar, hicivler, savaşta ve barışta hummalı hitabeler ve yaşamlarına giren hemen hemen her şeyi şiirlerinde dillendiren ve bazı doğaüstü güçlerle ilişkide olduğuna inanılan bedevi şairler ve bedeviler arasında şaşkınlık yaratmıştır. Onlar, Muhammed’i kâhin, mecnun ve şair olarak adlandırıyorlardı. Kuran’a göre onlar mesela şöyle diyorlardı: “Biz tanrılarımızı mecnun bir şairin sözleriyle mi terk edeceğiz?”[2] Kuran ise onlara Muhammed’in sözünün ne bir delinin, ne bir şairin kehaneti olamadığını belirtiyordu. Mecnun, şair, kâhin, büyücü ve vahiy, birlikte anılan sözcüklerdi. Belki şimdi de!
Lafı dolaştırıp durmamın bir nedeni de sözü “mecnun” sözcüğüne çekmektir. Mecnun; cinlenmiş, cin çarpmış, çıldırmış, aklını yitirmiş deli demektir. Deli ise kendi kendiyle konuşan, kayıptan ses duyan, kayıptakilere hitap eden, anlam, anlama, anlamlama ile ilişiğini kesmiş olandır. Şairler hakkında konuşurken böyle bir saptamaya varmamız çok ilginç ve bir o kadar da önemlidir. Cin, İngilizcede gen anlamında gelen “gene” [okunuşu ‘cin’, Fransızcada jen olarak okunan“gène”dir] ile aynı şekilde okunur, gen ve genetik gibi sözcükler grubuyla ortak sessel çağrışımları var. Diğer yandan “gène”, Farsçada kadın anlamına gelen “zen”le ortaktır. Hem “zen”in ve “gène”in doğurganlığı açısından hem de okuma ve seslendirme açısından bu iki sözcük ortaktır. Aynı şekilde İngilizcenin hakiki, öz, gerçek, içten, özgün, anlamlarına gelen ve Arapçanın “cenin” sözcüğünü çağrıştıran, gerçek ve geçerliliği olan anlamına gelen “genuine” [‘cenin’ ya da ‘cenuin’ diye okunur], entelektüel, dâhi ve dâhilik, anlamına gelen “genius” [‘cinyis’ olarak okunur] gibi sözcükleriyle de dirsek teması var. Farsçada bu konu biraz daha ilginçtir! Birkaç sözcük telaffuz edeceğim: Zen (kadın), Zénde (diri) Jéndéh (yırtık pırtık), cén (cin demek, Arapçadan alınma), céndé (orospu demek, Azericede eski püskü bez ve fahişe anlamına gelen “cında” olarak söylenir). Céndé aynı zamanda Türkçe telaffuzuyla cadı sözcüğünü anımsatır. Cadı, Farsçada büyü yapan “caduger” (cadıcı, cadı yapan) yani işi cadılık olan birey demektir. Caduger, cadu yapar. Yani Türkçedeki “cadı” hem bireye hem de bireyin yaptığı işe işaret eder. Almanların şairlere dedikleri der Dichter, die Dichterin sözcüğünün kökündeki “dicht”’in anlamına denk düşen “sıkı ve su sızdırmayan” Farsça bu birkaç sözcüğe şöyle bir baktığımızda bu dilde kadınlığın, bilgeliğin, bilinçliliğin, doğurganlığın aynı kökten geldiğini görmekteyiz ve unutmuyoruz ki erkek egemen toplumun ürünü olan bu dilde bunlara eklenen başka anlamlar ve çağırışımlar da o saydıklarımın peşinden sürüklenmektedir: büyücü, orospu, yırtık pırtık, değersiz, cinlenmiş, büyücü, cadı falan…
İkinci konu ise şair sözcüğünün ve çağrışımlarının deliler, kâhinler ve vahiy konusuyla bitişik gelmesidir, çağrıştırılmasıdır. O zaman ben de işi ileri götürüyorum; esini vahiy yerine koyuyorum, olmamış şeyler hakkında konuşmayı kâhinlik olarak algılıyorum, kendi kendine ve çevresindeki eşya ile konuşmayı şizofrenik bir çılgınlık olarak gösteriyorum, aşkı ise aklın yadsıması olarak koyuyor ve madem erkekler ve eril zihniyet, kendi tohumundan olmayanı haram ve haramzadelik olarak betimliyor ben de diyorum ki, tüm bu betimlemelere karşı durmanın yolu edebi piçliği ve haramzadeliği kabullenmektir! Daha doğrusu piççe diretmektir!
Furuğ’un, babası, kocası ve ister edebiyat çevresindeki erkekler isterse toplumun dini ve “ahlak temsilciğini üstelenen” erkekler tarafından “nankör”, “ahlaksız” ve “cadı” olarak hedef gösterilmesi ve dışlanması, I. Marc Carlson’un hakkında çok güzel bir özet verdiği ortaçağ Fransa’sındaki cadıların öldürüldüğünü insanın aklına getiriyor.[3] O özette cadı diye yok edilen kadınların birçoğunun yakıldığına tanık olmaktayız. Ama kadınların yakılması iki türlüdür: Yakarsın, cadı yanar, kül olur gider. Geriye ise bıraktığı çığlık kalır, dumanı kalır ve et kokusu! Kadının çığlığı, dumanı ve kokusu! Cadının asla yok edilemeyecek ve zihinlerden silinmeyecek büyüsü! İkinci bir yakılış daha var ki yakarsın; kadın yanar ama ölmez! Yandıkça daha da diri diri bakar yakanların yüzüne, gözünün içine! Bu tür yakılış nesnel gerçeğin yakılması değil; kadının tözel ideler varlığının, zihinsel varlığının yakılmasıdır. Benliğinin, bilincinin yakılmasıdır. Varlığının yakılmasıdır. Hem orada hem şurada olan; fakat hiçbir yerde olmayan buradalığını, süreğen var oluşunun varlığını yakmaktır. Bu ise bir faciadır! Furuğ’un erkekler tarafından yok edilmek üzere yakılması bu ikinci türdendir. Bu nedenle de 42 yıl sonra o hâlâ dimdik bakıyor bize! Bu başka bir bakıştır, başka bir büyüdür, başka bir cadılıktır! Furuğ söz konusu olduğu için de, eril zihniyeti çıldırtan başka bir cadalozluktur!
