BU MAKALE “DAHİLER VE AŞKLARI” ADLI KİTAPTA YAYIMLANMIŞTIR. ÇOK KÜÇÜK DEĞİŞİKLİKLERLE YENİDEN YAYIMLIYORUM.
Dahiler ve Aşkları, İkaros Yayınları, 3. Baskı, 2009: 175-216
Yazan: Haşim Hüsrevşahi[1]
Nereye koşuyorsun?
Tahran’ın toprakla kaplı o sokağında, kagir duvarların sınırlarını çizdiği o sokakta nereye koşuyorsun? Gümrük Dörtyol’una gelmeden o daracık sokağın ortasından geçen arkın suyunu görmüyorsun bile. Atlıyorsun. Buğday sarısı, bukle bukle saçların omuzlarında kalkıp iniyor. Nereye böyle beyaz tenli, kara gözlü çocuk? Koşarken de bağıran sensin değil mi? En önde Emir Mesut Ağabeyin var. Senden bir yaş büyük Puran Ablan yine senin peşinden koşuyor. Puran hep senin peşinden koşacaktır. O daha esmerdir. Saçları karadır. Bakışları da seninkine pek benzemiyor. O sessizdir. Evdeyken de şimdi koşarken de sessizdir. Sanki o koşarken düşünüyor. Sense bağırırken, kahkaha atarken düşünüyorsun. Onun yaraları içine gömülüdür, denizlerinin karanlık diplerinde gömülüdür. Senin yaraların ise gül gül açıyor. Dilinde açıyor, gözlerinin kara deliğinde açıyor. Senin yaraların bu bağrışmalar içinde geçen delişmen zamanlarda indi ruhuna değil mi? Türbeye doğru koşuyorsunuz. Yaşlı kadınlar renk renk bez yırtıklarını, çaputları Sarı Gül Türbesinin tam karışsındaki söğüt ağacının dallarına bağlıyorlar. Senin gözlerin çaputu bağlayan kadınların kırışmış, çürümüş kabalaşmış ellerinde, ne mırıldandığını duymadığın dudaklarındadır. Türbenin yıllanmış kagir duvarına yaslanan yaşlı adamların gözleri ise sizin üzerinizde. Bunları bize senden çok daha sonra Puran anlatacak. O şimdilerde 74 yaşında, Tahran’daki evinde ağrılarıyla yalnızdır.
Sarı Gül Türbesi’nde sen ne niyet tutuyorsun? Sen ne istiyorsun? Anne ile baba artık kavga etmesinler mi? Bir daha kimseden azar işitmemek mi? Yıllar sonra ablanın
“Hizmetkar ona homurdanırdı, büyükanne diş gıcırdatırdı, Emir dayak atardı, Feridun onun elinden ağlardı, komşu çocuklar tehdit ederdi” dediği evden kaçmayı mı niyet tuttun? “Baba, evi kışla ile karıştırırdı, çocuklarıyla emir erlerine davrandığı gibi davranırdı. Anne, yatılı okulun acımasız müdiresi gibiydi, ya da bizi kurmalı oyuncak bebekleri sanırdı; uyku saati, uyanma saati, yeme saati, oyun saati… elbiselerin rengi, biçimi, yemek çeşitleri, nasıl yemek yeneceği, yemek yeme adabı, uyuma adabı, konuşma adabı, dinleme adabı, misafirliğe gitme adabı, oyun oynama adabı, nefes alma adabı. Hapishane ve bir yudum özgürlük için yanıp tutuşan küçük mahpuslar!” dediği evden kaçmayı mı niyet etmiştin? Ablan sessizce gidip sarı kurdeleyi bağlarken onu izledin. Bir kenarda durdun, ona baktın. Kaşlarının altından. Senin o kara bakışların hep böyle ürkek mi kalacak? Hep böyle kaşlarının altından mı bakacaksın? Bilmiyordun. Sen o haylaz çocukluk yıllarında, sonraları, çok sonraları öğrenmek için tecrübeye başvuracağını bilmiyordun, taşın sert olduğunu öğrenmen için başını taşa çarpmayı yeğleyeceğini, bunu büyük şair olarak seninle söyleşi yapanlara söyleyeceğini bilmiyordun!
