Kundaklandık: içimizdeki yangın sönmedi daha!

Sevgili Lütfiye Aydın‘ın facebook sayfasından alıp onun izniyle aşağıda verdiğim yazı 2 Temmuz 1993 dehşeti ve vahşetinin bir özetidir. Özel yazışmamızda kendisi bir notu da eklememi istedi:

Bu olayın yazarlığımın yörüngesini değiştirdiğini de ekleyin. Çünkü okuma yazmayı yeniden öğrendikten sonra, yangın kokusunu unutmak, külleri üfleyip yepyeni dünyalar kurgulamak bile sorun…

O’nun için Madımak yangını hâlâ sürüyor. Ya sizin için?..

LÜTFİYE AYDIN

2 Temmuz 1993 olaylarında, yani Madımak vahşetinde yanmadan önce, kendini aşağı atarak kurtarmış ve hafızasını kaybetmiş bir edebiyat öğretmeni..

Madımak Oteli’nin 109 ve 110 numaralı odaların pencerelerinden karşı binaya geçiş vardı.

Buradan kaçan 31 kişi kurtuldu.

Kendini, eşiyle birlikte, otelin boşluğuna atan yazar Lütfiye AYDIN’ın trajik hikâyesi bugün hâlâ sürüyor..

Alevler giderek yükseliyor.

Herkes çığlık çığlığa can derdinde.

Lütfiye AYDIN yangından kurtulmak için, eşi Avukat Cafer Can AYDIN’la birlikte kendini otelin apartman boşluğuna bırakıyor.

Dumandan göz gözü görmüyor.

Bağırıyorlar, bağırıyorlar, güçleri bitiyor.

Dumandan zehirlenip bayılıyorlar..

İtfaiye araçları otele ulaşmak istiyor.

Göstericiler, araçların tekerleklerinin önüne yatarak engellemek istiyorlar.

Polis havaya ateş açıyor.

Yangın söndürme çalışmaları nihayet başlayabiliyor.

İtfaiye yangını söndürürken, otel boşluğunun üzerindeki camlar patlıyor.

Kızgın camlar, yerde baygın yatan Lütfiye AYDIN’ın üzerine yağmur gibi yağıyor..

Gece 01.00’de yangın tamamen söndürülüyor.

Otelden 33 ölü çıkarılıyor..

Duvar dibinde olduğu için camların pek değmediği Cafer Can AYDIN kendine gelir gibi oluyor.

Güçlükle dışarı çıkıyor.

Bir polis O’nu görüyor, şaşırıyor;

– Başka yaşayanlar var mı? diyor.

Eşi Lütfiye AYDIN’ın adını söylüyor, bayılıyor.

Otel hâlâ tütüyor.

Ve otelden en son Lütfiye AYDIN çıkarılıyor..

Lütfiye AYDIN morgda..

Polis, Lütfiye AYDIN’ın öldüğünü düşünüyor.

Bir kamyonetin arkasına koyup hastane morguna kaldırıyor.

Cafer Can eşinin öldüğüne inanamıyor.

Sabaha karşı, güç bela, morga gidiyor .

O’na son kez bakmak için doktordan rica ediyor.

Doktor;

– Sivri bir şey var mı? diye soruyor, kalemini veriyor.

Kalem Lütfiye AYDIN’ın ayağına batırılıyor, tepki veriyor;

Yaşıyor..

Aradan birkaç saniye geçiyor, Lütfiye AYDIN sayıklıyor

– Ce.. Ce..

Eşi tamamlıyor;

– Ceren.. Ceren..

Ceren, kızlarının adı.

Cafer Can hem kızının adını – Ceren.. Ceren.. diye tekrarlıyor, hem de haykıra haykıra ağlıyor.

Lütfiye AYDIN kurtulmuştu ama bu “kurtuluş” hiç de kolay olmayacaktı..

GATA Yanık Merkezi..

Lütfiye AYDIN’ın vücudu ağır derecede yanıktı.

