Yağmur, bahçenin toprağını yıkayıp götürüyordu. Toprağın sıcaklığı, solucanlar için büyülü bir çağrı gibiydi. Siyah çarşaflı kadınlar hâlâ ağlıyorlardı. Habib yine gelmedi. Sonra çamaşırlar, bahçede gerilmiş ipte dondu. ‘Kış bitince gelir,’ dedim. Kış bitmiyor, Habib gelmiyordu. Kadınlar her şeyi biliyorlardı sanki. Onlar, çarşaflarının altından yerin diplerine iniyor, o kara ırmağın kıyısına oturuyor, ölümün dedikodusunu yapıyor ve her şeyi öğreniyorlardı. Sonra yeryüzüne çıkıyor; evimizin salonunda kara çarşafları altında, gelecek olan ölüm haberlerinin acısıyla göğüslerini, dizlerini yumrukluyor; inliyorlardı. Onlar, ağıtları ve iniltileriyle ölümün yolunu suluyorlardı ve her hafta sonu karşılıyorlardı onu. Onlar her şeyi biliyorlardı, öyle değilse neden hâlâ ağlasınlardı ki? Onlar, salonda aynı yerlerinde, birbirlerine yapışmışlar, kımıldamıyorlardı. Hâlâ yüzleri kapalı ve hâlâ tanınmazlardı. Bir gün, ‘Neden bu kadar ağlıyorsunuz?’ diye bağırarak sormak geçti içimden. Soramadım. Onlara, ‘Siz kimsiniz? Benim evimde ne işiniz var?’ diye sormak istedim. Yine soramadım. Biliyor musun, onlardan korkuyordum. Delirmiş olduğumu sanacaklarından da korktum. Habib bana, “Sen delisin! Seni deli doktoruna götürmeli!” demişti. İşte, bu yüzden soramadım. Kışın da biteceği yoktu. Kapılardan, damlardan sarkan buz sarkıtları, geceleri mehtapla oynaşıyordu. Hayır! Ay, sarkıttan sarkıta atlıyor, ayazlarda at oynatıyordu. Ağaçların çıplak dalları bu oyundan habersizdi sanki. Ağaçlar, ölümün hazzıyla donmuş, sessiz ve suskulu bir düş içinde kadınların iniltilerini dinliyordu. Tahran, billur bir çınlama altında suskundu. Sadece, evlerin önündeki hiclelerden yükselen Kuran sesi vardı; bir de camilerin yanında haşlanmış şeker pancarı, bakla, şalgam, patates satan seyyar satıcının sesi… Lüks lambasının ak aydınlığı altında tezgâhtan yükselen sıcak buhar, düşüncelerinde donmuş insanları çağırıyordu. Bir de başımıza yağan füzelerin, bombaların sesi… Sonra, serçelerin gagaları toprağı buldu. Kadınlar hâlâ oradaydılar. Nevruz Bayram’ında her yerde bayraklar, sancaklar asılınca onlar, odalarda mum yaktılar, her köşe başına konan hicleleri, ruhlarının sokaklarına, evin içine taşıdılar. Etrafında dönüp durdular. Kadınlar çoğalıyorlar ve evin dışına taşıyorlardı. Onlar sadece, camide kuponla dağıtılan donmuş et, süt kuyruğuna girmiyorlar, kefen, cam bardak, mum, sabun, kâfur sıralarına da giriyorlardı. Sırada iken kendi kendileriyle konuşuyorlar ve dualarını, yıllanmış kehanetler gibi mırıldanıp, geçenlerin yüzüne doğru üflüyorlardı. Gençleri ölen, közlerini çoktan yitirmiş kül rengindeki saçları üzerlik ve baharat kokan anneler onlara katılıyorlardı.
Evimizde sonsuza kadar ağlamaya oturan kadınlar yüzlerini göstermiyorlardı. İniltileri de kararmıştı hepsinin. Yine cesaret edip de kim olduklarını soramadım işte. “Delirmişsin!” demelerinden korktum yine. Tahran bombalandığında hiçbirinin yüreği korkudan çatlamıyordu onların besbelli. Dünyanın Saddam’a verdiği ve onun ordusunun fırlattığı füzeler, kıyametin koptuğunu bildiren gürültüyle kentin bağrını deştiğinde, evimi dolduran kadınlar başlarını kaldırıp, kara çarşafları altından çığlık atmıyorlardı. Ben korkuyordum.
