Zaniye

Kısa öykü.

Yazan: Mansur Kuşan

Sizden hanginiz ki masumdur, ilk taşı o atsın.

Sekizinci bâb, Yuhanna İncil

 

Oğlumun piç olduğunu bildiren mahkeme kararını değiştirtmem, senin ve ailenin konuya yaklaşımından dolayı. Başka çarem yok. Şayet Behram Muacir, Kamuran’ı evlatlığa kabul etmezse oğlumun çocuk esirgemede alacağı terbiyeyi, senin ailenin vereceği terbiyeye yeğlerim.

Sen, bu uzun yıllar boyunca içimdeki tüm yaşama sevincini ve şevkini kırmaya çalıştın. Ama yapamadın. Nedeni de beraberliğimizin ilk yılında, akrabaların olan kadınların hepsinin ölmüş olduklarını fark etmemdir.

Akrabalarının arasında, amcanın karısı Afet’ten başka bir kadın gösterebilir misin ki kocalarının istekleri dışında, bir şeye karşı istekleri, kendilerine ait bir fikirleri olsun? Tabii ki ben hepsini de seviyorum ve de onlara acıyorum. Yıllar boyunca da hepsinin dert anası oldum.

Hem sen hem de tüm akrabaların, Afet Yenge’nin sadece kendi yaşamından değil, özellikle Hacı Ağa Bağır’dan da memnun olduğunu sanıyordunuz. Dahası, onun cenneti de garantilediğinden emindiniz. Tabii bu arada ben de giderek inanmaya başlamıştım ve kendi kendime, “Olur mu hiç! Otuz beşine gelmiş bir kadın adımını evden dışarı atmamış, kocasından, oğullarından başka kimse onun bir tel saçını -ki şimdi aklaşmış, natır Suğra’nın dediği gibi sanki bir avuç ak yün yumağı koymuşlar tepesine- görmemiş olsun,” diyordum.

Afet Yenge’yi ne zaman görsem, bin bir türlü cevabı olan yığınla soru doluşurdu zihnime ve başıma sancılar saplanırdı hep. Sonra da sen, Afet Yenge’yi görmeye gittiğimde neden hep başım ağrıyor diye dır dır ederdin. Sonunda bir gün, elinde bir testereyle geldin ve “Haydi,” dedin, “Kalk! Afet Yengelere gidiyoruz.”

“Tamam. Ama bu kadar acele neden?” dedim.

“Baş ağrılarının ilacını buldum,” dedin.

Buluşların hakkında ilk kez yanılmıştım. Bütün buluşların, iş arkadaşlarının aileleri için değil miydi? Bir gün öncesiydi, sana: “Verdiğin sözlere ne oldu? Evin bütün ihtiyaçlarını, bir demet sebzesini bile kendinin alacağını söylememiş miydin?” deyince “Evet,” dedin, “ama Sarraf Murteza’yı görmeye gitmiştim.”

“Sarraf Murteza da kim?” dedim.

“Daireden biri.” dedin.

“Hayırdır inşallah,” dedim.

“Elbette ki hayır!” dedin, “Dairede, tanık peşinde geziyordu. Ben kabul ettim. Doğrusu başka çocuklar da vardı ama içlerinde geçerli bir kimliği olan bir tek bendim, bir de Hamit İcmali.”

“Kimlik kartı niçindi? Başına iş açmayasın?” dedim.

“Tanıklık için,” dedin, “noterlikte kimlik göstermeliydim. Nüfus cüzdanım yanımdaydı ve Hamit İcmali’nin ise bölge Besiç’inin verdiği cüzdanı.”

“Tebrikler. Tatlısını ne zaman yiyoruz?” dedim.

“Ohoo! Amma da safsın sen ha! Evlilik, düğün gibi işlerin noterlikte olmadığını ne zaman anlayacaksın.” dedin.

“Öyleyse noterliğe neden gittiniz? Mülk, arsa falan mı almaya?” dedim.

“Yok ya!” dedin, “Sarraf Murteza karısını boşamayı başardı sonunda. Epeyi zamandır karısından ayrıydı. Bazı geceler eve bile gitmezmiş. Dışarı gidermiş şey etmeden…”

Bunca yıl geçmesine rağmen, bir kadın hakkında, masum bir kız hakkında -ki bin umutla, arzuyla giymişti beyaz baht gömleğini ve mutlu olmak için gelmişti senin dostun Murteza’nın evine- neler söylediğini hatırlayınca bütün bedenim tir tir titriyor ve terden sırılsıklam oluyorum. O günler, elim Sarraf Murteza’ya yetişseydi, Afet Yenge’nin evinin bahçesindeki ağaçları budamak için getirdiğin testereyle keserdim gırtlağını. Tabii bu haberi sadece o gün vermiyordun, Sarraf Murteza’nın karısı hakkında o kadar utanmazca konuşuyordun ki… Çoğu zaman eve geç geldiğinde yahut yolculuktan döndüğünde de dağarcığın bu haberlerle dolu olurdu.

Amol kentinden olan o kadının taşlanması, varlığımın bir parçası olmuştu.

“Biz geldiğimizde Pasdarlar[1] kadının koluna yapışmışlardı,” dedin, “karakoldan çıkarıyorlardı; Kadı’nın hükmüyle kamyonete bindirip kentte dolaştırmak, car salmak için ‘Zaniye taşlanacak!’ diye.”

Yüzünün neşeli ifadesini düşündükçe midem kalkıyor! Sen ki, Zaniye’yi seyretmek için caddenin kıyısında duran, merak ve korku dolu binlerce masum insan yüzü arasında durdun. Onlar ki hoparlörlerin uğursuz teşvikiyle işlerinden el çektiler, kepenk indirdiler… ve şimdi taşlanma yerine geliyor ve kendileri için Tanrıdan af diliyorlar. İnsanlar nasıl bu kadar kalpsiz olabilirler? Bir kadını -zaniye olsa bile- nasıl bir çukura koyup ve taşlayarak diri diri gömebilirler?

