Şiir ve şair üzerine söyleşi…

Tüm bunları göz önünde tutarak diyebilirim ki şiir yazanın geçim derdi, onu bu bakış açısından ve yaşamdaki keşiflerini kendine özgü biçimleri ve estetik özellikleri ile ifade etmesinden alı koymaz. Elbette ki şiir yazmak bir eğitim meselesidir: içsel dünyanın eğitimi, bakış açısının eğitimi, toplumsal duyarlılık eğitimi, uygarlık açısından eğitim, insanı ve doğayı görme ve duyumsama eğitimi. Mağarada kalmayı tercih eden biri şiir dünyasına girmese daha yeğdir. Zaten giremez de! Zira şiir bir bakıma insanın dört ayak üzerinden kalkıp iki ayak üzerinde durabilmesi, zihninin ve yüreğinin ayaklanmasıdır. Bu ayaklanma gerçek bir ayaklanmadır, bir başı kaldırmak, başkaldırmak ve isyandır. Ve şiir işte tüm bunların da eğitimidir. Ama bu eğitim ilkokul, üniversite ve kısacası mektep eğitimi de değil. Hiç kuşku yok ki şair çok okumalı: diğer şairleri, doğayı, insanı, toplumu okumalı ve hissetmeli, içselleştirmeli. Kişi keyif için şiir yazmaz ama şiirden estetik keyif alır.

George Orwel “Neden yazıyorum” isimli makalesinde yazı yazmanın itkisini 4 madde halinde yorumlamış:
a- Egoizm, zeki görünme, hakkında konuşulma, ölümden sonra hatırlanma;
b- Estetik coşku;
c- Tarihsel itki;
d- Politik amaçlar.
Gerçi bunları daha çok düz yazı üzerinden sormuş olduğunu da belirtmiş. Sizin yazma itkiniz nedir?

Diyelim ki bir sabah uyandığınızda, odanızın penceresinden baktığınızda evinizin yemyeşil ağaçlarla çevrili bir gölün kıyısında olduğunu görüyorsunuz. Dışarı çıkıyorsunuz ve kıyıdaki sandalınızı görüyorsunuz. Bütün çevrenizde akıp giden yaşamı duyumsuyorsunuz. Gidip sandalınıza oturuyor ve ince uçarı sis dalgaları arasında küreklere sarılıyorsunuz ve gölün dinginliğini bozmadan, kuşların cıvıltıları arasında ve tüm bu çevrenizdekilerle bir bütünlük içinde ve onlara karşı sevgi ve yakınlık duygularıyla ilerliyorsunuz…
Ve kendinizi algılarken birisi soruyor, kürek çekmekteki itkiniz nedir? Bir sabah kalkıyorsunuz işinize gitmiyorsunuz ve iki cadde ötede insanların toplandığını daha güzel bir dünya istediklerini, bağırdıklarını duyuyorsunuz, o yana yöneliyorsunuz, o güzel bir dünya hasretinin içine giriyorsunuz ve bir anda bir patlama oluyor ve o güzel insanlar paramparça oluyor. Siz patlamadan dolayı sağır olmuşsunuz ve kendi haykırışınızı bile duyamıyorsunuz. Kör olmuşsunuz ve gülen ve fakat parçalanan o yüzlerden başka bir şey görmüyorsunuz. Ağlamak istiyorsunuz ve fakat gırtlağınız, göğsünüz sizi bırakmış gitmiş, sizi dinlemiyor. Avaresiniz. Kendi içinizde ve yıllardır geçip gittiğiniz o yollarda, sesleri öpülesi ve artık olmayan o insanların arasında avaresiniz. Ve biri soruyor size haykırışınızdaki itkiler nelerdir? Demek istediğim yaşamı kategorize etmekten uzaklaştıkça güzellikler çeşitleniyor. Acılar çeşitleniyor. Gözerimleri çeşitleniyor. Ve siz bu çeşitlilikler arasından geçiyorsunuz. Ve anlıyorsunuz ki bazen geçişin ta kendisidir olan biten…
Orwel’in saydıklarını tümü şiirsel estetik içinde kendini bulabilir, buna bir engel yok. Ne egoist olma kötüdür ne politik olma! Tarihsel kaygılarınız da estetik kaygılarınız kadar şiirsel olabilir… yeter ki yazılan gerçekten şiir olsun!

Şiirin/sanatın maddi bir değeri olup olmadığı konusunda düşünceniz nedir? Sanat bir duygu ve estetik işi olduğuna göre sizce şiirler yarıştırılmalı mıdır? Şiir yarışmaları bir lobi, sektör işi midir?