Şimdi soruyorum, kim dedi tüm bunları? Kim yükledi bu anlamları ve kim dayattı tümünü? Bu soruları şimdi sadece sormakla yetineceğim ve bugün burada yanıtlamayacağım; ancak bir şeyin altını da çizmek istiyorum: erkek egemen bir varlığın dünyası olan dil, ister üretim aracı olarak ister iletişim aracı olarak kullanılsın fark etmez; şu anda yaşadığımız dünyada eril dünyanın elinde bir baskı aracıdır, kölelik ve baş eğme sistemidir. Başka bir zaman bu noktaya değinirim belki.
Bir ara vererek tekrar başa dönelim: Kadın şair!
Neden kadın şair? Neden şair sözcüğü yetmiyor?
Yetmez çünkü Arapçada fail babında şair erildir. Kadın olabilmesi için Arapçanın fail kalıbından çıkması ve “şaireh” olması gerek. (Türkçede, te’nis (dişilik) “h”sı olarak betimlenen sözcüğün sonundaki “h” okunmaz.) Bahtımızdan üçüncü şahsı gösterirken (örneğin İngilizcede olduğu gibi) cinsel ayrımcılığı olmayan ve gramatik temeli (Almanca, Arapça ve birçok diğer diller gibi) bu cinsel ayrımcılığa dayanmayan iki dile ait, yani Türkçe ve Farsçaya ait bir konu üzerinde konuşacağım; ama ne yazık ki bu iki dildeki “ozan” ve “sorayende” sözcüklerini kullanmıyoruz, kullanmaya alışık değiliz pek! Biz neden batının ve Arapların cinsiyet ayrımı gözeten kalıplarına sokmak istiyoruz zihnimizi, yani dilimizi yani kendimizi? Araplar şair ve şaire diyebilirler, Almanlar der Dichter ve die Dichterin, İngilizler Poet ve Poettes (ya da he poet ve she poet) diyebilirler ama biz niye? Geçelim!
Çok açık söylüyorum; aralarında tire olmayan kadın ve şair sözcüklerinin böyle kullanışı eril düşüncenin ürünüdür. Buradaki tire, “kadınlık” ve “şairlik” arasında ayrılık getirmiyor, bu mesafe aradaki ayrımı ortadan kaldırıyor. Bu “ara” mesafeyi yok ediyor, yakınlaştırıyor! Dişilik ve şiir iç içe geçiyor. Bana öyle geliyor ki eril dünyanın insanları, “Kadın Şair” demekle bir yandan şaşkınlıklarını gösterirken diğer yandan bu ikiyüzlü ayrıcalığa gizli bir vurgu yapmaktadırlar! Bu ise bir toplu ruhsal sorundur. Ama kadın bu ayrıcalığı istemiyor. Niye istemiyor? Çünkü bu bağış, eril dünyanın müstemlekesi olan dil arenasında kadınların varlık göstermesinin onlarda yaratmış olduğu tepkiden doğmaktadır da ondan! Aaaa! Kadın Şair! Bu kadın ayrıcalıklıdır! Neden? Çünkü şairdir, şair olmuş! E? Ne yani, ne olmuş yani kadın şiir söylemişse? Çok şey olmuş! Yalnızlık Allaha, şairlik erkeklere mahsustur! Kadın erkekçe meydana çıkıp şiir söylemişse çok ayrıcalıklıdır demek! Sinsi, ikiyüzlü ve bahşedilmiş bir ayrıcalık; ikincil, erilden kaynaklanan bir ayrıcalık. Eril olmazsa var olmayan, olmayacak, olması savlanmayacak, var sayılmayacak ve “mahal verilmeyecek” bir ayrıcalık! Bu, çöküşe yüz koymuş sermaye düzeninin zaafından kaynaklanan, belki de erilin tahtını yitirme korkusundan ve güdüsünden kaynaklanan ikiyüzlü aldatmacaya karşı diyorum ki; alın şaşkınlığınızı ve de bahşettiğiniz ayrıcalığı başınıza çalın!
Yıllar önce Kanada’dayken Farsça bir şiir yazmıştım. Kadın ay değil, kadını aya benzetmemeli demiştim! Fars şiirinde kadını betimlemek için ay sözcüğü çok kullanılır. Divan şiirinde de böyledir. Ay yüzlü falan! Neden dedim? Çünkü ayın tüm özellikleri güneşten kaynaklanmakta. Güneşin aydınlığı yoksa ayın da aydınlığı olmayacak! Güneş kimdir? Erkektir tabii! Kamer kadındır, Şems erkek! Ben o zaman kadını, coşkun gaz ve sıvı fırtınalarından oluşan ve varlığı güneşe ikincil olmayan Erendiz’e (Müşteri’ye, Jupiter’e) benzetmiştim! Bahşettiğiniz ay güzelliği de sizin olsun demiştim, çünkü yıldızları yaratabilen akışkan Jüpiter dişil yapıya daha yakındır! Akışkan olma çok önemlidir. Yine geçelim!