“19 Ağustos Pazar. Perviz,… bana, umarım başın taşa değer, diye yazmışsın ve benim adımın kötüye çıkmasını yaşamın taşları olarak adlandırmışsın… ve yine yeminlerle benim arkamdan laf edilmesini kendim istediğimi yazmışsın. Kim bilir belki de öyledir; senin değişmeyen düşünce ve inançlarının karşısında kim dayanabilir ki. Mutlaka öyledir, ama yazık ki ben senin gibi iyi düşünceli ve anlayışlı biri değilim… ah, bırak hayatın taşları benim başıma yağsın ve beni bu sevmediğim hayattan kurtarsın. Senin varlığın benim hayatımı acı yaptığını sanma. Hayır. Ben kendimden bezdim. Tanrı bana zulmetti. Çünkü bana da diğer kadınlara verdiği beklentileri ve arzuları verebilirdi ve vermedi.”
Ne kadar çok taşa çarptın başını. Başını son kez karlı bir şubat ikindisinde, kaldırımın refüjüne çarpacaksın.
29 Aralık 1934’te (8 Dey 1313) doğdun diye yazıldı. Emiriye, Gümrük Dörtyolu, eski bir pasajdan az ötede Hadim Azad Sokağı’nda geniş bahçeli bir evde. Ama sonraları Puran ablan ve Almanya’da, yaşadığı Bonn şehrinde bıçak darbeleriyle öldürülmeden önce Feridun kardeşin, yazılarında ve söyleşilerinde senin doğumunun İran aylarından Dey ayının 8’i olduğunu söylediler. Buna göre 29 Aralık 1934 olur! Ne fark eder? Doğduğun gün kar yağıyordu. Soğuk bir mevsimdi. Bu kar yağışının senin yaşamın boyunca ne denli önemli olacağını bilmiyordun, bilemezdin. Yıllar sonra kendi ölümünün kehanetini yazdığında, soğuk mevsimin başlangıcına inanmamızı istediğinde biz de senin ne söylediğini pek anlamamıştık. Şimdi anladık mı? Biz soğuk mevsimin başlangıcına inandık mı Furuğ?
Çocukluğun, aldırmazlıklar, kavgalar ve gürültüler içinde geçti. O yıllar boyunca evde, Emir Mesut Ağabeyin, bir bey gibiydi. Bir han edasıyla saldırırdı senin küçük dünyana, senden sonra dünyaya gelen erkek kardeşin Feridun’un doğumundan sonra kimsenin artık senin iyice umursanmadığın, terk edilmişçesine yalnız bırakıldığın dünyana… Ablan da bazen onunla birlik olurdu. Sarı bukle bukle saçların kah bunun, kah onun, kah da annenin elinde. Perviz’le evlendikten sonra, bu kez onun ailesi saldıracak sana. Kocan Ahvaz kentinde ve sen daha 17 yaşındayken ona şöyle yazacaksın:
“Ben de insanım. Benim de bir onurum var. Duygularım var. Ben iki yaşındaki bir bebek değilim ki. Saçlarının her gün onun bunun avuçlarında görmeye tahammülüm kalmadı, kulaklarımın bu çirkin sözleri ve arsız küfürleri duyamaya dayanamıyor artık.” Ama sen o saldırılar karşısında susmuyorsun. Aynı mektupta şöyle devam ediyorsun: “Onlar sövüp sayacaklar bense bir heykel gibi karşılarında dikilip duracağım! Ben bunu yapamam… Ben bu gürültü, patırtı, ikiyüzlülük ve tezvir dolu hayatı sevmiyorum. Gel beni bu delilerin elinden kurtar… onlara beni eziyet etmemelerini yaz. Yaz beni rahat bıraksınlar. Ben ne onların sevgisini istiyorum ne de kinlerini, düşmanlıklarını.”