Soluğumu tıkayan yoğun kaygı ve merak içinde, “Gerçek olamaz,” dedim, “bu kadar taşı nereden buldular?”

“Çukur nasıl bulunursa taş da öyle bulunur.” dedin, “Bir kamyon boşaltmışlar.”

“Ne kadar sürer?” dedim.

“Sabah erkenden başlar, öğlen namazına kadar,” dedin.

“Ya millet taş atmaya yanaşmazsa ne olur? Bu hüküm yerine nasıl getirilir?” dedim.

“Her şeyden önce, eğlence olsun diye de toplanmaya ve Zaniye Kadını taşlamaya hazır olan yüzlercesi var şehirde,” dedin, “ama diyelim ki senin dediğin oldu. Bu görevi yerine getirecek kadar insan bulunur. Aslında, toplananlar fazla taş atmıyorlar. Taşların çoğu, memurlar tarafından atılıyor. Bu şehirde, zaniye kadının başına geçirilecek çuval bulunmadığı için, kimse taş atmaya yanaşmıyordu, sonunda biraderlerden biri ilk taşı attı ki kadının alnının tam ortasına çarptı ve kan fışkırdı…”

O kadar çok öğürdüm ki, yanlarımın ağrısını hâlâ hatırlarım. Aslında ne zaman geç gelsen veya yolculuktan dönsen, hissetiğim ilk şey, bu iç bulantısı olurdu. Sonunda fark etmiştim. Ne zaman, nerede bir namus meselesi olsa elinde olmadan oraya çekiliyorsun sen. Eve geldiğinde, bildiğim hâlde yine de sordum: “Neredeydin Halil?”

Soruyordum, belki sen “Arkadaşlarla sinemaya, kahveye gitmiştik.”, “Yürüyüşe çıkmıştık.” dersin diye… Hatta yanıt vermesen… yahut “Seni ilgilendirmez!” desen daha çok memnun olurdum. Ama sen oturur, Abbas Arabi’nin karısının foyasını nasıl meydana çıkardığını ballandıra ballandıra anlatırdın. O perşembe günkü gibi. Hani Meryem Hanım’ı takip etmişsin, o da seni fark etmiş, seni Pamenar’ın sapak sokaklarında döndürüp dolaştırmış ve sonunda, sana fark ettirmeden abisine haber uçurmuş, o da birkaç arkadaşı ile Bazar’ın yanına gelip seni, eşek sudan gelinceye kadar dövmüşler. Zavallı Abbas Arabi de ortaya çıkıp arabuluculuk yapınca -ki vurmayın bu benim casusumdur, karımın peşine takılmasını ben istedim- birisi bağırmış: “Pezevenk!” ve sonra Abbas’ın başına yumulmuşlar ve onu da bir güzel benzetmişler… Yerinden üç gün kımıldayamamıştın. Her gün, başka bir bahane ile gitmiyordun işe. Ben de neden gitmediğini görmezlikten geliyordum. Aslında seviniyordum; ayıldığın, bu işlerin ne kadar çirkin olduğunu fark etmeye başladığın, yaptıklarından pişman olup utandığın, işe gidemediğin için… Fakat ertesi hafta işe gidip dönünce, arı, utanmayı bırakmıştın yine. Sevindirik bir hâlde “Ohooo! Aptal kafam! Yıllık iznimden de kaç günü yedim. İşteki çocukların hepsi de biliyormuş neler olduğunu. Ben de gördüm, nasıl olsa istesem de istemesem de zaten takkemiz düşmüş kelimiz görünmüş, başladım a’dan z’ye anlatmaya ki Abbas’ın karısının, bana ve diğer esnafa nasıl kırıtıp işveler nazlar yaptığını…”

Ne kadar konuştuğunu hatırlamıyorum. Bir kadın hakkında konuşmaktan asla yorulmazdın zaten. Kadınlar hakkında, özellikle de iş arkadaşlarının karıları hakkında konuşmaya bayılırdın. Ama hatırlıyorum, sordum: “Sen, dostunun eşi hakkında böyle konuştun da iş arkadaşların bir şey söylemediler mi?”

“Hayır,” dedin, “aksine, keyiflendiler bile.”

“Abbas Arabi ne dedi?” dedim.

“Kendisi orada değildi. Uzun zamandır daireye gelmiyor. İzne ayrılmadan önce de bana tembihlemişti, telefon ettiğinde şıp diye kararlaştırdığımız yere varmalıydım. O gün telefon çaldı, ben açınca da selamsız sabahsız ‘Muhbiriddövle Dörtyolu’nda bekliyorum,’ dedi. O kadar! Karısını takip ettiği belliydi, kaşla göz arasında bana telefon açmıştı.”

İkinci gün evde uyurken, ateşin şiddetinden sayıklıyordun. Sayıklamalarının ortasında, Meryem Hanım’ın çok güzel bir kadın olduğunu ve görevinin ne olduğunu, niçin onun peşinde olduğunu unuttuğunu anladım. Öylece, onun peşinden sürükleniyormuşsun ve onun her bakışıyla işvesiyle yüreğinde şekerler kıyılıyormuş[2]

Başının pansumanını değiştirmeye gelmiştim, konuşmadan sessizce yanında oturmuş olsaydım belki de tüm gizlerini dökecektin ama sordum: “Kimin hakkında konuşuyorsun Halil?”

“Dudakları,” dedin, “dudaklarının titremesi yüreğimi titretiyor. Ne zaman dönse ve bakışım bakışıyla çakışsa alt dudağını öyle bir kımıldatır ki içimde bir şeyler yıkılıp dağılır.”

Gülmemi engelleyemedim. Sen de benim kahkahalarımla sıçradın, korkmuş bir vaziyette etrafa bakındın, o ateş ve titreme içinde, çok iğrenç bir biçimde: “Ayıp Fereşte! Bir kadın böyle güler mi! Utanmıyor musun!” dedin.