Derrida, Timaios’un mukaddemesine mukaddeme yazarken şöyle der: “Girişlerde ciddi felsefe olmaz, en fazla mitoloji olur, diyordu Hegel.”[4] O zaman biz de söylencenin eşiğinden çıkalım ve bu ölüme bir daha bakalım.
Mukaddeme özelliğini koruyacak olan konuşmamın başlığını atabilirim şimdi. Fakat başlıktan önce sizin de bir konuda hazır olmanızı isteyeceğim; aktarılan örnek şiirlerin bazılarını uzun tutacağım. Başlık:
Furuğ Ferruhzad:
şiirinin cinsiyeti ve cinselliği
1- Furuğ bir kadın olarak ayaklandığında, zihninde ayaklandığında, dilinde ayaklandığında, yazıp söyleyerek söyleminde ayaklandığında, bir volkan gibi ağız açtığında, İran edebiyatında büyük bir deprem oldu: İza zelelzeletün zelzaleha![5] Edebiyat dünyası sarsıldı, ne sarsılma! Yıkılmaz denen binalar yıkıldı, şaşkınlık ve korku birçoğunu varlığını sarıp sarmaladı. Alışılmadık ve tuhaf bir şiirin lavlarının akacağını önceden kestiren zeki erkekler, zaman geçirmeden saldırıya geçerek tedbirlerini aldılar. Makaleler yazıldı, nutuklar atıldı, köşe yazıları döşendi, fiskoslar aldı başını yürüdü. Ve kısa süre içinde istedikleri tabloyu oluşturdular: Furuğ şimdi artık bir ‘değersiz kız çocuğu’ydu! ‘Akıl hastası’ydı! ‘Şiirden ne anlar’dı. O, ‘düpedüz bir orospu’ydu. ‘Aile düzenini hiçe sayan bir fahişe’ydi! Babanın buyruğuna kazan kaldıran bir ‘aklı kısa, nankör evlat’tı! O bir ‘deli’ydi! O bir cadıydı! Hastaneye, deliler koğuşuna yatırılmalıydı! İşte kadın bilgeliğinin ardından yağmur gibi yağan eril betimlemeler: Cin çarpmış, çılgın, cadı, fahişe! Ve böylece çok kısa zamanda o volkandan fışkıran toz ve duman Furuğ’un kendi başına, hayatına yönlendirildi ve çöktürüldü. Her yönden gelen eril baskıyla, yaşam Furuğ’a dar edildi.
Bazen tarihte gelişen olayları belirleyen, belirlenemeyen belirleyenler, şaka yaparcasına bazı hoş rastlantıları yaratır. Furuğ, Farsça bir sözcüktür; ışık, ışın, nur demektir, aydınlık demektir. Doğrudur ve bu ise hoş bir ironi ve rastlantıdır. Furuğ, eril dünyanın karanlığında parlayan bir furuğdu ve öyle kalacak! Ne zamana kadar? Var olduğumuz güne kadar! Neden? Çünkü o tek başına bir kıyametti aynı zamanda! Kıyamdı; bütün susturulmuş kadınları içinde barındıran tek kişilik bir kıyamdı, kıyametti; biz dirilerin mezara gireceği güne kadar sürecek kıyamet ve kıyam! Onun çığlığı, dilleri kesilerek diri gömülen kadınların, kadınlar mezarlığında hüküm kuran eril edebiyatın sonunu bildiren İsrafil Suru’ydu; geri dönüşü olmayan tersine işleyecek kıyametin başlangıcını bildiren sayha! O çığlık, ölülerin mezarlarından kalkmasını istedi. O sesle ve ölülerin mezarından çıkmasıyla kıyamet koptu! ‘Fosforlu köklerini tırmalayan bitimin öte yanındaki ölüleriyle’ tekmil bir kıyamet! Ancak bu aynı zamanda iki yöne kopan bir kıyametti. Bu kıyamette ölü sayılan diri sayılanlarla, diri sayılanlar ölü sayılanlarla yer değiştirmeliydi. Depremin yasası çalışarak yerin altı üstüne gelmeliydi ve geldi!
Bu İsrafil Suru’na kim üfledi, kim yaptı? Bunu 17 yaşında bir kadın yaptı. Bunu kucağında çocuğuyla 20 yaşındaki bir kadın yaptı. Bunu elinin tersiyle kocasının, babasının, o koca koca aksakallı, kara bıyıklı, hoş kokulu, kravatlı şairlerin, yazarların, dinin zihinlerde ve ruhlarda süren saltanatını sömüren mollaların göğsüne vurarak, onları bir kenara itip kendi yolunu açan 28 yaşındaki kadın yaptı. Bunu, durmadan yağan karın altında gömülen ellerini bahçeye diken ve yeşereceğini bilen, bilen, bilen ve mürekkepli parmaklarının çukuruna kırlangıçların yumurtlayacağına inanan ve bizim soğuk mevsimin başlangıcına inanmamızı isteyen ve buna inanan 32 yaşındaki bir kadın yaptı!
Bunları söylemem, sözünü ettiğim sorumluluğu yerine getirmeme yetmez; o sorumluktan kaçmama yeter (belki!). Öyleyse konuyu yeniden ele alalım. Furuğ’u biz bir kere insan olarak ele alabiliriz. Bir kere bir kadın olarak ele alabiliriz. Bir kere bir ozan olarak ele alabiliriz. Bir kere onun sesinin, şiirinin, sözünün, Farsça edebiyattaki yeri itibarıyla ele alabiliriz. Ben bu konuların bir kısmını Dahiler ve Aşkları adlı kitapta Furuğ bölümünde yazdım. Bir kısmı ise Yaralarım Aşktandır’ın[6] önsözünde Rıza Beraheni tarafından ele alındı. Burada ben kısaca onun şiirinin özellikleri, daha doğrusu onun şiirinin cinliği, cin çarpmışlığı, cadılığı, büyücülüğü, kehaneti ve cinselliği üzerinde duracağım. Hayır, üzerinde durmayacağım, yanında durup seyredeceğim! Ve gördüklerimi size aktarmaya çalışacağım!