Evdekilere de bağırıyorsun. Küfürler yağdırıyorsun. Isırıyorsun. “Hanımcığım gel bak bu Furuğulzaman ne yaptı yine!” Hizmetçinin sesi anneyi getiriyor. Annenin dayakları seni yıldırmıyor. Annenin yüzüne karşı ağlamadığın için daha ağır dayak yiyorsun. Sonra da gidiyorsun hizmetçiyi yumrukluyorsun, çadırasını dişlerinle yırtıyorsun. Çocuklar senin saçlarını çektiklerinde sen de onların elini ısırıyorsun, saçlarını çekiyorsun, gömleklerini yırtıyorsun. Komşu çocuklar seni tehdit ettiklerinde sen geri adım atmıyorsun. Seni tenha bir yerde kıstırdıklarında ve sana dayak attıklarında onların gözleri önünde ağlamıyorsun. Ayaklarını yere çarpıyorsun, dişlerini sıkıyor, zıplıyor bağırıyorsun: “İyi yaptım… iyi yaptım…”
Çocuk, sen bilmiyorsun yıllar sonra seninle aynı zaman diliminde büyüyen erkeklerin karşısında da durup bağırmak zorunda kalacaksın. Onlardan kimisi seninle cinsel arzularından dolayı ilgilenecek, kimisi şiirine saldıracak, kimisi cadaloz, huysuz diyecek, kimisi ise senin şerefine, onuruna saldıracak ve sana kaltak, sürtük bir fahişe diyecek. O zaman da onlarla yüz yüzeyken direneceksin, ağlamayacaksın, susmayacaksın. Şiirlerini yazacaksın. Ama şimdi altı yedi yaşlarında bir çocukken sadece bağırmakla, dövünüp hırçınlıkla içindeki alevi defetmeye çalışıyor, çabalıyorsun.
Sen yaban at sürüsünden ayrılmış bir tay gibisin. Kendi sürünü arıyorsun. Bunlar senin cinsinden değiller. Odaların arasında, bahçede uzun çınar ağaçlarının ve akasyaların arasında kişneyip, koşup duruyorsun. Vadilere yol bulamıyorsun. Bunun için midir çorap, ayakkabı giymeyi sevmiyorsun? Diğer çocuklarla sek sek oynarken, ip atlarken yalın ayaksın hep. Yıllar sonra kendi çocuğunu geride bırakıp ilk kez yurtdışına bir kargo uçağıyla yolculuğa çıkacaksın. Battaniyeyi alıp kutuların üzerinde uyuyacaksın. Diğer dört yolcu şaşıracaklar. Sen aldırmayacaksın. Uyandığında kargo uçağın Beyrut’un üzerinde geçiyor olacak. Uçaktan inip otele gitmek üzere bir hostes seni ve diğer yolcuları ki toplam beş kişisiniz almaya geldiğinde sen ayakkabılarını çıkaracak ve kotluğunun altına alacaksın ve bundan müthiş zevk duyacaksın. Sen özgürlüğün vurgunu, aşığısın. Sen şiire aşıksın, sen isyana aşıksın.
Diğer çocuklarla dalaşıp da yenildiğinde bazen ablan Puran’ın kollarına sığınıp ağlıyorsun. Onun deyişiyle “İkimiz ağlaşır, sonra iki kedi yavrusu gibi sarılarak uykuya dalardık.” Ama çoğu zaman her kavgadan sonra koşuyor o dipteki odaya sığınıyor, ağlıyorsun. Hıçkırıkların dinince gelip avluya açılan pencerede oturuyorsun. Sırdaş pencerenin eşiğinde. Avludaki, sokaktaki akasyanın büyülü kokusunu sana getiren, bahçenin yüreğini, gökyüzünü sana getiren, üstelik sana bağırmayan, seni aşağılamayan pencerenin. Bilmiyorsun çocuk! Ne kadar çok ağlayacaksın. Ne kadar çok yalvaracaksın pencerelere! Sen penceremizin ve bahçemizin, hepimizin penceresi ve bahçesinin de şiirini yazacaksın. O şiirleri yazacağın yıllar gelip çattığında, sen yeni bir pencere bulacaksın, kendi yaşamına, yaşadığın topluma ve şiire baktığın başka pencere diyeceksin: “bir pencere bakmak için / bir pencere duymak için / kuyuya benzer bir pencere….”