Elbette ki şiirin de bir maddi değeri vardır ama bu maddi değer dolarla ölçülen bir maddi değer değil. Toplumsal ve kültürel bir değer olarak ölçülen bilen bir maddi değerdir. Ödül konusuna gelince, çok net söylüyorum, ödüllü şiir yarışmaları kaldırılmalı! Siz lobi diyorsunuz ben edebiyat çeteleri diyorum. Yarışmalar sermaye düzeninin süsleyip püsleyip, siniye koyup sunduğu bir rekabet eylemidir. Lobi kendisi de sermaye düzeninin temelinde olan rekabetten doğmuştur. Sermaye ve sömürüye karşı olan bir zihniyetin rekabeti, çıkar güden rekabeti, kabul etmesi mümkün değil. Bu yarıştırmaların yerine herkes kendi beğenisi dâhilinde tanıtım eylemine, eleştiri eylemine girmeli ve bu çabalar içinde ülke halklarının şiir tarihine genişlik ve derinlik kazandırmalı ve unutulmamalı ki yaşamla iç içe geliştirilen bu çabalar içinde yeni yeni şiir okulları doğar ve ileriye doğru akış daha da güzelleşir. Şiir yarışmalarının ister şair açısından ve isterse sözünü ettiğiniz o sektör bağlamında çok çeşitli yan etkilerini ve sözü edilen yarışma eylemlerinin ana hedeflerini burada sıralamama gerek yok sanırım.

Dünya şiiri ile Türk şiirinin ilişkisi, Türk şiirinin evrenseldeki yeri nedir? Şiirler başka dillere çevrilirken anlam kaybına uğrar mı?

Sorunuzun ilk bölümü hakkında, alanım dışında olduğundan kanıta dayalı bilimsel bir yanıt vermem mümkün değil. Ama hemen belirtmeliyim ki sorunuzda bir anlam kargaşası var. Şayet siz Türkiye’de yazılan Türkçe şiiri kastediyorsanız bunu adını doğru koyalım. Türkiye şiiri! Türkiye şiiri diyorum çünkü Türkiye’de Türkçe yazan Kürtler var, Ermeniler var, Çerkezler var, Araplar var. Onlar kendi dillerinde de yazıyorlar ve bunların tümü Türkiye şiiridir. Ama yoğunluk olarak Türkiye Türkçe şiirinden söz ediyorum. Türkçe yazılan şiirler bütün bu insanların bir araya getirdikleri ortak bir değerdir. Tıpkı İran’da olduğu gibi. İran’da Farsça şiir Türklerin, Farsların, Kürtlerin, Arapların, Beluçları, Mazirlerin ve diğerlerinin yarattıkları ortak bir değerdir. Bu değer evrenseldir. Türkçe dışında yazılan Türkiye şiirini okuyamadığım için bir değerlendirme yapmam mümkün değil. Ancak şu kadarını söyleyebilirim ki şiir olarak kabul ettiğimiz Türkiye şiiri dünya şiiriyle omuz omuza ilerlemekte. Kimi zaman bir adım ileri geçmekte, kimi zaman bir adım geri. Ama yeri ön saflardadır. Gelelim sorunuzun ikinci bölümüne, şiir çevirisi ve çeviri şiire! Ben çeviriyi (edebiyat alanındaki çeviriden söz ediyorum) bir dil icrası olarak görürüm. Dilsel icra olmadan çeviri olmaz! Şiir çevrilemez savı bir temeldir, ancak siz yazıldığı dildeki müziği, havayı, biçimi, duyguyu, yazınsal ve kültürel espriyi ve bu arada tabii ki anlamı da çevirebiliyorsanız şaire en az ihaneti etmiş oluyorsunuz demektir! Çevirinin çeviri kokması bir eksiklik değil. Ancak şiirin müziğini ve yukarıda saydığım diğer öğelerini çevirememişseniz en iyisi onu çeviriden saymamalı!

 Ahlak ve ampirik açıklamalar arasında sınırı belirlemek kolay olmasa da ve ahlak davranışın kendisi ile ilişkiliyken, şairlerin özel hayatlarındaki halleri, şairin şiirinin okunmasını etkiler mi? Şiirin ahlakı olmalı mıdır?