2- Furuğ’un ilk toplu şiiri Tutsak 1952 yılında yayımlandığında, İran çağdaş edebiyat dünyasında Sadık Hidayet Kör Baykuş’u, Sadık Çubek Sabır Taşı’nı yayımlamış, Nima Yuşic’in Yeni Şiirinin ardından Ahmed Şamlu, Ak Şiir örneklerini vermiştir. Diğer yandan siyasi olarak, emperyalistlerin buyruğunda olan Şah, halk ayaklanmasıyla ülkeyi terk etmiştir (bir yıl sonra CİA darbesiyle geri getirilecek) ve Musaddık başbakandır. Petrol ve zengin doğal kaynaklar denizi üzerinde kurulu İran’ın sahibi halk açlık, yoksulluk, işsizlik, sefalet ve cehalet içinde yaşamakta. O “acı ve karanlık günler” süresince “halk, düşmüş halk yığını, bıkkın, yorgun ve şaşkın, kendi uğursuz cesetlerinin yükü altında, gurbetten gurbete gidiyorlardı ve cinayetin acıtan isteği, ellerinde kabarıyordu, bir kıvılcım, küçücük bir kıvılcım bazen, bu cansız sessiz topluluğu, parçalıyordu ansızın içten, onlar… kendi korkularında boğulmuşlardı ve korkunç duyusu günahkârlığın, kör ve künt ruhlarını, felç etmişti! İdam törenlerinde hep, urgan, bir mahkumun kasılan gözlerini, yuvasından dışarı fırlatırken onlar, kendilerine dalarlardı, ve yorgun ihtiyar sinirleri, şehvetli bir düşle gerilirdi…”
Halk, iki kara diktatörlüğün egemenliği altında inliyordu: Şah’ın saltanatının sembolize ettiği batıya bağımlı sermayenin diktası ve düşünmeyi neredeyse günah sayan bağnazlığın sembolü mollaların dini diktası.
3- Böyle bir karanlık, karartılmış dünyada, düşünmek, yazmak, yenilik getirmek delilikti ve “mahal”dı; ancak aile düzeninin eril baskısı altında adeta boğulmakta olan bir kadının böyle bir “mahal” olana karşı ayaklanması ve bilinen ve fakat toplum tarafından bilmezden ve görmezden gelinen makûs talihi yenmek istercesine o “mahalı” mümküne çevirmeye kalkışması, neredeyse çok daha anlamlı –ya da anlamsız-, ondan da öte tehlikeliydi. Tehlike neredeydi? Tehlike, aileden kovulmaktı: Furuğ günah şiirinden sonra baba evinden kapı dışı edildi, kovuldu. Tehlike, koca tarafından reddedilmekti: Furuğ, kadının sevgisine inanmayan ve bu sevgiyi ispata çağıran kocası tarafından terk edildi. Tehlike, çocuğun annenin elinden alınmasıydı: Furuğ’un oğlu elinden alındı ve ömür boyu bir daha gösterilmedi (ömür boyu ceza). Tehlike, onurunun ayaklar altına alınmasıydı: Furuğ fahişelikle suçlandı, delilikle suçlandı, edebiyat çevresinden dışlandı, kovuldu. Tehlike; yazdıklarının kala alınmamasıydı. Furuğ’un şiirleri, edebiyat çevresince şiirden sayılmadı, çocuksu sayıklama olarak addedildi.
kaçıyorum bu insanlardan görünüşte benimle olan fakat içlerinde hakaretten eteğime bin bir yama yamayan dinlediklerinde şiirlerimi yüzüme hoş kokulu bir çiçek gibi açan fakat yalnız olduklarında beni fahişe bir deli diye adlandıran(Tutsak– ürkmüş) Ama o yazdı. O, kavgaya tutuştu. İnat etti (çocukluğundan beri inatçıydı! Cadalozdu!) ve yazdı, yazdı, yazdı. Kitapları şiir severler tarafından kapıştı, “rating peşinde olan”ların da “yardımıyla” yok sattı. Ve böylece bir furuğ ışıdı ve bir kadın, İran edebiyat tarihinin zirvesine tırmanmaya başladı. Yara bere içinde olsa da zirveye ulaştı ve kadın sesinin bayrağını o eril dünyanın yükseklerinde dalgalandırdı. İran edebiyatının zirvelerine tırmanmak zordur. Zorluk sadece saydığım sorunlardan ve tehlikelerden dolayı değil –ki her biri birçoğunun sonunu getirir-; ancak Mevlana’ların, Hafız’ların, Hayyam’ların, Nizami’lerin, Nima’ların yerlerini aldığı bir meydanda yükselmek öyle sanıldığı kadar kolay değil!