Baban görevli asker olarak Hazar kıyısına gitmişti sen daha ilk yaşına basmadan. Yaz ayları hep oraya, Nevşehir’in kumsalına, masmavi denizine koştunuz. O denizin dalgaları, tuz ve kum tadan rüzgarı senin çocuk belleğine kazındı. Başak renkli saçların karardıkça günlerin de kararmaya başladı. Ve sen kaçmayı düşündün; hayır düşünmekle kalmadın, arzuladın ve sonunda mektuplarında da dediğin gibi babaevinden koca evine, Tahran’dan Ahvaz’a ve İran’dan İtalya’ya kaçtın. İki kız kardeş evinize ev demediniz, yuva demediniz; orası yatılı askeri okuldu sanki. Bir kışla. Kapılarının sürekli sizin, kızların yüzüne kapalı olduğu kocaman kütüphanesiyle bir kışla. Almanya’dan babana şöyle yazacaksın:
“Sizin söylediklerinizi ciddiye aldığımı hiç anımsamıyorum. Siz bize pür hararet öğüt yağdırırken, eminim diğer çocukların da kafaları benimkisi gibi başka şeylere takılırdı ve ertesi gün uyandığımda sizin öğütlerinizin tümünü unutmuş olmadığımı anımsamıyorum, ya da tam tersine, benim ruhumun bir hatadan dolayı pişmanlık ve suçluluk duygusu ile titrediği zamanlar ve size gelip ve ne yaptığımı söylemek ve sizden öğüt almak istediğimde, her zamanki gibi korkmuşum ve sizin bir yabancı olduğunuz duygusuna kapılmışım. Neden böyle olmalı? Siz ki bu kadar çok psikoloji kitapları okurdunuz, bunların nedenlerini bilmeliydiniz. Ne zaman geçmiş yaşantıma, sizin evinizde geçirdiğim son bir yılı hatırlasam ödüm kopar. Bir hırsız gibi, iyisi ve kötüsü ile her şeyim gizlice. Neden beni adam yerine koymuyordunuz ve neden evden kaçar olmağa zorluyordunuz ki ben bir yürür gezer gibi nerede olduğumu ve ne yaptığımı ve kiminle konuştuğumu bilmeyeyim? Neden arkadaşlarımı eve getirmekten ve şayet kötü veya iyi idiseler bana ikaz edesiniz ve bana yardım edesiniz diye sizinle tanıştırmaktan çekinirdim? Ama şimdi neden buraya gelmişim ve neden açlık, avarelik ve bin bir sıkıntıya katlanıyorum? Çünkü ben evi seviyorum. Ben sabahtan akşama caddelerde aylak aylak dolaşmak ve yorgunluktan her önüme gelen ile konuşmanın verdiği ruhsal sıkıntıya katlanmak istemiyordum. Sırf evde yabancı olduğum için ve kendimi tanıtamadığım ve rahat olamadığım için, şimdi kalkıp buraya gelmişim. Özgürüm, bana vermekten korktuğunuz özgürlük ve benim sizden gizli olarak elde etmek istediğim ve bu nedenle de hatalar yaptığım özgürlük. Halbuki , benim bu özgürlüğü elde etmemde bana yardımcı olmalıydınız, doğru olan buydu. Şimdi buradayım. Ama kim benim bir gece dışarıda yattığımı söyleyebilir? Hayır kimse. Ben sabahtan akşama odamdayım ve kendi işimle uğraşıyorum ve dışarı çıkmayı da pek sevmiyorum… Masası başında oturup okuyan, şiir yazan ve düşünen bir kadınım. Neden? Çünkü kendimin olduğumu biliyorum. Artık kimsenin nefret ve aşağılama dolu gözleri üzerimde değil. Artık kimse bana bunu yap ya da bunu yapma demiyor. Kimse beni kafasız bir çocuk olarak görmüyor. Ve ben kendim için, kendi benliğim ve varlığım için sorumluluk duyuyorum ve bundan sonra olası hatalar için kendimi affetmem. Halbuki, kendi kendime geçmiş hakkında düşündüğümde, asla kendimi suçlu hissetmiyorum, aksine başkalarını benim hatalarımın nedeni olarak görüyorum. Ne yazık ki her şeyi söyleyemiyorum.”