Önce Sivas’ta tedavi görüyor, daha sonra Ankara’da GATA Yanık Merkezi’nde.

Olaydan üç gün sonra, 5 Temmuz günü, gözünü GATA Yanık Merkezi’nde açıyor.

Ne güzel tesadüf; 5 Temmuz kızları Ceren’in doğum günüydü, 17’yi dolduruyordu.

O gün, 35 gün sürecek zorlu tedavi sürecine başlıyor doktorlar.

Ölü derileri tek tek soyuluyor, yatağı bir küvet oluyor.

Konuşmakta zorlanıyor.

En yakınlarını dahi tanıyamıyor.

Cumhuriyet Pazar bulmacası çözme alışkanlığı vardı.

Hastanedeyken sürekli;

– Bana bulmacamı getirin! diyor, nedense bir türlü getirilmiyor bulmaca..

Sonunda bir gün getiriyorlar, dünyalar O’nun oluyor..

Kalemi eline alıyor ve öylece kalakalıyor.

O da ne; harfler birbirine giriyor.

Zorluyor, zorluyor, olmuyor, okuyamıyor.

Gazeteyi neden getirmediklerini anlıyor..

Odadan çıkmıyor.

Aylar sonra hastaneden taburcu oluyor.

Evine gelir gelmez, odasının perdelerini kapattırıyor. Günlerce çıkmadan o karanlık odada, tek başına yaşıyor.

Eşi ve kızının büyük çabasıyla, günlerce verdikleri mücadele ile, sonunda hayata dönüyor.

Edebiyat öğretmeni, yazar Lütfiye AYDIN, okuma yazmayı yeniden öğreniyor.

Zamanla, odasından, evinden çıkmaya başlıyor.

Sokakta, haline bakıp soranlara;

– Trafik kazası geçirdim! diyor.

Yalan söylemiyor aslında, çünkü öyle biliyor.

Ne Sivas’ı, ne Madımak Oteli’ni, ne de yangını hatırlıyor…

Bir gün odasından katıla katıla ağlama sesi geliyor.

Anımsıyor, tüm olup biteni..

Hemen bir daktilo istiyor, yazmak istiyor.

Yazarsa belki arkadaşlarını, gencecik çocukları geri getireceğini düşünüyor, oturup yazmaya başlıyor.

Sekiz saat sürüyor yazması; yarım sayfa ancak yazabiliyor.

Pes etmiyor, yazmayı bırakmıyor.

Lütfiye AYDIN, bugün zor yazıyor ve güçlükle konuşuyor.

O’nun için Madımak yangını hâlâ sürüyor.

Ya sizin için?..

“Kareşçe ve Ötekisiz” sayfasından alıntı

Aşağıdaki öyküyü Prof Dr. A. Naki Selmanpakoğlu’dan az önce aldım. Hiçbir müdahale etmeden yayımlıyorum. Şükranlarımla.