4- Furuğ’un ilk şiirleri mesnevi, dörtlü ve gazel şeklindedir. Bu önemli değildi. Önemli olan, ta ilk baştan bu klasik biçemler kalıbında gizlenen ve daha sonra kendini cesaretle gösteren sesti. Acaba biz bu sesin cinsiyeti ve cinselliği hakkında konuşabilir miyiz? Evet, konuşabiliriz; ama bunu konuşmadan önce başka bir soruya ya da soruna göz atmalıyız: Acaba kadının sesi sadece Dora’nın histerik konuşkan sesi mi? Kadın niçin konuşkandır? Acaba sözcükleri yeterli mi bulmuyor? Acaba yetkin sözcüğü mü arıyor? Acaba erkeklerin ağırbaşlı, vakur konuşmalarını alaya mı alıyor? Acaba çok sözcük söyleyerek o sözcüklerin itibarsızlığını mı ilan ediyor? Acaba bu sözsel kaosun içinde bizi bir susku kaosuyla karşı karşıya getirme isteği mi var? Bilmiyorum. Ancak bildirmek istediğim bir şey var: kadının suskusu ve sesi, erkeğin penisiyle ve erilin fallusuyla ve eril dilin yarattığı ve içinde barındırdığı simgesel ölçütlerle ve açıklamalarla ölçülemez, açıklanamaz. Fiziksel olarak da o meşhur “yoksunluk” söylemi açısından baktığımızda bile aslında erkeğin yoksun olduğu bir noktaya varıyoruz: Evrenin başladığı noktasına, kadının rahminde bir insanın tomurcuğu patladığında evrenin yeniden oluşumunun yinelenmesi noktasına. Bu noktada, milyonlarca yıl öncesinde okyanusların dibinden başlayan tek hücreli, çift hücreli varlığın evriminin başlangıcı tekrarlanır. Her gebelikle bu büyük patlama, bu büyük başlangıç tekrarlanır. Büyük patlamanın serüveni, ilk hücrelerin ve insanoğlunun toplu belleğinin biçimlenişi süreci yeniden yola çıkar! Burada bizi zamanın ve mesafenin şaşırtıcı aldatıcılığına tanık eden bir süreçten söz ediyorum. Milyonlarca yılın evriminin dokuz ayda tamamlandığı süreçten. Tek hücreli bir yaratıktan, önce okyanusun dibinde, suda (dölyatağı suyu) sonra karada (annenin kolları ve göğsü) varlığını sürdüren varlıktan insan oluşumuna kadar süren süreçten! Bu bir yinelenmedir, yenilenmedir, ilerlemedir. Bu, bizi milyonlarca yıl öncesiyle süremdeş kılan bir karnavaldır. Kadının dölyatağı bizi oraya götürür, orayı buraya getirir. Öyleyse yoksun olmayan, ya da sözü edilen yoksunluğun onu biricik yere yükselten kadının konuşkanlığının kaynağına inmek başka, o kaynağın derinlerine inmek başka, onu görüp, kavrayıp dillendirmek başka bir şeydir. Ve ben bunu bilemiyorum, beceremiyorum.
benimle geri dön tenin başlangıcına bir dölün kokulu odağına senden yaratıldığım ana(Yeniden Doğuş, sınırın duvarları)
Furuğ tartışırken konuşkan, kimseye laf bırakmayan, keskin dilli, hatta acı dilliydi; ama şiir söz konusu olduğunda kısık sesli ve suskundu. Kendi şiirlerine de kısık bir sesle, böbürlenmeden okurdu:
ve suskunluğun bilgisiyle döllenmiş bu günbatımında böyle sabırlı ağır başıboş gitmekte olan o kimseye nasıl dur emri verilebilir.(İnanalım Soğuk Mevsimin Başlangıcına)
5- Şimdi şu soruyu sorabiliriz? Acaba Furuğ kadın olduğu için mi biz onun sesinin kadın sesi olarak, dişil ses olarak nitelendiriyoruz? Bir bakıma evet. Ama tam olarak öyle değil! Biz, Farsça edebiyatta Furuğ’a kadar olan süre içinde, şiir yazan kadınlar olmasına rağmen (sonuncusu Pervin Etesami ve yeni şiirin ilk örneklerini veren Şems Kesmai’dir, çağdaşı Simin Behbahani var, Lobat Vâlâ var) kadının, yani fizik olarak kadın olan ozanın, sesini şiirde duymuş değiliz. Oysa Furuğ şiirinde, şairin cinsiyeti hemen ortaya çıkmakta. Bu Farsça şiirde ilk kez oluyordu. Daha önceki kadın-ozanlar, aşk hakkında yazsalar da, sevgilinin cinsiyetini belli etmezlerdi. Erkekler, sevgilerini, sevgililerini, aşklarını, sevişmelerini dillendirirken, kadınlar için bu bir tabuydu. Furuğ bu tabuyu yıktı. İlk toplu eseri Tutsak yayımlanınca yeni bir sesle karşı karşıya kalındığı anlaşıldı:
her iki gözünde onun günah gülüyordu yüzüne ay ışığı gülüyordu o suskun dudakların geçişinde sığınmasız bir yalaz gülüyordu bir gölge eğildi diğer gölge üstüne gecenin gizlisinde saklandı bir soluk kaydı bir yüze iki dudak ortasından öpüş alazlandı anımsa o deli kadını anımsa nasıl bir akşam bağrında senin sarhoşluğun nazıyla uyudu heves susamış dudaklarında titredi, nasıl utangaç gözlerinde onun gereksinim güldü susamış dudakların dudağına öpüşün yangısını kondurdu senin istek söylenceni bakışıyla söyledi ayın sarı bahçelerinde yanmış o iki kol sarıldı senin tenine bir sarmaşık gibi(Tutsak- öpücük)
Ama diğer taraftan Furuğ’un şiirinde fiziksel olarak kadın sesinin olmasının ötesinde, susturulmuşluğun, bastırılmışın, ezilmişliğin, eşitsizliğin sesi ve aynı zamanda bastıran, susturan, ezen dilin kurallarına karşı bir duruşun, isyanın da sesi duyulmakta. İşte bizi ilgilendiren konulardan biri de bu duruştur, isyandır, dişilliktir ve de bu sesin dişilliğidir!