Şayet sana acımamış olsam, Kamuran meselesi olmasa işte bu ellerimle boğardım seni ve tüm kadınları, senin gibi iğrenç bir yaratığın elinden kurtarırdım. Fakat ne yazık ki aptaldım, zayıftım, yufka yürekliydim, asla da duygularımın üstesinden gelemedim. Bugüne kadar da asla iradeli bir insan olamadım. Ama bugün kararımı verdim, ailemin ve aziz dostum Behram Muacir’in haysiyeti pahasına, kendi haysiyetimi beş paralık edecek olsam da… Aslında, bu kararım kaç yıl öncesine dayanır. Evliliğimizin üzerinden birkaç ay geçiyordu… Hangi gün olduğunu tam hatırlayamıyorum. Fakat yüzündeki ve gözlerindeki ışıltıları çok iyi anımsıyorum. Gazetede, evli bir kadının zinay-ı muhsine suçuyla Hemedan kentinde taşlanmaya mahkûm edildiğini okumuştun; yazıldığına göre cuma günü, cuma namazı hutbelerinden önce hüküm icra olunacakmış. Hamit İcmali ile bu törene katılmaya, içinizdeki çirkinlikten, o zavallı kadını taşlayarak arınmaya, cennetinize varmaya karar verdiniz. Ben, senin kararına hâlâ inanamıyordum. Heyecanla ve inanmazlık içinde, onun hakkında sorular sorup duruyordum. Sen de eşyalarını çantaya tıkıştırırken bana yanıt vermeksizin ezeli bir nefret ve kinle kadın hakkında konuşuyordun, sadece o kadın hakkında değil; ki belki de bir hata işlemişti, belki de çaresizlikten, ruhuyla değil teniyle katlanmıştı böyle bir işe… ve şimdi, kısas olmalıydı.

“Bildiğim kadarıyla kadının kocası da taşlamaya katılacak.” dedin.

“Kocası mı var?” dedim.

“Evet. Zinay-ı muhsine. Bu zaniye, tüm İran kadınlarına bir ders olur. Böyle gidersek, devrimimizi ihraç edebiliriz.” dedin.

“Ne oldu yine?” dedim, “Tekrar devrimci mi oluyorsun? Daha dün akşam, “hükümet İmam’ın çizgisinden saptı. Savaşla oyun oynuyorlar, hepsi de milleti talan etmeye gelmiş,” dedin

“Belli ki bu kadın dürüst biri. Dünya malında da gözü yok, rüşvet ehli de değil,” dedin.

“Bu bilgileri nereden aldın?” dedim, “Gazeteler, bir gecede tahir, pak olamazlar ya!”

Hiç unutmam! Gazeteyi ne zaman elime alsam, hınçla: “Hakikaten bu, Ermeni vatandaşlarımızın işine yarar. Bu, bizim yıllar boyu birlikteliğimiz süresince yakaladığımız ender ortak noktalarındandır,” derdin.

“Gazete?” dedin, “Hah hah ha. Bu taşlama haberini bile atlamışlar. Bir avuç korkak, gazetelerimizi ele geçirmiş ve sadece zırva basıyor. Nerede doğru dürüst bir haber, devrimci bir makalenin basımı! Bunların çoğu Müslüman bile değil, bir avuç devrimci Müslüman görünüşlü liberal. Amerikan yapımı Müslüman; karılarının saçı başı açık gezsin istiyorlar, özgürlüğü de bunun için istiyorlar.”

Tüm olaylar, problemler, dünya sorunları, bütün emel ve arzular senin açından kadına ve kadının başörtüsüne varırdı hep ve özgürlüğün ise ahlaksızlık olduğuna… Ben aptal da yine senin yanında kalır, konuşmalarımla, sana okuman için aldığım kitaplarla, sende azıcık da olsa değişiklik yapmaya çalışırdım. Tabii, çabalarım her zaman sonuçsuz kalmazdı. Çoğu kez başarılı olurdum ama kısa süreli… Benim sözlerim kulağında kaldığı sürece yahut okuduğun falanca kitabın dedikleri aklından silinmediği sürece, bir adamdın. Seninle yaşanabilirdi… Konuşulabilirdi… Yürünebilirdi… Fakat aman o günden ki, amcalarının ya da dayılarının birinin yanına gitmeye gör! Bütün emeklerim boşa giderdi. Ama diğer yandan, seni ailenden ve köklerinden koparamazdım; hem yalnız, köksüz biri olmanı da istemezdim. Tabii, iş arkadaşları meselesi de başka. Seni karantinaya alamadığım için, iki yıl sonra, umudumu toplumsal değişime bağladım, kökten bir umuttu… Senin değişeceğini umacağıma, toplumun düzeleceğine bel bağladım. Bir şeyler olur ve toplumun bu kesimi, bu yüzeysellikten, çürümüşlükten ve paslanmışlıktan çıkar, değişir diye umuyordum. Hangi çağda, hangi tarihsel kesitte yaşadığımızı fark ederdin. Fakat ne yazık ki, gün geçtikçe bu umudum da yok olmaya yüz tuttu.

Sen on beş yıl okumuş, kimya lisansı almıştın, nispeten refah içinde büyümüştün ama ders kitaplarından başka hiçbir kitaba dokunmadığın ve hiçbirini okumadığın gibi, yurdun hakkında, doğup büyüdüğün yer hakkında da bir şey bilmiyordun. Kimlerin kimi olduğunu da merak etmemiştin. Doktor Şeriati’nin sözlerini de ya ondan bundan ya da kasetten dinlemiştin. Kitaplarını okumamıştın. Sen ve arkadaşların, senin dönemindeki çifte kavrulmuş Müslümanların tümü, tümünüz benim kuşağımdan, benim benzerlerimin kuşağından değildiniz sanki. Aynı ülkede, aynı düzende beraber yaşamamıştık sanki. Her şey, senin tüm inançlarının kaynağı gibi bu kadar çizgisel olabilir mi, her şey siyah ya da beyaz olabilir mi? Sanki tüm kötülükler benim için ve tüm iyilikler de senin içindi. Şayet seninle yaşamamış, ortak bir nokta yakalamamış olsaydım, şayet biz, füze yağmurundan birlikte korkmamış olsaydık ve savaş bizi usandırmamış olsaydı, belki de bu doğru bir düşünceydi ama ben seninleydim. Ne kadar zulüm yapıldığını görmüştüm. Nasıl da sebepsizce, sadece dar kafalılık, yüzeysellik nedeniyle eften püften bahaneler öne sürülüyor. Beş para etmeyenler nasıl da amir ve nahi[3] oluyor. Kamuran’ı Lale Parkı’na gezmeye götürdüğümüzde nasıl bir rezalet çıkardığını hatırlıyor musun?