 İNSAN DEDİĞİN…                                                                                           

     Haberlere bakılırsa pek çok ölü ve yaralı var, yaralıların çoğu da yanık.
Canları yakmışlar.
Türkü yakanları ateşle yakmışlar! Onlarla yanmak, acımı acılarına katmak, ya da derman olmak vardı. Geç bunları şimdi. Bakalım kimler gelecek yanık servisine.
Kültür Bakanı, bakmayanı, önde gideni, arkada kalanı kısacası alayı hastanedeydi o gün.
Basra değil Sivas yanmıştı bu kez, gayrısı boştu.
On – on beş yanıklı acil servise alınmış bizi bekliyor.
Aklım Cafer’le Lütfiye’de. Bensiz gittiler. Götürmediler beni “Askersin gelme” dediler.
İlkin duvara yakın bir yatakta Lütfiye’yi gördüm. Sarıp sarmalamışlar, kolunda serum, gözlerinde kocaman bir soru işareti, şaşkın bekliyor. Bana ve hiçbir yere baka baka. Lütfiye’nin uzağında bir başka yatakta Cafer, bir gözü eşi Lütfiye’de bir gözü bende, bir şeyler anlatmak istiyor.
Acilin her yanına sinmiş yanık kokusu, Alışık olmayanın dayanması zor. Lütfiye’de kül rengi bir öksürük. Sorular soruyor, yanıtlayamıyoruz. Cafer, yüzü hariç tüm bedeni sarılı. O kendi derdini unutmuş, Lütfiye için perişan. Ben her ikisi ve diğerleri için telaştayım.
      Hepsini yanık servisine yatırdık. Hızla yapılanları gözden geçirip tedavilerine başladık. Yanık acısına katlanıyor insan ancak böylesi yürek yakan bir acıya katlanmak güç.
Ne ameliyatlar ne pansumanlar giderebildi o yanık kokusunu ve yakılmak duygusunu.
Cafer en çetin ameliyat acılarını sızıldanmadan geçirdi. Tanrıya değil acemaşirana inanırdı. Lütfiye’nin can yoldaşı, kendi yanığı değil onun yarasıydı tek tasası
“Yetti artık doktor, ben de bittim ezberimdeki şiir de.” “Yetti be… Boş kaldığınızda Cafer gel ameliyata.” Pansuman uzayınca Ketamin bile acılarını dindiremiyordu artık. Kırk ömür yaşasa Madımak’ı unutmayacaktı.
Gülerdi sıcak sıcak, millet Bodrum’a gitti o Sivas’a yanmaya. Her pansumanda acıyı unutturmak adına geçmiş günleri andık:

Lütfiye Aydın - Biyografya
Lütfiye Aydın, Sivas katliamından hemen önceki günlere ait bir fotoğraf.

     Kafa çekmişiz ucuz tekel şarabıyla, balık köftesi yapmışız. Cafer bu işte uzman. “Ellerini yıkadın mı?” diye takılıyorum, zaten köfte sonu elleri bembeyaz. Lütfiye’nin Antep yemekleri nefis. Kızlarımızın adı Ceren.
Geldikleri gün koğuş kapısında göründü Nurullah, “Siye sauk gazuz getirem mi?”
Diğer hastalar gibi o da sevmişti Madımakçıları. Onlarla göz temasından hiç kaçınmıyordu.
Tek katlı, daire şeklinde ortada bir bahçeye bakan serviste ziyaretçiler ancak dış camdan perdeler açıkken içerisini görebiliyordu. Tüm odaların açıldığı yuvarlak bir koridor. Görevliler ve diğer hastalar dışında kimseyle konuşmak mümkün değil.

     Nurullah sekiz yaşında Mardinli, dolaşabiliyor koğuşları.
Küçük yaşta yanmış. Yedi çocuklu bir aileden. Tek kilimle döşeli çoğu zaman döşesiz bir tandır evinde yanmış. Nurullah’ı tandırdan kurtaran anası döşünü dövmekten bir hal olmuş. Tandıra lanet etmiş. Yezit koymuş tandırın adını. “Anam diyer bunları.”
Nurullah’ın çenesi göğsüne yapışık kalmış. İnsana hep alttan bakar gibiydi. Korkarak içer bir bardak suyu, gökyüzüne bakamaz yatmadan. Boynunun açılmasını en çok uçurtma uçurabilmek için isterdi.
Yedinci ameliyatta tam olarak açıldı boynu. O da Yanık Merkezi’nin kıdemlisi oldu. Sonradan Lütfiye bir kitabında bahsetti Nurullah’tan.
Yanık, burun kanatlarını çekmiş, havalanacak bir tay gibi. Yaşı daha küçük amma kelam-ı kadim dili, az konuşuyor. Çevirir arabeske radyonun düğmesini. Yanık yarasını kapatmak için vermeye razı oldu sünnet derisini.
Nurullah âşık olmuş dediler. Kabullenmedi.
“Ben hiç âşık olmadım olmayacağım.”
“Neden?”
“Ablam var o zaman başkaları da ablama âşık olur.”
Yüreğinde ve sesinde kavak yapraklarının pırpırı ile Lütfiye ona aşkın kötü bir şey olmadığını anlatırdı. Birinin taze yanığı diğerinin eski yanığına yoldaş oldu.