Babamın yılı çıktı, Habib’ten yine haber alamadık. Güz başlarken, savaşın ikinci yılına girerken Murteza geldi. Habersiz… Harap… Yıkıntılar içinde… Anne, kendi odasında namaz kılıyordu. Zaten anne, seccadenin üzerinde, arzuları, düşleri, korkuları ile baş başa ve yalnızdı hep. Hangisinin hangisini kovaladığı bilinmiyordu artık. Murteza, büyük kanepenin üzerine çöktü. Kırıldı adeta. Saçlarına toz serpilmiş gibiydi. Gördüm. Fakat gördüğüm toz da değildi. Hatıraya benzer bir şeydi. Hep kalıcı olacak bir hatıra. Bir gölgeydi sanki. Sonra, hatıranın gölgesi nedir anladım. Çay getirdim. Buyur edince, gözlerinin içine de aynı lacivert tozun çöktüğünü fark ettim. Murteza, Habib’in can yoldaşıydı biliyorsun. Birlikte büyümüşlerdi. On altı yıl! Bugünlerde kaç ömür demek… Birbirlerinden gizlileri saklıları yoktu. Murteza Şiraz’a, tıp fakültesine gitti. Yedi yıl boyunca telefonla aradı hep. Zaman buldukça Tahran’a görüşmeye gelirdi. Telefona ben çıktığımda, Merziye ile beni karıştırırdı. Ben olduğumu anlayınca, konuşmayı sürdürmek ister gibi olurdu. O tatlı kekemesi kaybolurdu. İnsan heyecanlandığında kekemeliği artmaz mıydı? Ama o, kendisini unutur gibi olurdu. İlginç! Sesinde bir neşe, bir dur duraksızlık baş gösterirdi. Anlıyor musun, sanki kahkaha attı atacak… Sözleri, ağzında çırpınıp kanat çalar gibi olurdu. Bana hiçbir zaman, ‘Seni seviyorum!’ demedi.
Dedim ya, Murteza o Murteza değildi artık. Yıkılmış, harap olmuştu. Cepheden, doğruca buraya geldiğini söyledi. Eylül ayında, okul başlayınca, tıp fakültesinden elliye yakın uzman ya da stajyer doktorla, Kerhe Irmağı cephesine gitmiş. Kerhe yine bulanıkmış. Yine âsi… Orada Habib’e rastlayınca şaşırmış. Gözlerine inanamamış. Kucaklaşmış, laflamışlar. Habib kendisi, Tahran’da, mahalledekilerden koptuğunu söylemiş. Hacı Ekber’in erzak dağıtım sorumlusu olduğu camiden de kopmuş. Mahallede, milleti kontrol işinden de vazgeçmiş. Silahı da geri vermiş. Herkes kuşkulanmaya başlamış kendisinden. Karşı devrimci, komünist, münafık lafları dolaşmaya başlamış ortalıkta. Canı sıkılmış bu laflara. Komünist değildi, Mücahit asla değildi. Ama kopmuştu işte. Az kalsın inançlarından kuşku duyacakmış. Üç arkadaşı ile anlaşmışlar, doğruca cepheye gelmişler. Neredeyse bir yıl olmuştu cepheye geleli. O iki arkadaşı, daha kış bastırmadan şehit düşmüştü. Güney cephesinde bu kadar uzun yaşamak garipti. Yaşamış işte. Önce batı cephelerinde, sonra da güneyde. O gece hava serinmiş. Hafif bir esinti de varmış. Ay ise kocaman, pirinç bir tepsi gibi takılıymış gecenin göğsüne. Sonra, Habib namaza durmuş. Murteza, “Sanki kendinden geçmişti,” dedi. Sonra münacat okumuş. Murteza, “Çok güzel sesi vardı,” dedi. Biliyordum. Saatlerce Kuran okuyup ağlamış.