Kalktığında ne yapmak istediğini anlamadım. O ihtiyar adamla omuz omuza, bize doğru gelen gül gibi bir genç kızı seyrediyordum. Bir an büyükbabamın yanımda olduğunu duyumsadım ve imrendim, keşke yaşasaydı… Füzenin, doğrudan çarpması sonucunda param parça olmuştu. Eminim yaşasaydı şimdi, o genç kızın yerinde ben olacaktım ve büyükbabam da o ihtiyar adamın yerinde… İçimi bir şevk kaplamıştı. Ansızın, senin o ihtiyar adamın önünde durduğunu fark ettim: “…Utanmıyor musun bu bacının elinden tutmuşsun ve böyle…” diyordun.

Lafın bitmeden ihtiyar, şamarı kulağında patlattı. Daha sen kendine gelemeden millet etrafını çevirdi, ‘Torunuyla dolaşan bir ihtiyara böyle laflar etmeye utanmıyor musun?’ diyorlardı. Utancımdan yerin dibine girmiştim. Oradan bir dostumuz veya akrabamız geçseydi, Tanrıdan, yerin ağız açmasını, beni ve oğlumu yutmasını dileyecektim ki bu rezillikten kurtulayım.

O günden sonra, seninle hiçbir parka adım atmadım. Alışverişe bile gönülsüz gelirdim peşinden. Gerçi kocamla el ele yürümek isterdim ama yine de yalnız gitmeyi tercih ederdim. Sonunda, işte bu yalnızlığım seni kuşkulara sürükledi ve diğer kadınlar hakkında düşündüklerini kendi karın hakkında da düşünmeye başladın.

Eve ansızın geldiğin o gün vermeliydim kararımı. Salı günüydü. Ertesi günü İmamzade Davut’a gitmeye karar vermiştik. İmam Zaman’ın doğum günüydü. Beni İmamzade Davut’a götürmeyi çok istiyordun: “Hem ziyaret hem ticaret.” dedin, “İnsan İmamzade Davut’a gitmekle hem dini imanı ile ahdini tazeler, hem kalbi de hafifler, ferahlar, hem…”

Senin vaazlarının tümünü tekrarlamaya kalkışsam, gecem sabah olur. Bir koltuğa iki karpuz sığmaz derler ama sen o kadar aptaldın ki, başını, bir keklik gibi kara sokmuştun ve kimsenin de senin ne yaptığının, ne düşündüğünün farkında olmadığını sanıyordun. Tabii bir istisna da değildin. Bizim dönemden birkaç arkadaşın dışında, hepiniz aynı şeyin soyuydunuz.

Köftelerin yağdaki cızırtısı dinince kapıda bir anahtarın döndüğünü duyumsadım. Kulak kabarttım. Tek bir çıtırtı duymadım. ‘Mutlaka evhamlanmışımdır,’ diye düşündüm. Yeniden, köfteleri avucumda yaymaya koyuldum. Ama sana asla anlatamayacağım bir hisle, tüm vücudum kulak kesildi. Doğru anlamıştım. Kapının kapanma sesini duydum. Soluğum kesilmek üzereydi. Bir anda, kafama bin bir düşünce doluştu. Kulağıma o kadar fısıldamıştın ki, bir sürü erkek varmış, kadınları takip edip evlerini öğreniyorlarmış ve kadının evde yalnız olduğundan emin oldukları bir anda, onu gafil avlayıp bağırmasına bile fırsat vermeden…”

Elimdeki köfte yere düştü. Tavanın sapını sıkıca kavradım. Kızgın yağı o herifin suratına serpmeliyim diye düşündüm. Kendine gelmeden birkaç tava darbesi indiririm kafasına. Elimde tavayı sıkarken ve o adamın gölgesini camın arkasında gördüğümde, bana neler olduğunu bir tek Tanrı bilir. Gözümün önünde bin bir çeşit erkek yüzü canlandı; hepsi de güçlü, kaba ve acımasızdı…

Tavayı elimde görünce şaşırmadın. Tatiller, senin için hep bir istirahatti fakat benim için çifte mesai. Restoran yemeklerini sevmezdin. Tabii o kadar paramız da yoktu. Fakat paramız olsa da benim pişirdiklerimi tercih ederdin.