                          İnsan dediğin saçaktaki
                         Güvercinin farkında olacak
                         Ve bir çiçek açacak kendince.
                         Bu aşk var ya bu aşk;

Dikkat!
Yangında ilk kurtarılacak.

Lütfiye şiiri okurken şairi Metin Altıok’un yan koğuşta hâlâ yaşadığını sanıyordu. Aylar sürdü acılı yanık pansumanları, tek acısavar Nurullah’ın soğuk gazozlarıydı. Dışardan yiyecek yasak.
Nice sonra odasına girdiğimde Lütfiye okuduğu kitabı ters çevirip yatağa bıraktı:
“Doktor bana ne oldu?”
“Trafik kazası geçirdiniz.”
“Yok mu haber yapan bir gazete baksak”
“Vardır buluruz, boş ver şimdi, sen nasılsın? Seversin, Tamburi Cemil Bey’in Ninni’sini, çalalım mı ?”
“He valla sevinirim. Cefo da mı kaza geçirdi?
“Onunki hafif. Tek derdi sen, gerisi iyilik güzellik.” Güldü. Güldüm.
Lütfiye’de çiçek açmayan gülüşüm Cafer’de soluyordu.
“Niye devamlı odamızı değiştiriyorsunuz?”
“Kim bu aynadaki kadın?”
“Gençler neden ellerinde mumla nöbet tutuyorlar?”
Halüsinasyon nöbetlerinde, Cafer’e sorulan yanıtı olmayan sorular.
Cafer ne zaman sorularla bunalsa Nurullah’ı çağırırdı. O da,
“Görürem sen düşünisen, senin diyacağın budur” deyip yolu açardı.
Sonunda Lütfiye’nin gazete yasağı kalktı. Spor ve magazin sayfaları verildi.
Elindeki sayfalarda barış arıyor bulamıyor, sıkılıyordu. Sayfalar filmlerdeki tren penceresi.
“Hiç olmazsa sağ kolumu sarmayın ki kalem tutsun ellerim.”
Ziyaretçileri gelip telefonla konuşmaya başlayınca dışardaki bir dünyanın hala var oluşu yansıdı gözlerine. Her şeyin yasak olduğu Kerbelâ günlerinden çıkmaya insanları tanımaya başladı.
“Geldik biraz, kaldık bir yaz.” diyerek taburcu olmak istedi, İyi o zaman çıkartalım. Merkezin masrafı azalsın. Servisin orta bahçesindeki sedir ağaçlarını dışardaki akasyaları seyretmekten bıktı anlaşılan.
“Nurulaaah… “Cafer’in sesi odasından geliyor, yarı kısık ama gür. Denizden geçen tekneye kıyıdan sesleniyormuş gibi bağırıyor: “Nurulaaaaah!” İçeri girdim.
“ Hayrola Cafer? Nurullah taburcu olalı haftalar oldu.”
Geldiğinden beri unuttuğu o gevrek kahkahalarından birini attı. Acılardan yepyeni bir kahkaha yaratıyordu, ya da kırmızı bir karanfil.
“Yahu hoca, Nurullah Mardin’den telefon edip beni istemiş. Pansumandan yeni çıktı gelemez deyince hemşire, o da bağırsın, hiç olmazsa sesini duyayım demiş. Hadise bu.”
Aldım ahizeyi elime, Cafer’in umuduna sesleniyordu:
“Cafo Babey gökyüzünü seyrediyem.”

Furuğ: günümüz şiiri!

