bedevi çadırlar kurmuşsun kundaklanan bakışlarında
közleri avucumda bir sabırsızlık serçe gagası tetikte
ağaçları köklerinden sökmenin cezasıdır şahmeran masalı
bıldırcınlar çeşme arar kaşlarının altında
öfkem acı tütün, çiğner tükürürüm gölgesiz çöle
senin dar ağacından ölümü tükürdüğün gibi
sen ki salınan şarkı ben köklere sızan kan
anlatılmaz masal çocuklara bir gece vakti dağ böğründe
ne zaman yağmur çiselese iki ölüm takılır aklımın dikenli tellerine
ne zaman ay karanlıkta üç güzel
kılıç emdiği suyu verir taşa bağrımda
kalkıp göçelim bu çöllerden ihaneti bırakarak onlara.
Ben de bir düş gördüm Zhaungzi! Yıllardır bu düşün içindeyim. Sen kelebeği gördükten sonra sorabildin; kelebek mi benim düşümdeydi yoksa ben mi onun düşünde, diye. Ben uyanırsam soracağım, hangi çiçek gördü beni düşünde sürükleyerek misk kokuları içine, hangi kuş gördü beni rüyasında gözlerini kapat diyerek şarkısının evine çağırıp, hangi ağaç gördü beni rüyasında dalları arasına alıp uyu diyerek, hangi dağ zirvesi?
Zhuangzi anlat bana… uyandığımı nasıl anlayacağım? Kimin rüyasında olduğumu nasıl anlayacağım? Yoksa anlamayı bırakmam mı gerek? Yoksa yaşam işte bu düştür deyip akmam mı gerek? Bir serçe var taraçamda şimdi, kaygılı sanki, acelesi var gibi bir yerlere kanat çırpmak için… Zhuangzi sisin sesi odama doluşuyor… bu düşte dün gece düşümde düş gördüm bir şahinin düşünde gördüğü tavşanın kalbi bomboştu korkudan… burnunda sadece yeşil bir esinti… “sen ilkin bir güzelin iki döşü arasında dalmışsın bu düşe, uyanırsan yaşamının sonudur,” dediler. Aaaah güneş ne kadar güzeldir Zhuangzi! Toprak ne kadar güzel!
güneş usulca iniyor derisi soyulmuş tarçın ağaçlarından
ırmak sözünü çakıllara bırakır
rüzgar çivit kokar çamaşır ipinde
gözlerin yolda hep bu şehirde…
ceylan yavrusu avcının elini görür kaçmaz
ceylan yavrusu öldürülmemiştir daha önce
düştüğü topraktan kalksa koşar
ömrümüz ateşi terk etmiş kara hindiba
toprağı küstüreli soframın tadı kaçmış
ben de geldim gördüm bu dünyayı
çıkınımda kala kala mavi bir hüzün senden
gerisi bahçemdeki arıların kanadında
I denominate you Annaina
With beautiful eyes oh last white mama
He was deaf of your maledictin when he killed you
They call me believing in superstitions… who cares!
See?
A tiny weeny thing attacked
And crowned the death
When you the last mama die
The world wardership of eighty millions of our graves
Uyuyorum şimdi düşlerimi salacağım gözlerimden Şimdi anlamalıyım senin dilini Yapraklarda ve kar tanelerini avuçlarında oynatan rüzgârda Çok düşündüm Meğerse her şey bir sıfırda toplanmıştı Ben sayılar peşinde koşarken orada Derin bir yokluk duruyordu gerçeklerin tümünü tutarak gagasında Yutarak bütün bükülmüş acıları Ey ruhumu inciten yaşam selam olsun sana Selam olsun sana sessiz saksılar Ve sana ey uzaktan gelen soluk Bütün çocuklar kollarında susar annelerinin bellemiştim Bütün çocuklar ağlar sebepsiz sanmıştım Bütün çocuklar bir bahar gibi açar pembe ve beyaz Gözlerini acımasız ninnilere Meğerse bir duvar beklermiş onları Yorgun göz kapaklarımın altına sığınırken Bir fırtına takmışız peşimize Günleri devirerek Öpmeye doyamadığımız bu masalda Elveda demeden uçurumun kollarında Uçurtmaları kime bırakmalı bu saatten sonra Tavşanlar ne kadar mutluymuşlar hepimiz adına Söz vermiştim bir şiir yazacağım sana demiştim Kimsenin aklına gelmeyen dizeyi senin için yazacağım demiştim Hep aynı yanılgının umuduna kapılarak Oysa en güzel dize sendin gözlerimde Dudaklarımda Ve kağıdımın satırları arasında Şimdi uyumaya gidiyorum düşlerimi alarak yanıma Sesini bırakırsın diye son anda Yağmur ve kar serpiştirirken bahçeye Ey kalbimin en masum sıcaklığı En uzaktaki yakın çarpıntısı En deli çığlığı…
üzgünüm senin ölümüne hayret etmediğim için kendi ölümüme etmediğim gibi kalemimi bir yerde unutmuşum sanki kelimelerimi unuttuğum gibi dilim sadece senin şarkılarını söyler kokunu sabah rüzgarına vermişsin gizlice yağmur da yaslanmış pencereme üzgünüm gülmek bir haktı sevmek ve sevişmek gibi haksız düşmüşüz ırgat hesabına ellerinde ve dillerinde onların ne varsa kanlı hasretlerimi bir bir topladım üzgünüm kanatlarımda başka yer yok sizi alamıyorum uçmaya kendimden farkım ne? dilinin ucunu bırak bana yeter yeter anımsamama geçmiş o uzun yılları anlatırım tek bir satırda; rüzgardım yanaklarında böyle böyle diye…
şimdi kapıyı kapat arkamdan dönmek mümkün olsaydı keşke!
“sağır mı oldun Hatçe? kıyamet anca kör olanları seçiyor !” (alıntı)
biz bükülmüş bir günün sonunda birimiz Dicle birimiz Fırat birleşiriz elbet şattül-aşkta dökülmeden körfezine yok oluşun kahrını ezberlemiş kaç şiir yazar bu gün batımı Kadıköy vapurunda kaç hikaye suskunu bilen kaç masal?
hep bir pencere var orada dolunaya açılır rüzgar ve ateş kıvrılarak vurur camına biz bükülmüş bir günün sonunda
şebboyun serinliği var gülüşünde bu evde “çok bulut birikti” anımsamak isterim kendimi sende sen kıyametin ilk günü…
(23 Nisan 2017, 5 Mayıs 2019, h.h.) [bu şiirin ilk dizeleri yeniden yazıldı]
Anka Kuşu. Credits go to: Peter Nottrott, “Phoenix”, Painting
yağmur yağmış zerrin
evin önü toprak kokuyor
sen saçlarını taramışsın gibi
gözünü kaçırıyorsun
bir acı saklayarak suskunda
aynayı al da gel!
senin acı yanın oldum
en unutulmaz bedbaht yanın
çiselerken birbirimize susamış
sokulmuş senin fesleğen koynuna
benim en zalim yanım oldun
en çaresiz iki gözüm kapıda!
sokağımız kayısı koktuğunda arıların ve sineklerin güneşte vızıltı saatinde bir adam yaşamı yasakladı kendinden başka herkese bir adam bir köpek gibi başka sokakların kemikleri ağzında sokağımızdaki çocuklara karşı
Hatice ana başörtüsünü rüzgâra açtı ağlarken İbrahim amca sokağımızın tam köşesinde çöktü duvara yaslanarak susmayı terk etmemizi öğretti gözlerini kısıp dişlerini sıkarak