Sen bu kadar kötü olmasaydın her şey daha kolay, daha rahat olurdu. Sana göre bütün kadınlar, erkeklerin bir işaretiyle yoldan çıkabilirlerdi ve farkına vardıklarında da iş işten geçmiş olurdu. Sana ve arkadaşlarına, hata yaptığınızı asla anlatamadım; kadınlar da bağımsız olmayı, toplumda dik durmayı severler; kendi ayakları üstünde durmayı, erkeklerden korkmamayı isterler. Toplumda seslerini duyurmayı, ticarette erkekler kadar faal olmayı… Ama sen bunları anlamıyordun. Sanıyordun ki, ne zaman bir kadın bir erkekle yalnız kalsa veya tenha bir yerde bulunsa onların arasında, yatağa girmekten başka bir eylem olamaz. Senin dinci akrabalarının gözünde kadın, hiçbir şey hakkında hiçbir görüşü olamayan, erkeğe ait bir maldı. En başından, her türlü görüş bildirme ve kendini gösterme hakkı alınmıştı ondan. Kardeşin Hadi işte, bunun içindi ki karısının manto giymesine izin vermiyordu, biliyordu ve emindi ki, çarşafla örtündü mü eli kolu bağlanır. Her türlü serbest davranış ondan alınmış olur. Birçok işe, sevse de başvuramaz. Dediğine göre yengen, çocukluğundan beri motosiklet binmeye âşıkmış ve en azından haftada bir kez babasının motorunu alıp İmamzade Selim Kasabası’nın sapa sokaklarında dönüp durmak istermiş. Ama olmamış. Hayır, sadece namahrem erkeklerin varlığından ötürü değil. Kardeşin, onun çarşafsız evin avlusuna bile çıkmasına karşı, nerede kaldı İmamzade Selim’in sokaklarında motora binmesi. Çadırası ile motora binemezdi ya. Birinde binince rüzgâr dolmuş çadırasına, neredeyse onu havalandırıp savuracakmış. Rüzgâr nereye o da oraya. Ne zaman Meygun’a gitsek, işte bu, babasının motorunun arkasına binme hatırasını anımsardı: “Cuma günleri beni oturturdu motorunun terkine,” derdi, “kiraz bahçelerine götürürdü. Ne kadar keyifli olduğunu bilemezsin. Şimdi bile aklıma geldikçe içimde şekerler ezilir. Saçlarıma rüzgâr doluşurdu, sanırdım ki güneş nine onu tarıyor. Rüzgâr gömleğime doluşunca, sanırdım melekler beni koltuklarımın altından tutmuş, göğe kaldırmak istiyorlar. Hep düşünürdüm, evle kiraz bahçesi arasındaki yol biraz daha uzun olsa melekler beni göğe götürürlerdi. Fakat ne zaman aşağı inseler ve babacığımın beline sarılmış kollarımı çözmeye başlasalar, bağın kapısına gelmiş olurduk. Babacığım motoru susturur ve melekler korkudan gizlenirlerdi. Bir iki kez bağın diplerinde kiraz ağaçlarının arkasında saklandıklarını bile gördüm. Şirek de onları severdi. Melekleri görür görmez yere oturur, burnunu iki bacağının üzerine koyardı… Babacığım da Şirek kuşların peşinde koşuyor sanırdı. Ben, onun melekleri gördüğünü bilirdim.”

O gün de sen gelip beni zorla Afet Yenge’nin evine götürdüğünde ve zakkumları kesmek istediğinde, o dalların üzerinde iki meleğin oturduğunu duyumsadım.

“Bu ağacı neden kesmek istiyorsun?” dedim. Sen: “Çünkü senin baş ağrılarının müsebbibidir de ondan.” dedin, “Sen, ne zaman buraya gelsen baş ağrısına yakalandığını söylemiyor muydun? Ben de sebebini buldum, işte baş ağrılarının nedeni bu ağaç.”

“Çok üzgünüm… siz hazretlerinin keşifleri yanlış.” dedim.

“Hayır!” dedin, “Değil. Hamit Etedali’nin karısının da hep baş ağrıları vardı. Ne kadar hap map içse faydasız. Sonunda tanıdık bir Doktor ‘Belki de bir ağaca, bir çiçeğe alerjisi var.’ demiş. Hamit Etedali de çiçekleri yolmaya başlamış. Her gün bir iki çiçeği, ağacı kökünden koparmış fakat karısının baş ağrıları geçmiyormuş. Sonunda zakkumları kesince baş ağrıları da şıp diye kesilmiş.”

O sevgili kadını üzmeyi hiç istemiyordum. Afet Yenge, her bakımdan benim için değerli idi. Seccadesi hep açık olduğu için değil tabii, ya da aptesti hep tamam olduğu için… hayır çünkü baştan ayağa sevgiydi de ondan. Sevecenlikti. Yufka yürekliydi, gözyaşı gibi dupduruydu. Duygularını, ak ve saydam cildi altından anlamak mümkündü. Ama o gün o kadar kendinden emin ve kendinden memnun bir şekilde konuştun ve vardığın sonucun mutlak gerçek olduğunu sanıyordun ki sonunda dayanamadım ve mecburen: “Senin arkadaşın Hamit Etedali’nin ne geberesice derdi olduğunu bilmiyorum,” dedim, “zakkumların kesilmesi ile kaybolan başarısının da nasıl bir şey olduğunu da bilmiyorum. Fakat hiç kuşkum yok ki sen doğru söylüyorsun. Fakat ne ben Hamit Etedali’nin karısıyım ne de kocamın onun kadar aptal ve kalın kafalı olmasını istiyorum. Baş ağrılarımın neden olduğunu da biliyorum ve siz hazretlerin keşiflerine ve şuhutlarına da ihtiyacım yok.”

Öyle öfkelenmiştim ki beni önlemeyi göze alamadın, ben her şeyi söyledim. Her zamanki zırvalarına, ipe sapa gelmeyen laflarına başladın yine; yok efendim kadınlar bilimsel sorunları anlayamazlarmış da algılayamazlarmış, göremezlermiş de… Ben de açtım ağzımı yumdum gözümü ve affedersiniz sıçtım senin, sevgili Afet Yenge’nin kocasıın ve hepinizin tepesine: “Benim baş ağrılarımın sebebi Afet Yenge’ye musallat olan bu karabasandandır. Var mı böyle bir şey, Afet Yenge gibi bir hanımın, otuz beş yıl boyunca, bitkisel hayattaymış gibi, bu evin dışından habersiz kalmak istemesi olacak şey mi? Komşusunun göğünün ne renkte olduğunu merak etmesin? Şah kaçmış, İmam gelmişken, devrim olmuşken, gazeteler, radyolar televizyonlar her gün bin çeşit slogan atıyorlarken, bu mahallede, bu şehirde, bu memlekette neler olup bitiyor diye merak edip sormasın ha?”