Günümüz şairinin aşk meselesine bakışı yüzde yüz hizipçidir. Günümüz şiirinde aşk, biraz temenna, azıcık ah vah ve nihayet birkaç kelimede de her şeyin sonu olan vuslattan ibarettir. Hâlbuki her şeyin başlangıcı olabilir. Aşk yeni düşünsel ve duyumsal dünyalara, fikirlere, ufuklara bir delik açmamıştır ve hâlâ insani kalıplarından ayırdığınızda bomboş imgelerden başka bir şey olmayan göz, kaş, güzel baldır bacak düzeyinde seyrediyor. Günümüz şiiri, genel bir kuşağı; taşların, bitkilerin ve doğanın aşkını, aylak kadınların ve pis kokulu sokakların ve yalın ayakların aşkını ve iki insanın aşkını unutmuştur ve yaşamın hüzün dolu güzelliklerine dikkat etmemekte.

Günümüz şiirini sadece olumsuz yönleriyle asil ve başarılı şiir olarak kabul etmek mümkündür. Düşünsel ve ruhsal avarelikler, mutlak güvensizlik ve inançsızlık, ümitsizlik ve kuşku, şiirin kalbini fethetmiş olan kavramlardır ve şair, bizim kuşağımızın en umumi derdi olan onmaz inzivasından, melankoliyalarını kâğıt üzerinde çizmekte ve sadece bu yoldandır ki şiir zaman zaman yücelme ve özel bir parıltı göstermekte.

Günümüz şiirinde epik içeriklerin de yeri görünüyor. Bu alanda sunulan -örneğin Kesari Bey’in Okçu Areş şiiri örnek olarak gösterilebilir- kendi doğuşu için şerefli kandan, gururdan ve inançtan kaynaklanan bir epik eserden çok gevşek ve sölpük bir ninniye daha çok benzemekte.

Buna karşın günümüz şiiri büyük ölçüde kendisini asla şairane olamayacak fazlalıklardan kurtarmış, şiirin çekirdeği ve temel kavramına yaklaşmıştır. Günümüz şiiri artık vaaz, öğüt, yargı ve hikâye anlatımı aracı değil. Şiir, şiir yaratmaya yönelmiştir. Bu yoldaki başarısı çok naçiz olsa da artık enerjisini sapaklarda harcamamakta ve kendi ikliminin sınırlarını bilmekte, bu ise etkili ve takdire şayan bir adımdır. Bugünün Farsça şiirinin içeriğini bir kenara bırakırsak benim büyük eleştirim orada kullanılmakta olan dildir.

Günümüz şiirinin dili yalancı, tembel ve temkinlidir. Aktarma görevini üstlenmiş olan duyguların anlatımında kendi geniş olanaklarından yararlanmamakta. Günümüz şiirinin dilinin iki yönü var. Ya çok böbürlenen, fadılca ve geçmişin kurallarına bağlıdır ya da çok dağınık, başıboş ve sokak işidir. Genel bir çizgide benzer anlamları taşıya sözcükler ancak her biri başlı başına bağımsız anlamları ifade etmekteler. Günümüz şiirinde kullanılması sırasında bunlar, kulağa en güzel ve en hoş gelenin lehine kenara itilmekteler.

Günümüz şairi, sözcüğün güzelliğine dikkat ediyor, ifade ettiği anlama değil. “Alımlı” sözcüğünün yerine “güzel” sözcüğü asla kullanılamaz zira alımlı ve güzel eşit anlamlı olsaydı asla iki sözcük olarak ortaya çıkmazdı.

Günümüz şiiri yeni sözcüklere ihtiyacı var ve onları kendisinde yer etme cesareti bulmalıdır. Sözcüğün gerçek anlamını tanımak ve onu doğru bir biçimde kullanmakla günümüz şiir diline bir sıcaklık ve yeni bir hayat verilebilir ancak.

En kaba ve en çirkin sözcükler, kendilerine gereksinim duyulduğunda sırf daha önce şiirde kullanılmadıkları için bir kenara itilmemeli. Ne yazık ki günümüz şairi bunu yapmakta.