Furuğ ilk eserinden sonra susturulmaya çalışıldıysa da o ikinci toplu eseri Duvar’ı kocası Perviz Şapur’a ithaf ederek 1956 yılında yayımladı. Bu ithaf neden önemliydi? Çünkü bu eserde bir şiir vardı. Furuğ’un hayatında ve edebiyat dünyasında sözünü ettiğim o depremin ilk sarsıntılarını beraberinde getiren bir şiir: Günah!
günah işledim lezzet dolu bir günah titreyen esrik bir tenin yanında tanrım ne bileyim ne yaptım ben o karanlık susku dolu zulada o karanlık susku dolu zulada baktım gözlerine gizemleriyle dolu gözlerinin çaresiz isteklerinden kalbim göğsümde çırpınıp durdu kırmızı şarap camda oynadı gözlerinde heves yalazlandı günah işledim lezzet dolu bir günah alevli yangılı bir kucakta günah işledim kinci, sıcak ve demirsi iki kol ortasında(Duvar, günah)
Kolay sanılır belki. Bir daha anımsatıyorum: İran, 1956! Ve bir kadın, kendi bedeni ve duyguları hakkında cesaretle söz ediyor, adeta tarih önünde tanıklık ediyor, gördüğünü gösteriyor: “günah işledim… yumuşak yatakta benim bedenim, göğsünde onun sarhoşça kıvrandı… günah işledim!…” Bütün eril düzen bu basit şiirle -ki biçem ve sözlerin edebi duruşları bakımından pek de kayda değer bir şiir değil- sorgulanmıştır. Bütün dini, ailevi hiyerarşi sorgulanmıştır. Sonuç? Babası onu kapı dışı edip evden attı; kocası terk etti; aç kaldı, psikiyatri bölümüne yatırıldı! Ama o, söylemek istediğinden, şiirsel duruşundan zerrece taviz vermedi. O, “duvar”lar arasında “tutsak” kalan kadın, “isyan” bayrağını üçüncü eseriyle açıkça dalgalandırdı. Bu sefer onun isyanı tanrıyı da içine aldı.
Tanrı olsaydım eğer haykırırdım bir gece tüm meleklere Kevser suyunu cehennemin kazanında kaynatsınlar Yakıcı meşale ellerinde, sakınanların sürüsünü Cennetin yeşil taze otlağından atsınlar Tanrısal sakınımdan yorgun, gece yarısı İblis’in yatağında Yeni hatanın uçurumunda sığınak arardım Tanrısal altın tacıma karşılık Bir günahın kucağındaki karanlık acıyı tadardım(İsyan, tanrı isyanı)
Tamam! Artık anlaşılmıştır. Biz gerçek bir cadıyla karşı karşıyayız. O büyük şairler, yazarlar, edebiyat çevreleri ve toplantılar onu sonunda da olmasa “kabul” ettiler. Furuğ, şairdi artık! Adı konmuş, adı kabul edilmiştir artık! Bu kabul, Derrida’nın tartıştığı bir şeye ad vermek ve o şeyin o adı kabul etmesinden daha belirleyicidir! Tam bu dönemde bir olay daha patlak verdi! Furuğ aşık oldu! Kendi deyimiyle kocası Perviz Şapur’a olan o çocuksu aşktan koparak gerçek aşkın dünyasına girdi. Fahişelikle suçlanan kadın, bir adamla tanışıyor, aklın ötesine taşınarak aşkın vadisine ayak basıyor ve Yeniden Doğuş gerçekleşiyor. Bu adam İbrahim Golestan’dır; evli ve iki çocuk babası bir film yapımcısı, öykücü ve senarist. Komünizmin o günkü örgütü olan Tudeh Partisinin üyesi. Bu aşkla Furuğ, yüzeyden çekiliyor, derine dalıyor. O kaotik konuşkanlık yerini suskuya bırakıyor. Yüzey ve derin arasında bir gerilim oluşuyor: Yaşamla ölüm arasında, sesle söz arasında, sözle susku arasında bir gerilim! Saldırılar da şekil değiştiriyor, satıh değiştiriyor.
