Ağaçlar
Yazan: İbrahim Golestan[1]
Ark, Duvar ve Susuz toplu öykü kitabından
Mavi ladinin yanında dalları arasında sürgün vermişti. Tomurcukken yassı yaprakları arasında görünmezdi. Kim ki meyveyi tatmıştı, yemişti meyveyi ya da, çekirdeği arkın kenarına ya da değil daha uzak çeşmenin başına fırlatmıştı ve su sürüklemişti çekirdeği, getirmiş yarpuzların arasına. Sonra çekirdek toprağın altına gitmişti, ya da işte bu yarpuzların arasında çatlamış sürgün vermişti, kök salmıştı, sonra kar ölü yılın üzerine yağmıştı.
Sonrası bahar bir fidandı dört yaprağıyla. Dayanmıştı, büyümüştü, çamın dalları arkasında boy atmıştı o.
Sonrası yıl çiçeklendi. Çiçekler çamın dalları arasına sokulmuştu. Bayram günleriydi, gece olunca soğuk hava kar tozu serpmişti yeşillere. Sabah olunca güneşle buhar olmuştu kar. Rüzgâr ıslak toprak üzerindeki sisi, yeni yeşermiş yaprakları çekip götürmüş ve çam kokusunu havaya üflemişti. Boğum boğum iğne yapraklar üzerindeki küçük su damlacıkları titreyip, canlanıp, kıvılcım sıçratıyordu ve ansızın çiçekti o.
Çiçekler daha açmamıştı ama kapansa da fidanın yaşadığına nişandı. Ve ben fidanın ağaç olması cilvesine çekilmekteydim. Ağacın ağaç oluşu tekmil bir sırdı, gerçi kar, sabah, yeşillik ve sis, toprak, rüzgâr ve zamk kokusu, yapraklar üzerindeki yedi renk su damlacıkları beni ona götürmüştü.
Sonraki günler, ikindi çağları o aşinaya gelirdim hep. Çiçekler dökülünce ve yeşerince yapraklar, ağaç çamın arasına girdi ve dalların yeşil topluluğu güneşe, zamana ve serpilmeye bırakıldı.
Dördüncü yıl bahar çiçek taneye oturdu, ağaç meyve verdi. Meyve, zamk damlaları ve çamın kokusu arasında olgunlaşıyordu. Temmuz ayında meyveler oldu. Olan meyve, ağaca aşina bir bakıştı, sırf bir cisim değildi o.
Temmuz öğleniydi ve bağ buluğ sarhoşu. Güneş meyvenin tüyleri üzerine oturmuştu, durgun havanın sıcaklığını gölgenin sefası yumuşatmıştı ve çamın dalları arasındaki meyve fanus içinde bir alev. Olgun meyveyi koyduğumda ağzıma büsbütün güneşti, topraktı ve yaşam kokusu.
Sonraki günler meyve yaşamı tattırdı bana yine. Sabah erkendi, yıldızın aydın bakışıydı, çıkmasıydı güneşin, saka kuşu sesiydi, bulutların hayalinde karganın uçuşuydu, bekleyen sessizliğiyle günbatımı, pınarın katıksız şarkısıydı o. Sabah, kızıl kökler esintinin basit büyüsü… ikindi, söğüdün dalları arasında… kar dağ zirvelerindeydi. Uzakta mor geven çiçekleri, yeniden geliş umuduyla, ileti yüklü bir telek gibi rüzgâr göletinde sürüklenen.
Ekim sonunda solunca yapraklar, derilmemiş bir iki meyve vardı dalları ortasında çamın. Derilmemiş meyve kuruydu. Kuru meyveleri karga kopardı. Çam yeşildi. Çamın işi yeşil kalmaktı hep.
Bir şubat ikindisi, geldiğimde ben eve, çamın yanında, yeni ıslak toprak öbeği çekti dikkatimi. Toprağın arkasında, çukurdu ve bahçıvanın beli. Seslendim ne etmiş o? Selamladı ve bir ağaç için yer açıyorum dedi, benim ağacım. “O küçük ağaç için bir yer. İkisi için de iyisi uzaklaştırayım onu. Hem onun için hem de çam için,” dedi.
“Ayıralım mı? Ama kökler yara alır!”
“Uyumakta bu kök. Şubatta ağaç kökleri uyur.”
“Uykunun ne ilgisi var yarayla ha? Kök köktür işte. Yaralanır!”
“Bahar gelince iyileşir.”
“Hayır, hiç gerek yok buna.”
