Azalya-2

İnanamıyordum bir türlü. Nasıl olurdu? Kimse bir şey söylemiyordu. Ortada bir hata olduğu kesindi. Çocuk, koridorun sonundaki kapıyı açmak istedi. Bağırdım: ‘Hayır! Oraya değil!’ Orası sorgu ve işkence odasıydı. Gözbağımı çözmeden almışlardı oraya gerçi, ama biliyordum. Biliyordum; ama çocuk beni dinlemedi. Kapıyı açtı ve kahkaha atarak koşmaya devam etti. Şaşırmıştım. Kapıdan geçtim. Kapı, yeşil ağaçlara, renk renk vahşi çiçeklerle kaplı bir vadiye açılıyordu. Evin Hapishanesi ile Dereke arasındaki vadiydi bu. Eve giderken hep gördüğüm vadi… ama hiçbir zaman bu kadar yeşil değildi. Yemyeşil ve çiçek kaplı… Çocuk, hâlâ gülüyor ve koşuyordu. Annesi duraksadı. Ben ona yaklaşınca, ‘Peki biz bunu neden akıl edemedik?’ diye sordu, benim yanıtımı beklemeden, ‘Bak, ufacık çocuk yolu nasıl da biliyormuş!’ dedi. ‘Yolu mu?’ diye sordum; ama kadın beni duymamış gibi, ‘Biz düğüne gideceğiz… sen de gel!’ dedi. Sevincimi saklamadım. Onun kim olduğunu bile sormadan, ‘Gelirim… sorgulama bitti mi yani?’ diye sordum. Kadın, ‘Ne sorgulaması?’ dedi ve şaşkın şaşkın yüzüme baktı. ‘Ne sorgulaması olur mu? Hepimiz… bak ayaklarıma…’ dedim; fakat devam edemedim. Kablo darbelerinin izi silinmişti ayaklarımdan. Hem bu kadar koşmuştum ama kırık cam ve tuz parçaları üzerinde yürüyormuşum gibi olmamıştı. Ben de şaşırdım. Kadın, şaşkınlığımı görünce, ‘Herhalde kâbus falan görmüş olmalısın…’ dedi.

‘Kâbus görmüş olmalıyım; ayaklarım yara içindeydi… hapishanedeyim… Evin’de… bak, iki tepenin böğründe saklı beyaz binada… iki adam beni hücremden alıyor, yine işkenceye götürüyordu. Bu sondu… bir daha götürdüklerinde idam edeceklerdi. Bitmiyordu kâbus… Biliyordum.’ Bu son sözcükleri soluk almadan söylüyordum ve kadın, ‘Vah vah!’ diyordu ve ben devam ediyordum, ‘Ben yürüyemiyordum… bilmiyorum kaç zaman sürdü bu. Biliyorsunuz kâbus işte… insan zamanın nasıl geçtiğini veya geçmediğini bir türlü kestiremez… son çağırdıklarında ayaklarımdan bağlayıp tavandan sarkıttılar ve sonra yürüyemez oldum… olur ya rüyanda yürümek istersin; fakat ayakların seni dinlemez… koşmak istersin; fakat kan ter içinde aynı yerde kalırsın ya… öyle bir şey… sonra… biliyor musunuz, felçli olmak çok zor. Hücreme onlar taşımışlardı…’

“Yaaaa! Geçmiş olsun! Neyse, artık uyanmışsınız… Bakın özgürsünüz. O da bir kâbustu, oldu ve bitti… Takmayın kafayı artık!”

“Ama beni içeri aldıklarında kıştı… Hayır, sonbahar yeni başlamıştı. Yirmi bir ekimdi… Hem, her taraf da yeşildi. Şimdi kış mevsimi olması lazım!”

Kadın, ‘Yaaaa? Vah vah! Ama her şey bitti artık. Kâbus bitti…’ diye tekrarladı ve hemen ekledi, ‘Hâlâ söylemediniz bana, düğüne gelmek istiyor musunuz, istemiyor musunuz?’

“İstemez olur muyum! Ama kimin düğünü bu? Bilmediğim insanların düğününe nasıl giderim bilmem ki! Yani ayıp olmaz mı?”

“Ayıp olmaz. Tanıyorsunuz onu!”

“Sahi mi?”

“Tabii!”

“Ama siz bunu nerden biliyorsunuz?”

“Kızım söyledi. Bakmayın ona… Altı yaşında; ama yumurcak her bir şeyi biliyor.”

“Allah bağışlasın, çok güzel bir çocuk!”

“Sağ ol!”

“Ama siz benim kâbusumda ne arıyordunuz?”