Her sorunuzda iki-üç soru saklı. Ben ikincisinden başlayayım. Şiirin ahlakı olmalı mı? Bu soruyu genelleyerek de sormak mümkün: sanatın ve edebiyatın ahlakı olmalı mı? Bunu yanıtlamak için öncelikle ahlaktan neyi kastettiğimizi belirlememiz gerek. Eğer ahlak geleneklerin, yasaların, genel kabulün dayattığı “uyulması gereken kurallar” ise bence hayır, sanatın böyle bir zorunluluğu yoktur. Edebiyat kendi yasaları dışında –bazen onlar da dahil- hiçbir yasaya uymaz ve öyle bir zorunluluğu da yoktur. Tam tersi, esasen sanat ve edebiyat ölü balık gibi akıntıda akmaz, var olan düzenin daha güzele dönüşmesi için başkaldırır, itiraz eder. Bu ise mevcut düzenin değişmesi ve yok olması demektir. Mevcut düzenin değişmesini istemeyen bir şiir aslında ahlaksız bir şiirdir. Hep verdiğim örneği burada da yinelemek isterim: bir şeftali yense de yenmese de çektirdiğini bıraktığında yok olmuş demektir. Olgunlaşmış şeftali, tüm yaşayanlar gibi, zaman içinde yok olmaya mahkûmdur. Bıraktığı çekirdeğin kabuğu ne kadar sert olursa olsun, içinde taşıdığı yeni hayat potansiyeli onu içten gelen güçle çatlatır. Dışarıdaki toprak koşulları ona yardım eder. Çekirdek de kendisinden önceki varlık yani şeftali gibi yok olmaya mahkûmdur. Yeni hayat başlamalı. Şayet şeftali çekirdeği açısından bu bir ahlaksızlıksa demek ki bütün yaşam ahlaksızlık üzerine kurulmuştur: Değişim, yok olma ve yeniden dogma! Kabuğuna karşı isyan etmeyen ve yeşil filizini toprağın karanlığından aydınlığa süzülmeyi göze alamayan çekirdek çürür yok olur gider ve bir daha da meyveye oturamaz. Sanat ve edebiyat bütün toplumlarda mevcut düzenin yok olup yeni bir düzenin kurulmasına doğru yol alır. Şayet ahlaksızlık söz konusu ise, daha güzelin önüne geçen edebiyat ve sanat ve onun arkasında onu besleyen zihniyetin sunduğu, yaslandığı ahlaksızdır. Ama şayet sözünü ettiğiniz ahlaktan maksat kullanılan sözcüklerse, müstehcenlik ve edep dışılık ise bence sanat ve edebiyatın böyle bir kaygısı olamaz. Yasaklarla daraltılmış, karatılmış kafayla şiir yazılmaz. Mevlana kendi mektebinde, medresesinde söylediği mesnevilerde bu anlamda da bütün setleri yıkmıştır hem de taa yüzlerce sene önce. Hem de Şems’in kanına susamış yobazlar sürüsünün ortasında! Bu konuda Mevlana ve Müstehcenlik diye bir dergide bir yazı yazmıştım. Aslında ahlak sınırlarını aşmama kaygısı sanatı, edebiyatı ve bu arada şiiri katleder. Bu bir sansürdür ve başlı başına bir tartışma konusudur. Sorunuzun ilk bölümünde ise şairin özel hayatı ve halleri üzerinedir. Ahlakla ilintili özel hayat! Ne demek bu? Şairin cinsel tercihini mi soruyorsunuz? Küfürbaz olduğunu mu? Gericilerin yanında saf bağlayıp cinayetleri kutsamalarını mı soruyorsunuz? Kişi ve ahlak! Geçelim. Biz şairi ne insanüstü bir yaratık olarak ne de insan olmaya daha varmamış bir yaratık olarak ele almalıyız. Ancak şair, duyarlılığıyla topluma, hayata ve kendisine bakan kişi olarak genel normlar çerçevesine sığmaz. Şairin hırçınlığı, gem vurulamaz oluşu, başına buyruk, içine dönük, duygusal vs oluşu hep beklenir şeylerdir. Şairin özel yaşamı şiirlerini etkiler elbette ancak o şiirlerin okunmasını şairin durumundan çok şiirin durumu belirler diye düşünüyorum. Bir de konunun diğer yanı yani okur yanı var: okurun özel hayatı ve “ahlak”la olan ilintisi ve bakışı da bir şiirin okunmasına etkisi söz konusudur.

Şairlerin kültürü ben merkezci bir his kültürü müdür? Şiirlerinde göstermiş oldukları “duyarlılıkları” aslında onların duygusuz oluşları mıdır? Şairin söylevleri ile eylemleri arasında bir tutarlılık olmalı mıdır?