Kapıların çoğu, senin ve ablanın yüzüne kapalıydı. Üzerine de “Girilmez” diye etiket yapıştırılmıştı. Çocuk yaşta evlendiğin çok ama çok sevdiğini ona defalarca dile getirdiğin Perviz’e yazacağın mektuplarda dediğin gibi o evin dolup taştığı “Gerek”lerden nefret ediyordun ve edeceksin. Sen hep erkek çocukları taklit edeceksin. Neden? Hep duvarların kıyılarında yürüyerek, hatta gözü kapalı yürüyerek, onlardan geri kalmadığını mı ispatlıyordun? Yoksa gözden düşmeyi, sana karşı aldırmazlıklarını mı telafi etmeye uğraşıyordun? Çocuk sen neye çabalıyordun? Seni dinleyen yok ki!
Sen çocuktun, sen bilemezdin ereklerin dünyasında kadın olmak zordur, çok zor. Rahminizde yüreğinizin kanıyla beslediğiniz, bacaklarınızın arasından bu dünyaya getirdiğiniz erkeklerin bu rahimleri dağladıklarını, kendilerini doğuran kadınlarının dillerini kestiklerini, köleleştirdiklerini bilemezdin ki çocuk! Ve sen günahı seçtin! Şeytanı seçtin. Ateşi ve isyanı seçtin.
Sen neden şeytanı seçtin? İsyan şiirlerinde hep ondan yana duruyorsun. Seni şeytana benzettikleri için miydi? Yoksa sen onu yanına alarak birilerini mi alt etmeye çalışacaksın? Hayır sen alt etmiyorsun çocuk. Sen kendi öfke ve nefretinin yükünü artırıyorsun.
Baba eve girince sevinemiyorsun. Hayır, hayır. Onu seviyorsun. Hem de çok seviyorsun. Ama kalbini titreten onun sevgisi değil. Korkudur. Çatık kaşlı, buyurgan sesli kara bir korku. Sabahları hepinizi, hatta senden sonra dünyaya gelen Feridun’u da uyandırırdı bu ses. Daha hava alacakaranlıkken. O saatte uyku ne kadar da tatlı olur, bilirim. Baban bunu bilmiyor muydu? Baban bilmiyor muydu ki çocuk o saatte uyku uyumayı sever? Ama o sizi uyandırırdı. Pencerenin önüne doğru sıra dizerdi. O önde, siz arkada. Radyoda geleneksel sporların yapıldığı yer olan zorhana davulcusunun parmakları davulda titrer dururdu, kalın sesi kahramanlık şiirleri okur ve “yiğit”lere ritmik hareketler yaptırırdı. Baba yüksek sesle sayardı: Bir, iki, bir, iki… Sabah jimnastiği! Asker eğitir gibi! Kışlada uyanır gibi uyanırdınız. Gözleriniz uykudan açılamazken bir, iki, bir, iki… sonraları çok komikti, diye anımsayacaksınız. Ama o günler hiç de komik değildi. Nefret bir şeydi spor! Baba da nefret bir şeydi. Anne de!”
Puran diyor ki;
“Anne tek tip topluma, tek tip eve ve tek tip insana inanırdı. O herkesi aynı biçimde ve renkte, kendi isteklerinin renginde ve biçiminde… elimizle yemek tabağını geri ittiğimizde –ki Furuğ tabağı fırlatırdı- annenin belirlediği saatlerde şehre inilmediğinde, onun söylediği saatte odanın ışıkları sönmediğinde ve sus pus lal olmadığımızda ya zorla üzerimize geçirilen elbiseyi üzerimizden attığımızda, ya da Furuğ gibi elbiseyi yırttığımızda, askerine kızan bir komutan edasıyla kızar, yüzü öfkeden pul pul olur, bağırır, çığlıklar atar beddualar yağdırırdı. O bunları yapar ama bizim neden ona karşı durduğumuz anlamazdı… neden Furuğ yeni satın alınan rugan ayakkabısını bahçede toprağa sokar, eğer bükerdi ve neden Feridun ceketinin kenarını jiletle keserdi?”