Füruğ Ferruhzad - Vikipedi

(Önce Ben Öleceğim, h.h., Totem Yayınları, 2019)

insanların en dibe battığının portresi…

Ölümü Gözlerinden Gördüm adlı romanın yayımlandığı yıla ait kısa bir eleştiri yazısı:

 

Şiirin Batı Kapısından Bir İlk Roman

Uğur Biryol

biamag

Haşim Hüsrevşahi, Tebriz doğumlu, yazdığı Azerice, Farsça ve Türkçe şiir, kısa öykü,Ölümü gözlerinden gördüm eleştiri ve denemeleri değişik ülkelerde yayımlanan bir yazar.

1999 yılında Türkiye’ye dönen ve Ankara’da yaşamaya başlayan Hüsrevşahi’nin Farsça’dan Türkçe’ye kazandırdığı Furuğ Ferruhzad’a ait toplu şiir kitabı “Yaralarım Aşktandır” ve Ferhunde Hacizade’nin romanı “Gözlerinizden Korkuyorum” gibi çok sayıda eser bulunuyor.

Hüsrevşahi’nin “Ölümü Gözlerinden Gördüm” ismini verdiği ilk romanı İran’ın batı kapısı, belleği, şairler kenti Tebriz’de yaklaşık bir asırlık zaman diliminde geçen iç içe insan öykülerinden mürekkep.

 

Mahşer toplansa da bitmez o matem”

Hüsrevşahi, romanındaki karakterlerin şiddetin, zulüm ve adaletsizlik sarmalındaki hayatlarını, yalın ve kıvrak bir dille anlatıyor. İnsanoğlunun içinde boğulduğu hırs, öfke, basiretsizlik ve acı denizinin evrensel bir dışavurumu olan Ölümü Gözlerinden Gördüm, edebiyatın yaşamı ifade etmekteki gücünü bir kez daha gözler önüne seriyor.

Okumaya devam et “insanların en dibe battığının portresi…”

Kör Baykuş’u okumadan önce!

Bu makale, Rıza Beraheni’nin “Edebiyatta Kadın Cinayetlerinin Sonu” adlı yazısının Farsça’dan çevirisidir. Daha önce “Yazarın gölgesi: Sadık Hidayet: Ölüm, Kadın ve Kör Baykuş’un yeniden yazılışı” adlı hazırladığım kitapta yayımlanmıştır. Kitabın adının temelini, Roland Barthes’ın “Yazarın Ölümü” ve Friedrich W. Nietzsche’nin Tanrının gölgesi bakışından hareketle ve bu iki önemli başlığı iç içe geçirerek Sadık Hidayet öykülerine uygun bir “hermafrodit” sözcük yaratarak koydum: Yazarın gölgesi! Kör Baykuş’u okuduktan (ya da onu okumadan önce) bu kitap ve Beraheni’nin bu yazısı mutlaka okunmalıdır diye düşünüyorum.

Hidayet’in ailesinin köklerinin İlhanlılara ve Orta Asya’ya uzandığı özellikle Bijen Celali tarafından aydınlanmıştır. Ama “Bugamdasi”nin -Türkçe, Farsça ve İngilizce- kaynaklardan, sözlüklerden ve ansiklopedilerden çıkardığımız sözcük köküne ve bileşimine kesin bir dikkatle eğilmeliyiz. “Bugam”, Türkçede bay, ağa, kavmin emiri, ordunun komutanı, aristokrat ve asil anlamları taşır ve genel olarak kraliyet ailesinin dışındaki aristokratların lakabı olarak bilinir. Çincede “Pek” ve “Bek” tanrı ve kral anlamında ve “Bigur” da Çin Hakanı anlamındadır ve onun değişmiş biçimi “Feğfur” şeklinde görülür. Bunun, Arapçada zulüm ve tecavüz anlamına gelen “Beği” ile ilintili olduğu açık değil. Açık olan şu ki, Sasani döneminde tanrı anlamına gelen “Baga” sözcüğü Çincedeki anlamıyla uyumludur. “Pi”, Altay Şamanistleri arasında, kişiye hitaplarda, şaman dualarında, virtlerinde ve zikirlerinde de “büyük” anlamında kullanılmıştır. “Bi”, Hunlar arasında da Çince ve Türkçedeki anlamıyla kullanılmıştır. Biliyoruz ki “Bek”, “Pi”, “Beyk”, “Beyg” yüz yıllar boyunca Çin’den Orta Avrupa’ya kadar değişik milletler ve kavimler arasında devlet büyüklerinin lakapları olarak kullanılmıştır.