Söylevle eylem herkes için tutarlı olmalı. Hoca minberde başka halvette başka ise olmaz. Şayet bir şair örneğin kadın insan haklarına inanıyor ve o doğrultuda şiirler yazıyorsa yanındaki kadına şiddet uygularsa bu gerçek bir ahlaksızlık ve ikiyüzlülük olur! İnsanın şair olması için hayallerde, pembe bulutlarda ya da şarap içip gerçeklikten kopması gerekmez. İnsanı, börtü böceğiyle doğayı seven ve kendisini o doğanın bir parçası olarak algılayan ve bu algılar ortamında seven kişi, ilgisi, tarzı, birikimi ve diğer etkenler yardımıyla zaten yazdığı şiirler eylemi ile çatışmaz. Doğanın bir parçası olduğundan kişinin kendisini de sevmesi bütün bir güzelliğin bir parçasıdır. İnsana, doğaya ve yaşama karşı duyarlı olan illa ki şair olması gerekmez. Bir mimar da olabilir. Ama bu saydıklarıma karşı keskinliğini ve parlaklığını yitirmiş (ya da hiç edinmemiş) vurdumduymaz biri asla yeni dünyalar müjdeleyen sanatçı, edebiyatçı ve düşünce insanı olamaz.

Şairlerin genellikle biraz kaçık olduğu öngörüsü vardır. Şiir yazmak bir delilik midir?

Delilik hayran olduğum bir durumdur. Ancak hangi delilik? Delilik deyince konu akıl ölçeği ile ölçülüyor. Yani akıllı olan deli olmaz! Ya da benim aklıma göre o akılsız ya da delidir! Bu böyle değil. Delilik bir kez de gönül ölçeği ile ölçülmeli. Akıl sınırına gelmeden, daha doğru ifadeyle aklın sınırları içinde ve gönülle ilgisiz “akıl” yitirilmesi gerçek bir hastalıktır, tedavi görmeli. Bu alan ruh hekimlerini ilgilendirir. Akıl sınırını aklı yitirmeden geçmek ve hükümranlığı gönle bırakmak da bir çeşit aklı terk etmek ve deliliktir. Bu delilik bilgelik deliliğidir. Erenlerin alandır. Ben bu deliliğin vurgunuyum. Dönelim sorunuza. Şiir bir deliliktir tabii ki. Bir kere kişi gönlü ve bilgeliği ile estetik anlayışıyla hayatla hesaplaşıyor ve sürekli onunla içli dışlı, sanki saplantı halinde adeta… Ama diğer taraftan şiir süresince şair yaprakla konuşur, yağmurla, kediyle, kafasındaki sevgiliyle falan. Eh, birisi bir ruh hekimine gelir de dese ki ben bu sabah kediyle konuşuyordum ve o bana şunu şunu söyledi derse, herhalde o hekimin not defterinde bir soru işareti çizilir kişi şizofren mi diye? Gerçeklikten kopma, parçalanma anını yaşamadan bu dizeler yazılmaz. Gerçeklikten kopma ve parçalanma ise bir çeşit deliliktir. Ama bunların hepsi de sözünü ettiğim o bilgelik alanı içindeyse geçerlidir, değilse yavan hayalcilikten öte bir şey olamaz. Eski Araplardan kalma ve hatta Kuran’da bile geçen şair ve delilik konusu başka geniş bir tartışmanın konusu olabilir. Bu alanda söylenecek çok söz var.

Bir şiirin sanat yapıtı olması için belli koşullara sahip olması gerekir mi? Ya da içimden geldi yazdım oldu sizce yeterli midir? Şiirin şiir olması için; form, içerik, anlam, imge, simge, metafor gibi argümanlar gerekli midir?

Şiir basit bir duygu patlamasının sözcüklere, ne kadar da güzel sözcükler olursa olsun fark etmez, aktarılması değil. Şiirde saydıklarınızın hepsi olmalı ve artı düşsel kurgular, mitolojik yanlar, tarihsel izler, felsefi gönderiler, bilmece ve fare yolu zekâ ürünleri, teatral hava ve hatta diğer güzel sanatların etkisi olabilir. Ama yazdım olduyla olmaz bu iş! Şiir her şeyden önce bir emek meselesidir. Elmas işçiliği meselesidir. Şiir aynı zamanda aşk meselesidir. Aşkın gelip sözcüklerle işve etmesi ve kişinin onun sözcükleriyle cilveye getirmesidir. Zaten aşk kendisi de daha önceki sorunuzda geçen bir çeşit deliliktir. Aşk, bilgelik ve yaşayan bir olgu olarak şiire benzer belli bir çerçeveye sığmaz; nasıl ki şiiri de eskiden olduğu gibi aruz veznine ve belli çerçeveye sokmaya uğraşmak günümüzde yersiz çabadan öteye geçmez. Benim kendi beğenim ya da üslubum budur diyebilirsiniz ama o temel koşullar dahilinde benim beğendiğim dışındakiler şiir değil demek de aynı kapıya çıkar. Siz şiirinizde anlamı ön plana çıkardığınız ölçüde şiirin o büyülü havasından uzaklaşırsınız. Anlam gerilerde olmalı. Ön planda hisler olmalı. Hisleri gösteren ise imgeler, şiirin diğer öğeleri ve sözcükler arasındaki ilgiler ve ilgisizliklerdir. Bir sözcüğün yetersiz kalması da kimi zaman bir dizeyi şiir yapar.