Ama anne sizi severdi, çok severdi.
Sizin evde sevgi ne kadar çok biçim değiştirmişti. Nefretle sevgi nasıl da yan yanaydı. Ne kadar hızla biri diğerine dönüşürdü? Ondan mıydı ki sen de bir gülüyorsun, bir ağlıyorsun? Bir sevgiyle coşuyorsun, bir öfkeyle yanıyorsun? Bir umutla sarılıyorsun hayata, bir ölümü arzuluyorsun? Senin küçücük dünyanda sevginin, nefretin, şefkatin sınırları keskindi, ya da hiç sınırı yok muydu? Uçurumlar mıydı bunları ayıran?
İlkokula başlıyorsun. Bu yıllarda aklında babadan kalan anı nedir? Kitaplarla tanıştırmak mı? Bir de gazete kağıtlarıyla kese kağıdı yapmayı öğretmesi aklında kalmış: “Para kazanmayı öğrenmelisiniz!” Doğru. O seni evinden atacağı gün sen beş parasız kalacaksın Furuğ. İyi öğren. Ama senin aklın kitaplardaydı. Şiirlerde. Senin kutsal yedi yaşlarındı! O günler geçip gidecek. “o gövdenin gizlerine gözlerin daldığı o mavi damarların güzelliğiyle, çekingen tanışma günleri / bir el tek bir çiçekle / bir duvar arkasından çağırırdı öteki eli / ve küçük mürekkep lekeleri, / bu karmakarışık, acıklı ürkek elin üzerinde…/ ve aşk / utangaç bir selamla kendini anlatırdı.”
Tüm bu kargaşanın ve moral yıkıcı ortamda sen şiirle tanışıyorsun. Sen büyük bir şair olmak istediğini, 22 yaşındayken Almanya’dan babana yazacağın mektupta açık açık dile getireceksin:
“Babacığım… Benim eğitim ve iş durumum hakkında sormuştunuz. Siz benim yaşamdaki gayemin ne olduğunu biliyorsunuz. Belki biraz aptalca olabilir, fakat ben sadece burada memnun ve mutluyum. Ben büyük bir şair olmak istiyorum. Benim hiç bir zaman bundan başka bir uğraşım yoktu, yani kendimi bildim bileli şiiri sevdiğimi anlamışım.” “Toplumda seçkin bir kadın olayım istiyorum”, “Büyük şair olmak istiyorum,” diyorsun. Senden başka kimse senin seçkin bir kadın ve büyük bir şair olabileceğine inanmıyor.
Mahallenizdeki Suruş İlkokulu’nu bitirdikten sonra yine aynı semtte Hüsrev Haver Lisesi’ne başladığında ilk gazellerini yazdın. Ama babanın korkusuyla hepsini de yırttın attın. Bu ham gazelleri yıllar sonra, yani ölümünden bir yıl kadar önce, ablana itiraf edeceğin gizli platonik aşkına mı yazıyordun?
“Puran, sen şimdilerde önemli bir doktor olan o komşu çocuğu hatırlıyor musun?”
“Evet! Neden?”
“Hiiç! Çocukken ben ona aşıktım… çok komik! Ama onun gözü sadece seni görürdü. O günler, çocukluk işte, sabahlara kadar onun için ağlardım.”