“Biliyor musun,” dedi, “o aşıktı. Çok da sessiz. Yani birkaç yıl önceki Habib değildi. Fakültede bizler, az da olsa, gırgır geçer, söyler gülerdik, orada da öyleydik…” dedi, “İşin bir çeşit çeşnisi yani…”
Fakat Habib öyle değilmiş. Sabaha karşı Murteza’yı çağırmış, “Arkadaşım,” demiş, “olur ya bana bir şey olursa, Rana’ya benim selamımı götür.” demiş, “Ona haksızlık ettim. Helallik iste benim için. Bir de benim odamda, dolabımda bir kutu var, onu açsın,” demiş Habib, “bir de, o baştakilere inanmasınlar.” demiş, “Onlar Muaviye’nin yolunu tuttular.” demiş. Dediğine göre, Murteza bunu duyunca çok şaşırmış. Susmuş ama. Sonra, pirinç ay gümüşe dönünce, “Allaho Ekber!” denmiş. Birlikte gitmişler. Onlar birkaç yüz gönüllüymüşler. “Sonradan bir alay demişler,” dedi Murteza. Tepeden aşağı inince kandırıldıklarını fark etmişler. Büyük bir ihanete uğramışlarmış. Eskiden Şah’ın komutanlarından olanlar casusluk etmişler. Yerlerini vermişler düşmana.
Murteza’yı ağlarken görmemiştim. Gördüm. Yine o tatlı kekemeliği vardı dilinde.
“Da daaha iiilerleyemedik… Kaaandırılmış, satılmıştık, iiihanet vardı. Kendi içimizden. Ko komutanlardan. Tepenin öööte yanı dü düz ova, sonra bir tepe daha. İşte bu tepenin aaarkası düşman kuvvetleri doluymuş. Biz biz iki tepe arasında sıkıııışmıştık. Sonra cehennemi ya yaktılar, kıyamet başladı. Mahşer-i kübra gü günü o gündü işte. Çooocuklar yaaaprak gibi döküldüler, makineli, humpapara, el booombaları, RPG’ler, ta ta tanklar… O cehennemde toprak kana boyanıyordu. Ta taşlar da. Baaarut ve duuuman görmüş kan kırmızı değil artık… O toooprak mordur, mosmor!”
Kekelediğinde nasıl da sevimli olduğunun farkında mıydı? Bir çocuk gibiydi. En derin acıyı aktarırken bile… Ölümün de rengi değişirmiş.
Laflarken, “Ölüm kara değil,” demiş Habib, “ölüm bir parça beyaz billurdur. Bum buz! Gelir kulağının dibine oturur. Dokunmanı bekler. Dokunasın ki ciring ciring ses versin. Vermez tabii. Yani verir de sen duymazsın. Ve her an kırılacakmış gibi kaygılanırsın. Öylece suskun, durup seyredersin onu. Sonra, o seni alıp götürür. Beyaz billurdan bir duvar çeker çevrene ve alıp götürür seni.” Murteza bana, Rana! Sen ölümden korkmuyor musun, diye sordu. Korkuyorum ya, dedim ona. O, korkmuyormuş. Öldürmeye fırsatımız yo yoktu, dedi. Murteza, hem söylüyor hem ağlıyordu. Benden utanıyordu da. Yanına oturdum. “Dönün dediler,” dedi. Kerhe fena halde âsiymiş. Sanki “Hayır!” diyormuş. Habib, sanki başka bir dünyadaymış. Kırmızı alın bağı kararmış, suratına su serpilmişmiş sanki. Su yokmuş ki.
Murteza, “Dönelim dedim,” dedi, “dönelim! Yaktılar bizi!” Habib başka bir dünyadaymış. “Beni duy duymuyordu sanki… Onun RPG’si o biri biri ardından gıcır gıcır peydahlanan tankların karşısında ne ne ki! Çocuklar güz yaprağı gibi dökülüyorlardı. Vatan toprağını görecektin!” Habib’i görmüş. O, kendi etrafında dönüp düşmüş. Ve RPG bir yana, kendi bir yana. Koşmuş yanına. Habib’in dudaklarına kanlı bir ay serpilmiş, bir de bir gülümseme. Murteza, “Ölme Habib!” diye haykırmış. Sağ yanı darmadağınmış. “Ölme Habib!” demiş.