Ajitasyon, hamaset ve ötekileştirmek üzerinden dil ile örülen dizeler şiir sayılır mı? Şiir politikayla ilişkisi olmalı mı? Sanatın politikayla ilişkisi olmaz deniyorsa bu da bir politika değil midir?

Evet, sanatın politikayla ilgisi olmaz düşüncesi bir politikadır başlı başına! Bu politika ne diyor? Diyor ki bakkal bakkallığını yapsın, öğretmen öğretmenliğini vs ve biz istediğimiz gibi sizi yönetelim sonra da kaç yıl arayla kendi seçtiklerimizi sizin oylarınıza sunalım ve bu saçmalık karnavalı demokrasi adı altında devam edegitsin! Ama sanatçı olmanın ve doğal olarak şair olmanın bir gereği toplumda aydın bir birey olmaktır. Sanatçılar toplumların değişip ilerlemesinin yanında değilseler neredeler? Toplumun değişip ilerlemesi insanoğlunun mağaradan çıkması, taş devrini geride bırakması anlamını taşır. Çürümüş düzene, çürümüş düşünceye karşı durmuyorsa sanatçı nerede duruyor? Şiir başlı başına bir politikadır. Ancak bu politika kendi etikleri ve estetikleri içinde kabul edilir. Nasıl ki roman yazmak bir gazetecilik serüvenini kaleme almak ve rapor etmek değilse şiir de politik bir “bildiri” ve sloganlar kümesi değildir! Şiir olan bir şiir toplumu ajite de edebilir, propaganda da yapabilir ama altını çiziyorum bir politik bildiri olarak değil tüm özellikleriyle güzel bir şiir olarak!

Şairlerin başkalarının da yerine geçebilmek, başkası olabilmek gibi bir özelliği, yeteneği olduğuna göre, dünyaları sınırlı olan şairlerin çok sayıda dünyalara sahip olması, farklı dünyalarda yaşayan insanların ruhuna bürünebilmesi ve bunun yanında, şiirlerinde tekrarlara düşmemesi mümkün müdür?

Sanatçılar başkalarının dünyasına girerler evet! Bir roman nasıl yazılır sizce? Yazarın kendi karakterinin kaderine oturup ağlamasını yadırgıyor musunuz? Sanatçı olmak böyle bir şeydir. Şairler de istisna değiller. Onlar da diğer insanların, hayvanların, doğanın yerine geçerler. Onlar ölmeden ve dipdiri yaşıyorlarken yüzlerce kez reenkarnasyon yaşarlar. Bir şair bir çiçek yaprağını okşarken bütün vücudunun ürpermesi, rüzgârın yanaklarında süzülüp geçmesiyle maviliklere gülümsemesini, gözleri oyulan bir çocuğun babasının haykırışını duyduğunda bütün çiçeklerin onun için karaya boyandığını yadırgıyor musunuz? Şair olmak böyle bir şeydir. Çürümüş dünyayı değiştirip daha güzel bir dünya yolunda ilerlemek kolay bir zanaat değil!

Son 10 yıl içinde şiir kitaplarındaki artış, teknolojinin bilgiye erişimini kolaylaştırdığı için mi? Kitap ve şiir okuyan kitlenin onca az olmasına rağmen, yazar sayısında artış hangi ihtiyaçtan doğmuş olabilir?