“Ağaç gelişmeli…”
“Şayet çekirdek bu ağacın arasında kendine yer etmişse bırak onu kendi haline. Bir ağacın gelişmesi neden bizim isteğimizle ki!”
“Dar yerde serpilmez o.”
“Gelişmek dal, budak mı ki, irilik mi? Meyveleri sen görmedin mi hiç?”
“Dar yerde kökler birbirini boğar.”
“Kökler anlaşırlar, senin ne işin var o köklerle? Toprak barıştırır onları.”
“Dallar için de yer yeterli değil.”
“Çamın dallarını buda!”
“Yazık olur çama.”
“Çam! Ağacın bereketine sanki meyveye oturmuştu o. Kökler yoldaş olmuş bırak sen onları. Kökler bir birine dolaşmıştır. Dokunma onlara. Sen bilmiyorsun onlar toprağın altında nasıl yoldaş olmuş, bir olmuşlar… dokunma onlara.”
“Çukuru kazmışım artık!”
“Kazmışsan ne olmuş yani… önemli olan açtığın çukur mu ki!”
“Çukur açılmış artık…”
Yüzü, soğuk günbatımı havasında soğuk, boğuk, çukur yanında duruyordu. Beli almış, soğuktu, boğuktu o.
“Kazmışsan ne olmuş yani!” dedim, “Dokunma sen ağaçlara!”
Bana baktı, baktı, sonra beli omuzlayıp gitti bahçıvan.
Soğuk, nemli karanlığında gecenin oturmuştu, çukurun üzerine, çamın üzerine, benim üzerime ve o ağacın üzerine. Çukur kör bir göz gibi dalmıştı.
Sonraki gün öğlen vakti güneşin altında, yine boş bakışlarıyla çukurdu, ağaçtı, çamdı ve ben ve yine çukur. Sonraki gün, daha sonraki çukur, öbek toprağın kamburu yanında zarar etmiş iddiasındaydı sanki, bekler oturuyordu sanki o. Bahçıvana “Toprağı dök çukura!” dedim, “Doldur onu!”
İkindiydi. Hava tutkundu, soğuktu, geç. Sonra sessizce gelince gece, kar da başladı. Sabah olunca kar oturdu bahçeye, kuru dallara, çamın omuzlarına, toprak öbeğine, çukura oturdu kar.
Birkaç hafta kar vardı, kaç kez de yağdı kar. Kar, çukurun kesintisiz bakışlarını aldı. Çukur karın altındaydı ve kar, beyaz ve yeknesak, gözü alıştırdı ve göz görmezden geliyordu çukuru. Ve çukur, hâlâ oradaydı.
Ve gelişme günlerinin, baharın, çiçeklerin, ışığın emilmesinin ve meyvelerin gelişmesinin beklentisinde biz.
*
Bir gün, şubat ayının sonunda, komşu çocuklar gelmişlerdi. Bahçede oynuyorlardı. Az kalsın çukura düşeceklerdi. El atınca benim ağaçtan yardım istemek için, kırdılar ağacımı. Varınca ben onlara, minik ayaklarının izi vardı kar üstünde ve ağacımın nazlı ince gövdesi, kırılmış çukur kenarına düşmüştü ve çukur ki çökmüştü.
Genç kırık sapın kökleri toprağın ortasında kalmıştı. Çamın kökleri arasında.
Ayakta duran bahçıvan, “Çamın kökleri mutlaka yara almıştır, bu çam artık o çam değil, gider bu çam!” dedi.
Mayıs 1966- Haziran 1967
(Farsçadan çeviri: h.h.)
[1] İbrahim Golestan, “Ağaçlar” adlı bu kısa öyküyü Mayıs 1966’da başlayıp Haziran 1967’de bitirmiştir. Furuğ defalarca ve gururla, “O, Ağaçlar öyküsünü benim için yazdı,” demiştir. Öykü bir şiir musikisinde yazılmıştır, yayınlandığında Furuğ çoktan gitmişti! Kaveh’nin babası hakkında konuşurken bahsettiği ve babasının ağaçları ve çamları koklaması hikâyesi burada yatar. Golestan, Furuğ için bir fidan dikmişti bahçeye. Furuğ’un ölüm tarihini anımsayalım: 13 Şubat 1967. Bu öyküde Çam ağacı İbrahim Golestan’ı ve onun dalları arasında sokulan meyve ağacı Furuğ’dur kanımca. (h.h.)
“Furuğ: O, Ağaçlar öyküsünü benim için yazdı!” için bir yorum