“Eli ile elimi sı sıktı. Usulca, ‘Murteza! Ölüm kara değil!’ dedi, ‘Bu hayattan daha güzeldir.’ Bana, ‘Git Murteza!’ dedi, ‘Burada ka kalma. Belki kurtulursun da başımıza gelenleri anlatırsın.’ Güneş, yüzüne oturdu… Dudaklarından öptüm, kana bulanmış kum tadıyordu… Sırtıma almak istedim… Bir de anladım ki bi biçare olmuşum.”
Murteza sustu. Sustum. İçimdeki yıkımın sesini duymak için susmalıydım. Murteza dayanamadı, “Suya attım kekendimi,” dedi, “Habib iki yüz adım ööötede. Güneş, yüzünün ortasında… Elim, ayaklarım çocukların Kerhe Irmağı’nın asi sularındaki cesetlerine değiyordu. Öfffkeliydim. Hıncım, Kerhe’den önce beni öldürsün istiyordum. Çok zavallı kaaaalmıştım. Elim hiçbir yere var var varmıyordu. Habib’i çağırdım. Öyle sanıyorum. Çağırmış olmalıyım. Boğulmuştum be ben. Ben booğulmuş değildim, ortada bir tek o sesler. Etrafta bir tek o se sesler. Mahşer-i kübra! Kerhe kan ko ko kokuyordu. Suda ağlıyordum! Sen hiç su suyun dibinde ağladın mı?”
“Hayır!” dedim. Ağlamıştım hâlbuki.
“Asi ve bu buruk bir his vardı ağzımda, sanki ağzım ka kan doluyudu. Keeeskin bir bıçak göğsümü deşiyordu. Ö ö öfke, korku ve güçsüzlük beynimde şa şahlanmış, alt etmek istiyorlardı beni. Ke ke keeendimi kurtarmak için ça çabalıyordum. Ve kurtulmak üzere olduğumu göördükçe, içim ağzıma geliyordu. Su, beni almış götürüyordu. Aklım hâlâ gerilerdeydi. Beeelki Habib de gelir diye. ‘Habib!’ diye bağırdım. Bağırdım sanıyorum. Fakat benim se sesim o cehennem ortasında ne ki! Habib’i bir daha görmedim. Bizim çocuklardan bir tek ben dönebildim!”
Murteza sustu. Ağlıyordu. Fakat onun gözyaşı dökmesi, kara çarşaflı kadınların ağlamasına benzemiyordu. Onun ağlaması, sanki tüm vücudundan ayrıktı, kendi başına buyruk. Sessizdi ve usul.
Murteza’nın çok değiştiğini hissediyordum. Fakat neydi değişmiş olan, bilemiyordum. Keşke birkaç kişiyi öldürmüş olsaydı da zavallılığından bir şeyler eksilmiş olsaydı. Sanki, ölmüş olsaydı biçare olmayacaktı, anlıyor musun? Fakat oturup usulca gözyaşı döksün, biçare olsun diye çırpınıp çabalamış, diri kalmıştı sanki. Elini elime aldım. Çocuksu bir şaşkınlıkla, “Bacı!” dedi. Yani, her yabancı kadına dediği gibi. Gerçi ben yabancı sayılmazdım ona. Namahremdim. Elini çekmek istedi. Bırakmadım. Sanki ben de biçare olmuştum. Habib’in ölümü bizi biçare etmişti. Beynim uyuşmuştu. Habib’in Tanrı’sından korkmuyordum artık. Benim Tanrım da onu seviyordu sanki. Habib’in anısı girmişti aramıza. Apaydın bir görüntü gibi. Diri; fakat soğuk bir görüntü. Bir sinema filmi gibi. Havada. Gülümsüyordu. Gülmeyi daha unutmadığı zamanki gibi gülümsüyordu. Daha, yeni Tanrı’sını keşfetmeden önceki yıllardaki gibi… Yani on, on beş yıl öncesi gibi… Bin yıl öncesi…
Eskiden, yaz günleri, Kutsu Teyze –ki şişmandı– bizim evde kalırdı. Öğleden sonra hava sıcakken, annemin namaz odasında –ki serince idi– uyur, horlardı. Habib’le birlikte yanı başına giderdik. Bazen, şişko karnının üzerine oyuncak bir bebek koyardık. Aşağı yukarı inip çıktıkça biz de ölesiye gülerdik. Yahut ağzına, burnuna bir parça iplik tutardık. İplik, onun her horlayışıyla bir fare kuyruğu gibi oynar, biz ise yine kırılırdık. Habib’in yüzü, o sessiz gülüşlerin baskısı ile kızarırdı.