Sermaye düzeninin toplumsal özellikleri var ve bu giderek daha da derinleşip yaygınlaşmakta. Sermaye düzeni bireyin yalnızlığını yaratır artırır. Bu yalnızlıktaki kopuşlar sadece toplumdan değil, çevreden, dosttan, konu komşudan kopmanın ötesinde kendinden de kopmayı doğurur. Sermaye düzeni rekabete ve en vahşi, acımasız ve insanlık dışı rekabete dayanır. Daha çok kar için rekabet! Bu nedenle de sermaye düzeni tüketim çılgınlığını körükler. Bu tüketimin bir özelliği de hızlı tüketimdir. Fastfood diye söylenen ve benim ayakta atıştırma dediğim eylemin kültürü. Şiiri, romanı, sinemayı ayakta atıştır, tüket, git. Git ve tekrar ama aynı istekle geri gel! Reklam billboardlarını arabanla geçerken oku, gör, sindir, geç. Düşünmene gerek yok. Kabul et ve geç! Televizyonlar hızla tüketilecek olanları sana hızla yedirmeli. Düşünmene fırsat vermeden vs. vs. Böyle bir düzen içinde herkes kendi şairi olmakta. Herkes kendi şiirini okur ve kendi kendini alkışlar. Zihinsel mastürbasyon! Yaratılmış yüzbinlerce zavallı yalnız kral! Evim dediği hapsolduğu tek odalı hücresinde öldüğü bilinmeyen, koktuğunda ambulansın kapıya dayandığı ve ölüsünü toprağın altına verip geçen bir düzen. Ödüller bu kendi olanı bir matah olarak yayınevlerinin hizmetine sunar. Toplu olma bilinci silikleşir, söner. Aydınların toplumsal birlikteliği türlü kuramsal sapkınlıklarla ortadan kaldırılır. Edebiyat çeteleri oluşur! Şiir diye yazılanların büyük bir bölümü zaten şiir değil. Kişinin duygusal anlatısıdır. Onu eskiden kokulu kağıtlara yazıp sevgiliye verirdi şimdi işler kolaylaştığı için basıp dağıtıyor! Bunca edebiyat dergisinin varlığının altında ne yatıyor sizce? Gerçekten farklı şiir anlayışları ve şiir akımları ve edebiyat “ekolleri-okulları” nedeniyle mi? Hiç sanmıyorum! Okuma alışkanlığı olmayan bir ülkede, dünyayı takım tutar gibi sürü psikolojisiyle seyreden bir toplumda, şiir gibi çok zor bir sanatın çok yaygın bir şekilde okunmasını beklemek yerinde bir beklenti olmasa gerek. Neden? Devrimler sırasında halk neden şiire bu kadar sarılır sorusu bu sorumun yanıtına götüren bir ipucudur sanırım.

Kadın sanatçılardan en çok duyduğum “erkeklerin kadınları görmezden geldiği, kadının edebiyat alanındaki başarısı tıpkı hayatın diğer alanlarında olduğu gibi önemsenmediği ve zaman zaman erkeklerle aynı etkinlik alanlarında olsalar bile ’‘asıl sanatçının erkek olduğu kadının renk kattığı” gibi bir yargı ile karşılaştıkları konusunda şikâyetler var. Bu görüşe katılıyor musunuz?

Bakın mesele sadece kadın sanatçılar ve uğradıkları ayrımcılık ve haksızlık meselesi değil. Mesele sermaye düzeni, feodal kültürel kalıntılar, eril zihniyet ve bu düzeneğin acı meyveleri meselesidir. Kadın emekçi, işçi, memur erkek meslektaşlarıyla aynı süre aynı iş yaptıkları halde aynı maaşı almazlar. Sadece Türkiye’de değil birçok Avrupa ülkesi ve Amerika’da da. Neden? Çünkü işveren kadının bir insan olduğu, insan haklarına sahip olduğu noktasından hareket etmez. Şöyle düşünür: Bu süre içinde bu kişi öteki erkek kişiye kıyasla kaç dolar artı değer yaratıyor? Onun üzerinden ne kadar kar ediyorum? Ayrıca bu düzen kadını bir insandan ziyade bir “şey” olarak görür, değer verir. Bu “şey” ben şey değilim, “süs eşyası” hiç değilim, insanım dediği anda isyankâr “şey” olur, cadı olur, “aman aman elinden” olur. Bu konu üzerinde de uzun uzun konuşabiliriz. Özelde erkek sanatçılar arasındaki kadınları görmezden gelmenin altında boynuz kulağı geçti hikâyesi ve boynuzun kesilmesi girişimi yatar. Bugün bütün dünyada kadınlar çok hızlı bir toplumsal uyanış süreci içine girmişler. Bu süreç erkeklerin elindeki birçok ayrıcalıkları almakta, insani olmayan kısımlarını yere vurmakta, ezip geçmekte. İnsan haklarına inanan, insanlar arasındaki eşitliğe inanan kısacası insanca düşünenler arasında böyle bir sorun olmaz. Ama unutmamalıyız ki binlerce senedir zihnimize, genimize bu zihniyet işlenmiştir. Bu zihniyetten, hele hele çürük sermaye düzeninde, bir anda kurtulmak ya mümkün değil ya da kurtulmak için çok emek sarf etmek gerek. Kadınlar emek vererek ve kendi mücadeleleriyle bu geri kalmışlıktan kurtulmanın en devingen dinamiklerini oluştururlar.