Okumaya devam et “Kör Baykuş’u okumadan önce!”

Kirli ellerinizi halkların üzerinden çekin!

Her bir terör olayından sonra, her bir düzeneği önceden ayarlanmış komplodan sonra yeni bir saldırı ile başka bir Müslüman halk toplu kıyımdan geçiriliyor… Bin Ladin maskarasından sonra Afganistan ve Irak halkı kılıçtan geçirilirdi. Sadece Irak’ta 1.500.000 masum insan bombalanarak veya doğrudan yerel saldırılarla katledildi. Sonra bilinen neden ortaya çıktı ve sağır sultan tarafından da anlaşıldı ki tüm bu oyunlar ve cinayetler Irak’ın petrol zenginliklerini doğrudan ele geçirmek, Körfez’in dibine çadır kurmak, Kuzey’de bir uslu devlet kurarak burnumuzun dibinde bir üs yaratmaktı… Sonra Libya zenginliklerini ele geçirmek için binlerce insan… Somali, Mali, Filipinler, Malezya, Endonezya… En son beklenen komplolar ve Suriye’de iç savaş çıkarmak ve onu işgal etmek planları…

Amerika’da birkaç gün önce yaşanan patlama olayı çok iğrenç ve bir o kadar da insanlık dışı ve insanlığa karşı işlenen bir suç ve cinayettir. Masum insanların katledilmesi her yerde ve her zaman, kimin tarafından olursa olsun aynı şiddet ve nefretle lanetlenmelidir. Ancak batının çifte standardı ve Müslüman halklar aleyhinde yürüttükleri çirkin propaganda ne yazık batı insanında Müslüman halklara karşı nefret dolu bir önyargı oluşturmuştur. Öyle görünüyor ki bu son patlamalar ve işlenen cinayet de batı devletleri tarafından aynı amaçla kullanılacak… Ama en önemli kaygı şu: bu cinayetler belli odakların işi olarak sistematik bir şekilde işlenirse öyle görünüyor ki onlara boyun eğmeyen Suriye’nin doğrudan işgali için ve İran’a doğrudan saldırı için malzeme teşkil edecektir.

Büyük sermayenin bütün dünyada ve özellikle bölgedeki çirkin ve kanlı planları için masum halkların kanının dökülmesine aynı hassasiyetle karşı koymalıyız. Ermeni ölünce kötü Müslüman ölünce iyi denirse, Yahudi öldürülürse kötü fakat Arap öldürülürse iyi denirse, Kürt öldürülünce kötü fakat Türk öldürülünce iyi denirse bu çifte standarttır, iğrenç bir ırkçılıktır ve insan düşmanlığıdır. İnsanların, dinine, ırkına, toplumsal uygarlık derecesine ve sonradan onlara eklenen aidiyetlerine bakılmaksızın tüm cinayetlere karşı savunulması gerekliliği vurgulanmalı ve insanlara karşı yürütülen her türlü savaşa karşı sürekli ve samimiyetle ve hep birlikte hayır demeli. İşte o zaman erdemli insan olma imkanı doğar!

Patlamalarda ölen Amerikan halkının masum bireylerinin acısını paylaşıyoruz!

Ana dilde eğitim: Hikayenin özü!