Baba, bizi Sereyn’e götürmüştü. Sabahları menekşe, kekik ve toprak kokusu ile uyanırdık. Tüm köy, Savalan’ın eteklerindeki termal sularından havalanan sis ve koyun melemeleri ile dolardı. Ayağımızı kaynak sularına daldırdığımız da sanki binlerce iğne girerdi tenimize. Çığlıklar atardık. Sonra Habib, güneşin ilk ışıklarıyla, buhar ve sis toprağa oturduğunda suya girerdi. Benim de girmemi isterdi. Çığlık attığımda güler, küçük adımlarla içerlere ilerlerdi. Buharın içinde kaybolurdu. “Nerdesin?” diye bağırırdım. Cevap vermezdi; ancak gülüşlerinden anlardım nerede olduğunu.
Habib, buhar, sis ve ışık içindeydi yine. Onun o incecik, billurdan ışık sütunlarına dokunabilirdin sanki. Yavaş yavaş ırmağa daldı. Hâlâ gülüyordu. “Sen,” dedim Murteza’ya, “suda hiç güldün mü?” Cevap vermedi. Irmak, duru ve parlaktı. Ve Habib yavaş yavaş suyun dibine iniyordu. Aşağılara, ırmağın dibine vardı. Artık sadece Habib’in etrafı aydınlıktı. Ona dokunan balıklar belli oluyordu sadece. Sonra, balıklar iyice arttı. Yaralarından öperek yukarı kaldırdılar Habib’i. Sudan dışarıya çıkan her parçası kararmaya başlıyordu. Sonra, tamamen suyun dışına çıktı. Işıktan hiçbir eser kalmamıştı. Kendi etrafında döndü ve düştü. Güneş, yüzünün ortasına kondu. Tüm vücudu morarmıştı. Barut görmüş kan gibi… Artık gülmüyordu. “Kardeşim!” diye bağırdım. Yanıtlamadı. Biçare olduğumu anladım. Kardeşsizdim…
Anne, Habib’in artık geri gelmeyeceğini bilmemeliydi, yoksa o da biçare olacaktı. Artık ağıt mevsimi bitmek bilmezdi. Anlarsa, ağlayışın ışıklarını sonsuza dek açık tutar diye düşündüm.
Anne, babamın ölümünden sonra takatsiz düşmüştü. Ağıtlara son verecek gücü kalmamıştı zaten. Kadınlara, “Haydi kalkın artık yeter, gidin benim evimden!” diyecek erki de yoktu. Sardunya saksılarını odaya getirmek için de gücü tükenmişti. Kendisi de bu kadınlardan biri olmuştu sanki. Yüzü seçilmiyordu.
Murteza’ya, “Biçare oldum Murteza!” dedim. Gözyaşlarını sildi. Ayağa kalktı. Daha yakınıma geldi. “Ben de,” dedi. “Sen doktorsun, iyileşirsin,” dedim. “Hayır,” dedi, “artık, hasta da ölü de görmek istemiyorum. Yapamam!”
Ne yapmak istiyorsun şimdi öyleyse, diye sorunca buradan giderim, dedi.
Ve gitti. Ve hiçbir zaman da, “Seni seviyorum!” demedi.
Azalya, roman, h.h. Arkadaş yayınları