1963 yılında yayımlanan Yeniden Doğuş’ta biz yeni bir Furuğ’la karşılaşıyoruz adeta. O dişil ses bu kez yeni biçemler deniyor, yeni kalıplar sunuyor sözüne ve yeni pencereler açıyor Farsça şiirde. Şiirler kimi zaman vahiy gibi ve Kuran’ın ayetlerini taklit edercesine duyuluyor: “Ne zaman ki güneş dürülür, ne zaman ki yıldızlar ışığını yitirir, ne zaman ki dağlar dağılır… ne zaman ki denizler kaynar… diri gömülen kıza sorulur; hangi suçla öldürüldü…”[7]
işte o dem güneş soğudu ve bereket topraklardan kalktı ve çöllerde kurudu yeşillikler ve balıklar denizlerde kurudu ve artık kabul etmez oldu toprak ölülerini ... kimse aşkı düşünmedi artık kimse yengiyi düşünmedi ve kimse hiçbir şeyi düşünmedi artık yalnızlık mağaralarında boşunalık doğdu kan, afyon ve esrar kokuyordu gebe kadınlar başsız çocuklar doğurdular ve beşikler mezarlara sığındılar utançtan ... aynaların gözlerinde sanki devinimler ve renkler ve görüntüler tersine yansıyorlardı ve alçak soytarıların başları ucunda ve arsız fahişelerin yüzlerinde aydın kutsal bir çember yalazlı şemsiye misali yanıyordu ... güneş ölmüştü güneş ölmüştü, ve yarın çocukların belleğinde belirsiz yitik bir anlamdı onlar bu eski sözcüğün tuhaflığını ev ödevlerinde kocaman siyah lekelerle imgeliyorlardı.(Yeniden Doğuş, yeryüzü ayetleri)
Furuğ, suskunun eşiğinden geçtiği anı anlatır:
ve ben söylemeye başka bir şey bulamadığımda sen yanaklarını yaslardın memelerimin acısına ve dinlerdin(Yeniden Doğuş, ben senden ölürdüm)
Ve sevgilisini anlatır:
benim sevgilim o arsız çıplak teniyle güçlü bacakları üstünde ölüm gibi durdu eğik devinimli çizgiler onun isyancı organlarını güçlü desenlerinde izlemekte .... benim sevgilim doğa gibidir kaçınılmaz apaçık anlamıyla o benim yenilgimle erkin gerçek yasasını onaylıyor. ..... o, çevresinde bir çocuk kokusu gibi sürekli suçsuz anıları uyandırıyor o, sıradan hoş bir serenat gibi hoyrat ve çırılçıplaktır o katıksız seviyor yaşamın zerreciklerini toprağın zerreciklerini insan oğlunun üzüntülerini lekesiz üzüntülerini katıksız seviyor köyün bir bağ sokağını bir ağacı bir külah dondurmayı bir çamaşır ipini benim sevgilim sade bir insandır sade bir insan benim onu uğursuz ucubeler diyarında şaşılası bir mezhebin son belirtisi gibi memelerimin çalıları ortasında sakladığım.(Yeniden Doğuş, benim sevgilim)
Dişil ses dediğim işte bu şiirde duyulan sestir. Sunulan evrendir, coğrafyadır, coğrafyasızlıktır! Sesin dişil oluşunu sadece onun kadın cinsiyetinin ve cinselliğinin en samimi biçimde dizelere döküldüğüne dayanarak mı söylüyoruz? Hayır! Oradaki renkleri, kokuları da tanık alıyoruz. Samimiyetin yanı sıra buyurganlığın olmayışını tanık alıyoruz. Şiirin içindeki dans edercesine ortaya çıkan oynak ve müzikal tekrarları tanık alıyoruz. Tümden kopmuşluk ve masum tekillerin öne çıkışlarını tanık alıyoruz. Tek merkezin yadsınmasını ve şiirin içinde birden çok merkezin öne çıkışını… Ama en önemlisi de bu dilin, eril dilin temel direği olan dil gramatiğine indirdiği darbeleri tanık alıyoruz: Dil “hata”larıyla Furuğ Farsça şiirde ilk kez o biricik yeri göstermiş ve oraya oturmuştur:
benimle geri dön benimle geri dön tenin başlangıcına bir dölün kokulu odağına senden yaratıldığım ana benimle geri dön ben senden bitimsiz kalmışım(Yeniden Doğuş, Sınırın duvarları)
ben senden ölürdüm oysa sen benim yaşamımdın sen benimle giderdin sen bende okurdun ben caddeleri başıboş dolaşırken sen benimle giderdin sen bende okurdun ... sen ışıklarınla gelirdin sokağımıza sen ışıklarınla gelirdin çocuklar gidince ve akasya başakları uyuyunca ve ben aynada yalnız kalınca sen ışıklarınla gelirdin... ... sen yanaklarını yaslardın memelerimin acısına ve ben söylemeye başka bir şey bulamadığımda sen yanaklarını yaslardın memelerimin acısına ve dinlerdin ağlayarak akan kanımı ve ağlayarak ölen aşkımı sen dinlerdin görmezdin beni ancak.(Yeniden Doğuş, Ben senden ölürdüm)
“ben senden bitimsiz kalmışım”, “ben senden ölürdüm,” örneklerindeki özgürce gelen “-den”ler, Farsça şiirde bir çığır açmıştır. Buradaki dil hataları aslında eril dilin egemenlik tahtını sarsmaya yükselen bir sestir.
Şklovski der ki: “Biz birbirimizin yüzüne bakarız ama birbirimizi görmeyiz!” (Form and Material of Art)
Şklovski’yi okumamış Furuğ der ki: “sen dinlerdin, görmezdin beni ancak!”