Sesimin çıktığınca bağırıyor, cırlıyordum ki birden Afet Yenge’nin hıçkırıklarını duydum. Ona doğru koştum. Ellerini yukarı kaldırdı. Önce bana dayak atmak istediğini sandım. Ama hepiniz gördünüz, bir âşık sevgilisini kucaklar gibi -ki bir annenin sevgisinden ve kucağından daha sıcak ve samimi olur- ince uzun kollarıyla beni nasıl sarıp kolları arasına aldı… Başını omuzlarıma koydu ve yüksek sesle ağlamaya başladı. O kadar ağladı ki sonunda ben de gözyaşlarımın önünü alamadım ve ikimiz de odasındaki mihrabında saatlerce ağladık ve konuştuk. Özür dileyip, bu süre zarfında, senin ve ailenin bana neler çektirdiğini anlatmak isterken, her şeyi önceden biliyormuş gibi, parmaklarını dudaklarıma bastırdı ve “Biliyorum… biliyorum…” dedi.

Senin amcanın karısı Afet Yenge’nin “Biliyorum… biliyorum”ları o kadar sevecen, o kadar derindi ki, binlerce sözden daha fazla etkiledi beni. Ve sonra ben sormadan anlatmaya başladı. Bu yıllar boyunca neler çektiğini, nasıl Hacı Ağa Bağır’ın karısı olduğunu ve ailesinin senin aileni tanıdıkları hâlde onu neden Bağır’a nikâhladıklarını… Zavallı Afet Hanım, bir yandan konuşuyor bir yandan gözyaşı döküyordu. Titriyor ve bir iki cümlede bir Tanrıdan af diliyordu. Bağışlanmayacağından ve cennetin rengini asla görmeyeceğinden emindi.

Afet Yenge’yi avutmak, bu korkudan, dehşetten kurtarmak için çok uğraştım. Fakat beni duymuyordu sanki. Seninle nasıl tanıştığımızı, seninle evlenmeye nasıl katlandığımı söylediğimde bile hiçbir tepki göstermedi. Sanki geçmişini anlatarak ruhunu da yitirmişti. Belki de bunun içindi ki bir hafta geçmeden kendini havuza attı ve boğulup gitti. Hacı Ağa Bağır da kendini suçlayıp durdu. Keşke havuzun suyunu önceden değiştirseymiş de bu kadar fazla yosun bağlamasaymış da Afet Hanım’ın da ayağı kaymasaymış da kafası havuzun taşına çarpmasaymış da ve kafa darbesi olmasaymış… Afet Yenge’nin intihar ettiğinden emindim. Fakat bu tür davranışlar, hele bir kadın yapmışsa sizin ailenizce kabul edilir olmadığı için ve de küfür olduğu için, Hacı Ağa Bağır karısının intihar ettiğini kabullenmek istemiyordu. Durmadan havuzun kaygan oluşundan ve Afet Hanım’ın beyninden darbe aldığından söz ediyordu.

Taziye günleri boyunca, Hacı Ağa Bağır’ı ne zaman görsem, kendinden geçmiş, gözyaşı döküyordu ki, elimde olmadan şu soru aklıma geliverdi: Yahu 37 yıl boyunca bir kadını nasıl tutsak edebildi?

Hacı Ağa Bağır tüm bu evlilik yılları boyunca, Afet Hanım’ı hep saf, sade görmüş ve kendini küçültmüş, Afet Hanım’la evlenmeye razı olmasının da nedeni şuymuş: Güya Amcasının oğlunun lafına kanmış, amca çocuklarının nikâhı göklerde kıyılırmış diye… Tabii, sonraları Bağır, Afet Hanım’ın hamile olduğunu anlayınca çok sevinmiş. Afet Hanım’ın hamile oluşu, onun eş dost akraba önünde erkekliğine bok sürülmesinin önünü alacaktı tabii. Artık, senin dölün, neslin nerede diye soramazlardı. Erkek erkekse çoluk çocuk kavuşmalı, karısında bir maraz varsa o başka…

Bağır’ın babası Hacı Mohammed Taki bile Afet’in kızlık zarının çocukluk oyunlarında yırtıldığını sanıyordu. Ona öyle anlatmışlardı. O da başlık ve çeyiz vermeme karşılığında Afet’i Bağır’a istemiş. Afet’in anne babası ve amcasının oğlu da onun hamile kalabileceğini hesaba katmamışlar. Afet de evlendiğinden iki hafta sonra durumu fark eder. Ay geçince leke görmeyince ve göbeğinin altı sertleşince kaygılanır. Gece olunca Bağır’ı ikna etmeye çalışır. Fakat Bağır oğlanlara alışıktı. Afet yeminler yağdırır. Bağır yine kendi bildiğini okumak ister. Afet ağlar sızlar, sonunda başına gelenleri anlatır ona. Ona er geç karnının şişeceğini söyler. Bağır şart koşar. Afet de -ki Bağır’dan on yaş küçüktür- ve on altı yaşındadır, amcasının oğlunun aşkı ile yanıp tutuşmakta, kendi ailesinden ve amcasının ailesinden alacağı intikamın hummasında kıvranmakta, ne yaptığının farkında bile değil tabii… şartı kabul eder. Anlaşırlar; Afet, Bağır’ın isteğine boyun eğecek, karşılığında Bağır da sessiz kalacak ve Afet’in haftada bir defa, amcasının oğlunu görmesine izin verecek. Ancak daha iki ay geçmeden amcasının ailesi, amcaoğlunu başka bir yere yolcu ederler ve o bir daha yanıp tutuştuğu sevgilisini göremez.

Afet ikinci çocuğunu da o amcaoğlundan peydahlar. Amcaoğlu iki yıldan sonra Şiraz’dan Tahran’a döndüğünde, Amerika’ya gitmeye karar verir. Afet’i görmeye gider. Afet de onu görünce tekrar dinden imandan olur. Birlikte Lalezar Caddesi’ndeki Grand Hotel’e -ki bir zamanlar kendine göre bir debdebesi varmış ve âşıkların buluşma yeriymiş- giderler. Bağır, gece Bazar’dan eve döndüğünde, önce Afet Hanım’ın komşuya gittiğini zanneder. Sonra alışverişe çıktığını düşünür. İki kez çarşıya kadar gider, geri gelir. Sonunda Afet görünür. Bağır onun bu kadar uzun süre kayboluşuna kızar ve “Neredeydin?” diye sorar.