Anadilde konuşma, anadilde yazıp okuma ve eğitim bir haktır. Verilen değil, doğuştan kişiyle var olan bir haktır. Göze sahip olma ve görme hakkı gibi, buruna sahip olma ve koklama hakkı gibi! BU hak sonradan birileri tarafından insanlara bahşedilmez!!

Anadilde konuşma ve eğitim hakkı verilmez ancak gasp edilebilir! Çoğunluğun egemen olduğu düzenlerde bu hak önceden gasp edilmişse sahiplerine iade edilir. Azınlık sermaye sahiplerinin düzeninde ise oyun başlar. Birkaç perdede oynanır bu oyun. Ama oyunu kısaca şöyle özetlemek mümkün: Aptal sermaye ana dilde konuşma, yazıp okuma ve eğitim haklarını gasp eder, korkar insanların en doğal haklarına kavuşmalarından. Böylece halkları kendilerine düşman eder! Akıllı sermaye o hakkı resmiyete tanır zira bilir böylece halkların yanında kendisini özgürlükçü tanıtabilir ve daha önemlisi o halkları kendi dilleriyle zehirleyebilir ve böylece onlar üzerindeki egemenliklerini sürdürmeleri kolaylaşır!

Şu anda yaklaşık 70 milyonluk İran’daki halkların % 75’nin ve bu arada %40 (yaklaşık 32-33 milyonluk) Türk nüfusunun bu hakları gasp edilmiştir. İran’ı parçalamak isteyenler için bulunmaz bir fırsat!

DSC_0009

Ferhan Şensoy’dan Okunması Gereken bir Yazı!

FERHAN ŞENSOY (5.5.12)

Muhalefetin önde gideniydi Aristofanes. Ülkede kötü giden şeyleri eleştiren oyunlar yazar, çıkar oynardı binlerce kişilik anfi tiyatrolarda. Ön sırada ülkeyi yönetenler oturur, halkla birlikte dikkatle izlerler, bundan ve halkın tepkisinden kendilerine ders çıkarırlar, alkışlarlardı Aristofanes’i.

Aristofanes’i özelleştirmek Antik Yunan’da hiç kimsenin aklına gelmemişti!!

Tiyatro bin yıldır muhaliftir, muhalif kalacaktır, çünkü halkın sesidir. Yöneticilere yanlışlarını anlatmak için var tiyatro.

Okumaya devam et “Ferhan Şensoy’dan Okunması Gereken bir Yazı!”

Hayat’ın Fahişesi: Suğra

Yazan: Selda Polat

(Bu yazı Roman Kahramanları dergisinin 7. sayısı, Temmuz 2011’de yayımlanmıştır)

Hayat’ı “evlerin dış kapısından itibaren başlayan ve binanın girişine kadar olan dört duvarla çevrili, çiçek ve ağaç bahçeleriyle süslü, genellikle ortasında havuz bulunan bölüm” diye tanımlıyor Hüsrevşahi, hayat’tan hayata geçememiş kişilerle örülü  “Ölümü Gözlerinden Gördüm[1]”  romanının küçük sözlüğünde.

Okumaya devam et “Hayat’ın Fahişesi: Suğra”

Şiir Saati ve Mevlânâ

Özdemir İNCE

Şiir Saati ve Mevlânâ

ON kadarının adı bilinir, bazıları gazetecilerde, kitapçılarda vitrine konur ama Türkiye’de 500 kadar edebiyat ve şiir dergisi yayınlanır.

Nasıl yayınlanır? Onu ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Harçlıklar toplanarak, giyim ve kuşamdan keserek, imece ile? Daha başka, akla gelmeyecek yöntemleri de vardır. Ama sonuçta yayınlanırlar, dağıtılırlar, okunurlar. Türkiye’nin düşünce, edebiyat ve sanatına büyük katkılarda bulunurlar. Her yıl çoğu batar ama yerleri hemen doldurulur. Bugün bunlardan birinden ve yaptığı bir işten söz edeceğim.

Okumaya devam et “Şiir Saati ve Mevlânâ”