Kadın tarihsel olarak “ses” bırakamamış bir cins olarak bugün gelinen yerde daha çok bağırmakta ve “ben de varım” demekte. Sizce kadının edebiyat ve sanat içinde ki yeri nerelere gelmiştir?

Az önce söyledim: emek vererek ve mücadeleyle! “Ben de varım” bir mücadele sürecini dillendirir. Yirminci yüzyılın başlarında dünyada ilk kez sermaye düzeninden başka bir düzeni insan toplumu deneyimledi. O değişimin önderlerinden birinin şöyle bir tespiti var: “Kadınların katılmadığı hiçbir toplumsal hareket başarıya ulaşamaz!” Nokta. Buna ekliyorum, kadının tutsak olduğu hiçbir tolum özgür değildir. Demek biz bir toplumsal kurtuluştan söz ediyoruz. Tabii ki bu kurtuluş yolundan kadın erkeklerden daha fazla zincir karıması gerekiyor. Kadın, “ben de varım” haykırışını on yıllardır daha da yükseltmiştir. Zira erkek egemen düzen tarafından onun eline ayağına, zihnine ve ruhuna erkeklerden daha çok ket vurulmuştur. Kadınıyla erkeğiyle insan bireyinin ve toplumunun kurtuluşundan söz ediyorum. Kurtulmak: Binlerce senenin zihinlerimizde çöktürdüğü, adeta fosiller oluşturduğu kalıplar, inanışlar, hurafeler, sapkınlıklar ve sayısız elimizi kolumuzu zincire vuran her şeyden kurtulmak. Bugünün Türkiye’sinde Türkiyeli kadınların son yüzyıl içinde elde ettiklerini elinden alma çabası var. Bu edebiyat ve sanat alanında da geçerlidir. Kadınların yükselmesi, seslerinin daha gür duyulması bu karşı koyanlarla aralarındaki çatışmayı daha da şiddetlendirecek. Kadın insan haklarına inanan erkekler bu çatışmada kadınların yanında yer almışlar ve alacaklar. Edebiyatçılar arasında genelde ve şairler arasında özelde değerli eserler üreten kadınların sayısı bugün dünden çok daha fazla ve daha etkindir bu sinema sanatçıları, ses sanatçıları, görsel sanat alanındaki sanatçılar, tiyatro sanatçıları için de geçerlidir.

Kimi çevrelerce, erkeklerin sanat alanında kadından daha iyi olduğu söylenmekte “Kadınlardan Goethe, Dostoyevski, Gogol, Shakespeare çıkmamıştır”. Sizce kadının dehası erkeğinkinden eksik midir? Virginia Woolf “kadının kendine ait bir odası ve ekonomik gücünün olmayışı kadınları sanatta ve edebiyattan eksik bırakmıştır” der. Kadının dar alanlardan çıkamaması, kamusal alanlarda olamamasını da eklersek kadının edebiyat ve sanatta üretiminin az olmasına bunların dışında sizin ekleyeceğiniz şeyler ne olurdu?