Afet önce onun vaziyetinden, nerede olduğunu neler yaptığını fark ettiğini sanır. Ama Bağır’ın peş peşe gelen soruları başlayınca sonunda mecburen her şeyi anlatır. Amcasının oğlu ile sonsuza kadar vedalaşmak için Grand Hotel’e gittiğini söyler. Bu iki yıl boyunca kendisine bir kadın gibi davranmış olsaydı ona asla ihanet etmezdi, der.

Afet’in, ayağını bir daha evden dışarıya atmaması kaydı ile Bağır susar ve zaniye suçuyla boşanma davası açmaz.

Biliyorum, Afet Hanım’ın başına gelenler ender olaylardandır ama bazen senin davranışlarını, laflarını açıklayamadığım zaman, kendimi avutmak için de olsa Afet Hanım’ın söylediklerini anımsıyordum ve kendi kendime: “Halil de bunların bildiği için, kadınlara karşı kötümser olmasın sakın!” diyordum. Bütün kadınların, erkeklerin ilişkilerini kuşkuyla karşılıyor. Belki de mahkeme karşısında beni kullanarak Kamuran’ı öne çıkarman ailende senin irsi olan bu tür görüşten ve düşüncedendir.

Sanıyorum, senin kadın erkek ilişkilerine kuşkuyla baktığından ve benimle ilgili de aynı şekilde düşündüğünden emin olduğum o ilk gün açmalıydım boşanma davasını. Açmalıydım ki sen, hem de alacaklı olarak oğlumu benden almaya kalkışmayasın. Şimdi düşünüyorum da yazık seninle kararttığım o yıllara. Şayet daha önce senin hatalarını affetmem, kendi yaptıklarımdan pişman olmam olasılığı vardıysa da artık bu rezaletten ve Kamuran’ı istemenden sonra asla mümkün değil. Kamuran’ın nüfus kaydını senin üzerine yaptırdığıma da bin pişmanım ve kendimi affetmeyeceğim. Oğlumun bir gün, nüfusunu hangi aile üzerine yaptırdığımı fark ettiğinde beni affedeceğini hiç sanmıyorum. Mademki sen benim zina işlediğime ve zaniye olduğuma inanıyorsun, bırak ne hissettiğimi sana söyleyeyim: Sevinçliyim. Sevinçliyim, çünkü böylelikle, oğlumun damarlarında senin kanın dolaşmıyor. Sen sadece beni küçük düşürüp korkutmak istedin ki mahkeme kararını kendinden yana etkileyebilesin. Fakat sana şimdi söylüyorum, benim gözlerimi, görmek istemediğim, inanmak istemediğim bir hakikate açtın. Sen bu konu üzerinde yıllarca o kadar durdun, o kadar hassasiyet gösterdin ki, bu, her masum kadını kışkırtırdı ve senin zinay-ı muhsine dediğin şeye sürüklerdi… Nitekim ben de kafamdan atamadım, senden kurtuluncaya kadar bu düşünceden kurtulamayacağımı biliyorum. Fakat ne yazık ki geç fark ettim. Gerçi sonuç benim istediğim gibi oldu: Senden ayrılmak. Ama sen kahpelik ettin. Avukat tuttun ki yarın dairede iş arkadaşlarına, “Ben boşadım!” diyesin. Bilmem, belki de o arkadaşlarından birkaçını peşime takacaksın, beni izleteceksin ve kendince gizli sıtma edeceksin ki herkesle ilişkilerimde ne kadar rahatım diye. İşyerindeki erkeklerle oturup kalkıyorum, konuşuyorum, gülüyorum. Hatta onlardan biriyle bir iki kez de kahve içtim. Caddelerde yürüdüm. Hatta senin o yolculuk günlerinde Kadı, zavallı bir kadına, zaniye suçuyla taşlama hükmü verirdi ve sen Hemedan’a, Kirman’a, Amol’e, Gaim Şehr’e, Babol’e giderdin. Ben de Behram Muacir’in evine giderdim. Kadınları taşlama merasimine katılmak için gittiğini hatırlıyor musun? Hatırlıyor musun? Kadının yüzünü çulla kapattıkları için ve de kadının diri diri gömülmesi için yeterince taş bulundurmadıklarında ne kadar da üzülürdün? Güya memurlar sizin dağılmanızı istemişler ve zavallı kadını alıp götürmüşler. Acaba sen, bir kadının üzerine bir taş, mutlaka da ağır bir taş attığın o an, karının Behram Muacir’in evinde olduğunu ve kocası dünyanın en çirkin merasimine gittiği için üzgün olduğunu tahmin edebiliyor muydun? Evet. Sen şevkle ve anlatılması imkânsız bir hırs ve sevinçle diğer şehirlere gittiğinde, ben yalnızlığımı Behram ile paylaşıyordum. Birlikte işten çıkıp yürürdük, bir kahveye gider ya da bir film izlerdik. Sonra ben onlara giderdim ve bazen de geç vakit olduğunda orada uyurdum ve sabah, omuz omuza vererek işe giderdik.

Sahi, sen bu soruyu yanıtlayabilir misin? O günler boyunca, bizim işyerimizdeki erkek veya kadınlardan bir tek kişi bile benim zaniye olduğumu neden düşünmedi? Behram bana bir defa bile kötü gözle bakmadı. Yanıtını ben biliyorum. Senin anlaman zor gerçi ama yine de tekrarlayacağım: iffet, şeref, namus, vefa… Bunların hepsi insanın kendi içindedir, dışarıdaki korkuyla, dehşetle olacak şeyler değil. Başka niyetlerle birbirlerinin kucaklarına yuvarlanan erkeklerden ve kadınlardan korkmalı, akılları fikirleri her zaman ve hep başka yerlerdedir; aşklarından, sevgililerinden ve ailelerinden başka yerlerde…

Tabii sana karşı davranışımdan pişman değilim. Hatta Behram’la olan ilişkimden de. Sana ihanet etmediğim için sevinçliyim sanma! Hayır! Daha evliliğimizin birinci yıl dönümü gelmeden benim için beş para etmezdin artık… Canım isteseydi veya heveslenseydim, birisi ile hatta Behram’la bile, bir an seni ve o pislik dolu kafanı düşünmezdim. Hayır, benim kendime, şerefime ve tenimin kadınlığına saygım var. Nasıl ki Behram kendine ve erkekliğine saygı gösterdi… Kuşkusuz o benim için en değerli yakınlarımdan biridir ve eminim ki ben de onun için çok değerliyim. Ve sen sanıyorsun ki bir iş, bir davranış veya bir laf için senden çekiniyoruz.