Furuğ’un muhatabı ya gözle dinlemeli ya da kulakla görmelidir. Bence ikincisi daha doğrudur. Çünkü anlatıcının anlatısına bakılırsa dinlediği açıkça ortada, ama muhatabın gözü ya başka yerde ya da daha muhtemel olarak –ki hemen açıklayacağım neden ötürü- kördür. Muhatabın kulakla görmesini gündeme getiriyor anlatıcı. Peki, dinlerken, dinlemekle, dinleme yoluyla, kulakla görmeyi nasıl açıklayabiliriz. En az iki temel noktaya değinerek açıklamaya çalışabiliriz. Birincisi şu: Kulak gözün yerini almıştır. Kulak, olması gereken yerden edilmiştir ya da kulak, gözü alışılagelmiş yerinden etmiş, onun yerine oturmuş ya da oturtulmuş, ona yeni görev, yani görme görevi verilmiştir. Furuğ, ne “yerinden etme” kuramından ne de Şkolovsky’nin sanatta “yabancılaştırma” (estrangement) temel eyleminden haberi yoktu eminim! İkinci konu biraz daha sonraki tartışmalarla açıklanabilir: dinlerken görmek ve dinleme eylemiyle görmek nasıl olur? Anlatıcının, Furuğ’un şiirindeki “ben”in tözel gerçeği olarak idelerini gösteren sözcük, muhatap tarafından duyulduktan sonra onun zihninde yeni tözel (anlatıcınınkine benzer ya da benzemez) ideler oluşturur. Buraya kadar bir çekince yok (en azından Locke’e göre!) Ancak konu bununla bitmiyor! Anlatıcı ileri gidiyor ve içindeki bildirimi açığa vuruyor: “benim söylediklerimi dinlerdin ama beni görmezdin!” Buradaki “ben” hem tümel olarak anlatıcının nesnel gerçeği olarak kendisidir hem de tikel olarak öznenin zihnindeki tözel gerçek ve idelerdir. Bunları görmemek bunlara tanık olmama demektir bir bakıma. Demek Furuğ’un muhatabı algıladığı ideleri sadece algılamakla kalmayacak, onları görerek onlara tanık olacak ve yeniden algılayacak! Furuğ’un ya da onun bu şiirindeki anlatıcısının yakınması budur: Sen gerçi beni dinliyorsun; ancak zihinsel olarak bana karşı körsün! Bu yabancılaştırma ve idesel tanıklığa davet (içe, şiirin içine, dilin içine gönderimler açısından Jakobsonian yaklaşımla da) bu dizeleri şiir yapmıştır ve sözcükler bu dizelerde ve bu çıkışla dilin dizgesel diktasına karşı da kafa tutmuştur: işte dişil dilin bir özelliğiyle yeniden karşı karşıyayız!
Furuğ, şiirinde kadının kendi bedeni ve cinsel hisleri hakkında cesurca yazarken bir yandan da klasik Farsça şiirde ve özellikle de Hakani ve Mevlana’da gördüğümüz yinelenmelerle, şiirin içine gönderilerle, erilin “gözünden” kaçan ayrıntıları duyurarak, dilin bütünselliğini parçalayarak, sosyal zorbalığın yanında bizzat dilin gramatik zorbalığına karşı koyarak ve diğer bazı özellikleriyle dişil dilde şiir örneklerini vermiştir; hem de neredeyse altmış yıl öncesinde.
Sözü burada kesiyorum. Furuğ’un şiirinin diğer özelliklerini de başka bir zaman konuşuruz. Ancak bu “delinin” kehanetine de bir iki örnek vermeden edemeyeceğim.
Furuğ çok önceden bebeğinin elinden alınacağının kehanetini bize duyurmuştur:
küçük oğlum benim ninni kapa gözünü gece olmuştur uyu bu kara dev, gözünde kan dudağında gülüşle gelmiştir hayır uzaklaş sen kötüsün uzaklaş nefret ediyorum senden ben bebeğimin yanında uyanıkken alıp kaçıramazsın onu benden(Tutsak– gecenin devi)
Eşitsizliği yok edecek ve devrim yapacak birinin gelişini müjdelemiştir:
düş görmüşüm, birisi geliyor ben kırmızı bir yıldızın düşünü görmüşüm ve gözüm hep seğiriyor ve ayakkabılarım hep ardışık diziliyor ve kör olayım yalan söylüyorsam eğer ben o kırmızı yıldızın düşünü uykuda değilken görmüşüm. birisi geliyor birisi geliyor başka birisi daha iyi birisi hiç kimseye benzemeyen birisi, baba gibi olmayan, Ensi gibi olmayan, Yahya gibi olmayan, anne gibi olmayan, birisi, olması gereken gibi.(İnanalım soğuk Mevsimin Başlangıcına, hiç kimseye benzemeyen kimse)
Ve son kehaneti: O yağmurlu gün annesiyle ölüme vedalaşırken saat dörttü. İki gün sonra toprağa verilirken kar yağıyordu:
ve bu benim yalnız bir kadın soğuk bir mevsimin eşiğinde, yeryüzünün kirlenmiş varlığını anlamanın başlangıcında ve gökyüzünün yalın ve hüzünlü umutsuzluğu ve bu beton ellerin güçsüzlüğü zaman geçti zaman geçti ve saat dört kez çaldı saat dört kez çaldı bugün aralık ayının yirmi biridir ben mevsimlerin gizini biliyorum ve anların sözlerini anlıyorum kurtarıcı mezarda uyumuştur ve toprak, ağırlayan toprak, dinginliğe bir belirtidir. zaman akıp geçti ve saat dört kez çaldı sokakta rüzgar esiyor sokakta rüzgar esiyor ve ben çiçeklerin çiftleşmesini düşünüyorum .... inanalım soğuk mevsimin başlangıcına inanalım düş bahçelerinin yıkıntılarına inanalım işsiz devrik oraklara ve tutsak tanelere. bak nasıl da kar yağıyor... belki de gerçek o iki genç eldi, o iki genç el durmadan yağan karın altında gömülmüş olan ve bir dahaki yıl, bahar pencerenin arkasındaki gökyüzüyle seviştiğinde ve teninde fışkırdığında uçarı yeşil saplı fıskiyeler, çiçek açacak olan o iki genç el sevgili, ey biricik sevgili inanalım soğuk mevsimin başlangıcına.[8]
———————————————————————————–
Haşim Hüsrevşahi
Şubat 2009, Ankara
Ey tanrı, ey ölüme bulaşmış gizemli kahkaha
ne yazık ki sana yabancıdır benim ağlamalarım
ben sana kâfir, sana münkir, sana asi
sana inat, işte şeytan benim tanrım.
Furuğ
çok güzel olmuş..çok..bir kez daha Furuğ’ u yanımda hissettim..
Çok teşekkür ederim ..Bu da ölüm anın canlandırması..
Ben teşekkür ederim… bu canlandırma fotografını daha önce Furuğseverlere burada iletmiştim… çok acı bir an… çok!