Erkek dehasının sanat alanında kadından daha üstün olduğu savı her halde geri zekâlı bir erkek tarafından ortaya atılmış ve diğer eril zihniyetli erkekler tarafından da üzerine atlanmış ve bilimsel kanıt gibi kullanılagelmiştir. Sanatsal yaratı çarşafa bürünmüş, burka arkasına sokulmuş, yazıp okuması yasaklanmış, evin dört duvar odasına hapsedilmiş, insanı hakları elinden alınmış, şiddet görmüş, ekonomik gücü sıfıra indirilmiş bir kadından Puşkin olmasını mı bekliyorsunuz? Bu beklenti olsa olsa bir Puşkinlik değil pişkinliktir! Özel bir hikâyemi ilk kez size anlatacağım. Kısa zaman önce kaybettiğim ablamı örnek vereceğim. İlkokuldan sonra bir sürü nedenle (neden ne olursa olsun fark etmez) okuldan alındı. Bizim evde dokuz çocuk büyüdü. Hepsi, bu ablam hariç, doktora düzeyinde üniversite bitirdiler. Çok güzel olan ablam sevmediği bir erkekle erken yaşta evlendirildi. On yedisine geldiğinde ilk çocuğu kucağındaydı. Fiziksel şiddet gördü. Ama o çok hassas, duygulu, meraklı, güzeli fark eden bir kadın olarak kendi yanında yapay çiçek yapımını öğrendi. Önce kumaş, sonra hamurla. Altmış yaşına geldiğinde tekmil bir sanatçıydı. Kocasından ayrıldı. Son yıllarını benim yanıma geldi Türkiye’ye. Bütün özgürlüklerine kavuşmuştu. Küçük bir kütüphane yarattı kendine evde. Ve bir gün bana küçük defterine yazdığı şiirleri okudu! O defter bir ibret aynası, bir suç delili, bir ömrün tutanağıdır, hala! Sanatsal eser maddi varlığın bir parçası ve maddi gerçekliğin çok boyutlu ve diyalektik ilişkilerinden doğar. Burjuva devrimi öncesinde Avrupa kadını hemen hemen sahnede yok! Nerde o kadın? Ortaçağın karanlıklarında yakılmakta, asılmakta ya da evin kadını olarak tutsakları yaşamakta. Ne zamanki Bastil sokaklarının Arnavut taşlarında kadının kanı erkeğin kanına karıştı, ne zamanki fabrikalarda kadının alın teri erkeğin alın terine karıştı o zaman Derrida’nın yanında Kristeva da ortaya çıktı. Hubert Robert (1733 – 1808),
Jacques-Louis David (1748-1825), François Boucher (1703-1770) gibi ressamların yanında
Anne Vallayer-Coster (1744 –1818), Élisabeth Vigée Le Bru (1755–1842), Adélaïde Labille–Guiard (1749–1803), Rose Adélaïde Ducreux (1761–1802) boy gösterdi. Aynı yıllarda birçok kadın ressam bu topraklarda eserlerini veriyorlardı. Liste çok uzundur: Aliye Berger (1903-1974), Bedia Güleryüz(1903-1991), Belkıs Mustafa, Celile Hikmet Enver (1883-1956), Efraz hanım, Emine Fuat Tugay (1887-1975), Emine Naciye, Emine Nusret hanım, Eren Eyüboğlu (1907-1988), Fahrünnisa Zeyd (1901-1991), Fatma Nazlı Ecevit, Furumet Tektaş (1912-1961), Füreya Koral (1910-1997), Güzin Duran (1898-1981), Hale Asaf ( 1905-1938), Harika Lifij (1890-1991), Melek Celal Sofu(1896-1976), Melek Savut (1902-1973), Meliha Zafir Yenerden (1896-1979), Mihri Müşfik Rasim (1886-1954), Müfide Kadri (1889-1911), Müzdan Arel, Müide Esat, Naciye Tevfik ( 1878-1960), Nazire Osman, Nermin Faruki (1904-1991), Nevzat hanım, Ruşen Zamir, Sabiha Bengütaş (1904-1992), Sabiha Bozcalı (1903-1998), Vildan Gizer (1889-1974), Zahide Özar.

Kaldı ki sanat her şeyden önce bir yaratmak ve doğurganlık meselesidir. İçinde dişil enerji taşımayan insan sanatçı olamaz. Bu kadar basit! Dişil enerjiden söz ederken erkeklerin gay olmasından söz etmiyorum. Çünkü bu hatayı yapanların sayısı az değil. Kim ki doğayı, insanı ve aslında yaşamı bütünüyle insan duyarlılığıyla duyumsar, onun kendi ruhunun derinliklerinde, ruhunun kızgın ateşinde eritir, ruhunun toprağında saklar, acılar, sevinçler, arzular ve hayalleri, düşünce ve inanışlarıyla biçimlendirir işte o kişi algıladıklarını sanat eseri olarak tekrar o topluma ve yaşama geri verir. Bir sanat eserinin ortaya çıkışı ağacın devrilmesi, toprağın derinliklerinde kömüre dönüşmesi, o kömürün bin yıllar sonrasında ısı ve basınç nedeniyle elmasa dönüşmesine benzer. Tüm bu süreç dişil enerjiyle mümkün olur. Doğurganlık ve yeniyi yaratma ve yaşamı ileriye götürme enerjisi. Ekonomik güç yaratıcı kadınlara kabuklarını yıkma ve meydana gelme cesaret ve kültürel özgürlüklerini kazanma olanaklarını tanır…

[1] Bu söyleşi 13 Temmuz 2017 tarihinde Güney Dergisi’nde yayımlanmıştır.

Hepsi içinde yayınlandı

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s