Çocuk vadiyi geçti, bir sokağa ve oradan geniş, süslü, siyah demir parmaklıklı kapısı açık duran bir villaya girdi. Bahçeye girince, çocuğun üzerindeki lacivert manto yerine, kısa etekli pembe bir elbise giydiğini gördüm. Beyaz külotlu çorapları; pembe, yandan fiyonklu rugan ayakkabıları vardı. Saçları, iki yandan atkuyruğu yapılmıştı. Koşuyordu. Annesine dönüp, ‘Bu nasıl oluyor?’ diye soracaktım. Çocuk, yeşil çimenlerin üzerinde hoplayıp zıplayarak yüzme havuzuna doğru koştu. Ben de arkasından yürümeye başladım. Bahçenin bir köşesinde kocaman bir çınar ağacı vardı. Az ötesinde, pembe yaban gülleri ve narçiçekleri ile süslü çardak… Bir kız çocuğu mavi taşlarla süslü, yuvarlak, küçük bir havuza eğilmiş; pembe gül yapraklarını suyun üzerine bırakıyordu ve arkasından üflüyordu… Yapraklar, suyun üzerinde bir gidip bir duruyordu. Pembe elbiseli küçük kız, villa bahçesini ikiye bölen, yanında düzgün kesilmiş şimşir duvar olan üç basamaklı geniş merdivenleri koşarak tırmandı. Kadın, ‘Yaslan bana kızım,’ diye fısıldadı. Çocuk, uzakta olduğu halde onu duydu. Kâbustan kurtarırken de ben fısıldadığımda duymuştu… demek bir hata yoktu ortada… çocuk durdu, bize dönüp güldü… bahçenin diğer köşesinde iki erkek çocuğu pinpon oynuyordu. Kadın bana, ‘Gelinle damat içerdeler,’ dedi. Kadının elbiseleri de değişmişti. Uzun, dekolte siyah elbisesinin ince askıları beyaz, yuvarlak, dolgun omuzlarına gömülü duruyordu. Kırmızı bir ruj sürmüştü. Kaşları daha da kalınlaşmıştı… sürme sürmüştü sanki. Sol kaşının yanında, kestane renkli bir ben vardı. Elbisenin sırtı da hoş bir kışkırtıcılıkla açık duruyordu. Benim üzerimde lacivert mantom vardı… altında kot pantolon. Ayakkabılarım, çamur ve kan lekeleriyle kaplıydı. Kadına, ‘Bak ben bu kıyafetle…’   

Kadın, ‘Boş ver! Düğüne gidiyorsun ne fark eder,’ dedi ve elimden tutarak salona götürdü. Gelin, ayna gibi parlayan gümüş bir tepsiye eğilmişti. Duvağı yüzünü kapatıyordu. Yaklaşmak istedim. Gözümü, gelinin duvağından alamıyordum. Çocuğun iri parmaklarını fark ettim aniden. Sadece, onun irileşmiş parmakları ve gelinin duvağı vardı… Çocuğun, gözümün dibine kadar yaklaşmış parmakları, gelinin çenesinin altından tutarak başını kaldırdı. Duvağını yüzünden çekip aldı.

Gelin başını kaldırdı. Hayır, böyle bir şey olamaz! Durduğum yerde, kadını, çocuğun annesini aradım gözlerimle… Göremedim… Geline döndüm… Orada oturan Nergis’ti. Peki, ben kimdim? Gelin, bana bakarak gülümsedi. ‘Merhaba Nergis!’ dedi. Ellerim, avuçlarım ter içindeydi. Ayalarımı, kan lekeleriyle kaplı lacivert mantomun eteklerine sildim. Yürüyemez oldum. Yine felç olmuştum. Nergis, benim şaşkınlığımı görünce, ‘Tebrikler Nergis! Tebrikler!’ dedi.

“Ah… tabii… tebrikler! Gelin olmuşsun! Tebrikler!”

“Ama düğün senin düğünün!”

Anlayamamıştım. O anda, damada bakmak geldi aklıma. Nergis bana, ‘Korkma! Kocandan korkma!’ dedi.

“Neden korkacakmışım ki?”

Nergis tekrarladı: “Korkma Nergis!”

“Ölüm değil ya!” dedim.

“Ölüm değil ya… Korkma Nergis!”

– Konuşma! Kes sesini!

“Korkma Nergis!”

Gözbağımın alaca ışık huzmesinden kayıp, kâbusa yeniden düştüm. Minik el, iki dizin arasında saklıydı hâlâ. Omzumdan itildim. Tuz parçalarının ve kırık camların üzerinde yürümeye çalıştım. Biri, koluma girdi.

Odanın kapısının sesini tanıyordum. İçim titredi. Çatallı ses, “Otur!” dedi. Ne kadar oturdum?

Sandalyenin ve metal masanın ayaklarının yerde sürünme sesi tırmaladı kulaklarımı. Hükmeden bir ses, “Adın ne senin?” diye sordu.

Azalya, roman, H.H., Arkadaş Yayınları, Kasım 2011

Yorum bırakın