Son defa gizlice süzülerek kapının arkasına gelip anahtarı çevirdiğinde ben hâlâ kapının arkasındaydım. Ayak seslerini duyunca mercekten baktım. Gerçek yüzün ve kişiliğin oradan belliydi. İşten izin almıştın ki, kendince beni faka bastırasın. Salı günleri işe gitmediğimi biliyordun ve Behram’ı veya başka bir erkeği eve getirdiğimi sanıyordun. Tabii bu ilk değildi. Hep bir şeyi bahane ederek eve döndüğünü fark ederdim. Sabahları, anahtarlarını yahut başka bir şeyini bilerek evde bırakırdın. Onları almayı bahane ederek eve döndüğünü bilirdim. Birkaç defa Behram’ı çağırmak, bir de giymeme izin vermediğin o askılı gömleğimi giymek geçti içimden fakat yapamadım. Sana acıdığım için değil, hayır. Hatta kendimi düşündüğüm için de değil. Arkadaşlarım zan altına girer, yarın öbür gün birileri bir yerde onlara iğneli laflar eder diye üzüldüm. Dahası senin bu kadar geri kafalı olduğunu bilsinler istemiyordum, benim nasıl bir ahmakla, geri kalmış bir paranoyakla yaşadığımı… Sana beş yıl boyunca neden katlandığımı biliyordun. Hatta neden sana geldiğimi, seninle evlendiğimi de biliyordun. Fakat dedim ya kafanı bir keklik gibi karın altına sokardın ve sanırdın ki kimse seni görmüyor. Kimsenin senin niyetinden haberi yok. O yıl, 27 öğrencinin içinde, sen benim evlenme adaylarım arasında yirmi yedinciydin ve bunu kendin de biliyordun. Tabii çirkin bir erek değildin. Seni tanımayanlar, düşüncelerini bilmeyenler ya da seni uzaktan görenler görünüşüne bayılabilirlerdi de… Uzun boylu, geniş omuzlu, etli dudaklı, geniş göğüslü… Sanmıyorum hiçbir kadın için çekici olmasın. Ama bu, senin uzaktan görünüşündü. Ya yakından… Yakından bakınca gözlerin, pislik dolu kafanı ve geri kalmışlığını ele veriyordu. Kötülük, rezillik gözlerinde hâlâ dalgalanıyor ve ben, Tanrıya gerçekten binlerce defa şükürler ediyorum ki oğlumun gözleri seninkine çekmemiş. Kamuran doğar doğmaz yüzünde aradığım ilk şey gözleriydi. Şayet onun gözleri seninkine benzemiş olsaydı ne hâllere kalacağımı bir tek Tanrım bilir ve işte o zaman gerçekten ne yapacağımı bilemezdim.

Devrimin zor yıllarından ve seksenli yılların yaygın tutuklamalarından sonra mecburen sana geldim. Seni, zindana, işkenceye ve muhtemelen de ölüme yeğledim. Ve birkaç yıl öncesine kadar da yeğliyordum. Ama bugün hayır. Artık yeter! Pasaportumu aldığım için veya ülkemden çıkış belgemi aldığım için değil! Hayır! Hayır, artık hapisten, ölümden korkmuyorum. Bilmiyorum… Takiplerden, kaçışlardan kurtulmak için, hapisten, işkenceden ve ölümden kaçmak için neden sana sığındığımı bilmediğim gibi… Bildiğim bir şey vardı, sana gelirsem artık takip edilemeyeceğim, taciz olunmayacağım ve eziyet edilmeyeceğim… Bir sabah, birkaç tane prozak hapı yuttuktan sonra sana geldim. Sana göz ucuyla bakınca giydiklerime, saçıma başıma ve hafif makyajıma laf etmeyi unuttun. Gülümsedin ve böbrek benzeri dudakların öyle açılıp yarıldı ki ben, bir hayvanın kıçını seyrediyormuş gibi oldum sanki. İnan doğru söylüyorum. Kendime de şaşıyorum, nasıl oldu da ben sonraları o dudakları öptüm ve hatta bazen de emdim. İnsanın kendine yabancılaşması, bu tuhaf değişim, başkası ile birleşmesi, çevre ile anlaşması ve her koşul ile uyuşması hep benim için tuhaf ve soru dolu olmuştur.

Ailem de seninle neden arkadaşlık kurduğumu biliyordu. Benim geçmişimi temize çıkartacak olan tek şeyin, seninle barış içinde bir arada yaşamam olduğunu biliyorlardı. Görünüşünden az da olsa hoşlandığım için, zamanla seni değiştireceğimi umuyordum. Birinci yılda, az da olsa başarılı oldum ve Şiraz’a gittiğimiz o birkaç ay, seninle gerçekten yaşadım. Başka hiçbir şey düşünmeden senden hoşlanıyordum ve içtenlikle seninleydim. Ne yazık ki ayağını Tahran’a atar atmaz, aileni görür görmez ve arkadaşların çevreni alır almaz, yine bağnaz, dar kafalı, geri kalmış, içi kof, kuşkucu biri oldun.

Keşke asla Şiraz’a gitmeseydik ve Kamuran’ın dölü asla bağlanmamış olsaydı…

Aralık 1998

(Farsçadan çeviri: h.h.)

Rambrandt van Rijin, Kutsal Stefan’ın Taşlanması, 1625. Kanvas üzerinde yağlı boya.

[1] Devrim muhafızları

[2] İçten içe sevinmek anlamında. Farsça bir deyim.

 

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s