Artık genç kız oluyorsun. Serpildin. Ergenlik seni o yaramazlıklardan da uzaklaştırıyor galiba. Ama kendi içine kapanmaya başladın. Yaşın on dört. Sevilmek, beğenilmek, övülmek istiyorsun. Ama seni şefkatle sevecek olanlar kendi çatışmalarıyla uğraşıyorlar. Neden baban, ablanı bir an evvel koca evine göndermek istiyor? Daha o 15 yaşında. Neden? Neden Feridun’u yurtdışına göndermekte ısrar ediyor? O daha 12 yaşında bir çocuk. Annenin teyzesinin torunu, komşunuz Perviz de size dadanmış. Gözü seni arıyor hep. Senden on beş yaş büyük. Perviz şakacı bir adam. Senin de ilgini çekmiş gibi. Ama annen baban seni görmüyorlar değil mi? Sen, Perviz’le evlenmek isteğini cesaretle dile getirdiğinde baban pek de karşı koymadı. Tüm bu nedenlerin altında babanın ikinci kez evliliği yatıyordu. Onun evden kaçak düşmeleri, eğlence yerlerine ve kadınlara yakın davranmaları da aslında bir kaçıştı! Sen evlenmeden önce ikinci eşini aldı. Ev artık bir ev değildi.
Sen gerçekten Perviz’i seviyor muydun? Yoksa sevgi diye duyumsadığın çılgınlığının bir parçası mıydı? Babaevinden kaçman için bir başka pencere miydi? Baba sevgisi miydi seni ona çeken?
Puran diyor ki;
“Furuğ aşık olunca iki ayağını bir pabuca soktu ve cesaretle Perviz’le evlenmek istediğini söyledi. Babası yaşındaki Perviz’le… Furuğ’daki daha yaşlı erkeklere eğilimi babam oluşturdu. O her zaman babasını arıyordu ve asla da bulamadı. Biz mali açıdan sıkıntımız yoktu, babamız bizi her yönden temin etmişti; ama kaçıncı sınıfta olduğumuzu ya da ne yaptığımızı bilmezdi. Annem koyu bir diktatördü… özgürlükten tamamen yoksunduk…. Babamızın ikinci evliliğe karar vermesi evi dağıttı. Aile içi atmosfer çok çalkantılı ve kargaşa doluydu. Furuğ’un Perviz’e sevgi beslemesi baba evindeki sevgi noksanlığındandı. Baba evinde şiddet ve soğukluk egemendi. Hatırlarım Perviz ve Furuğ evlenirken, Perviz’in gelinlik alacak parası yoktu. Bu da ailemizin karşı koymasına neden oldu. Ama Furuğ açlık grevi yaptı. Küstü… Furuğ duygu dolu, dur duraksız ve çılgındı. Perviz ise mantıklı, hesap kitap insanı ve çok sıradan bir erkekti.”
Puran başka bir söyleşisinde şöyle diyecek: “Perviz… vefalı bir erkekti, Furuğ’dan sonra asla başka bir kadının adını ağzına almadı, başka bir kadınla ilişkisi olmadı. Furuğ hakkında kimseyle konuşmadı. Sorun şuydu: Perviz ona ev hanımlığı yapacak bir kadın istiyordu. Çocuğunun başı üstünde duracak bir anne. Ama Furuğ bir şairdi ve şair hayatını kumara oynar. Kimse Furuğ kadar şiire bedel ödemedi ve herkes işte bu şeylerden dolayı onu çok eziyet etti. Ölümünden sonra ona defalarca makale yazan bu aydınlar güruhu, onun anasını ağlattılar. Neden? Çünkü onu kıskanıyorlardı. Yaşama onlardan iki santim daha yüksekten bakan birini çekemiyorlardı. Tabii, Furuğ’un çok acı bir dili vardı. Dobra ve cesurdu. Günün koşullarına göre laf etmezdi. Ne kadar uyarırsam da kar etmezdi. ‘Onlar ne kadar değerliler ki hatırları için insan yalan söylesin?’ Doğru söylüyordu!”
Kargaşa ve karmaşa ortamında sen Perviz’le gizli gizli buluşuyor, mektuplaşıyorsun. Perviz Haziran ayındaki mektubunda sana, belki senin göremediğin, ya da görüp de algılayamadığın, belki de görmezden geldiğin kendine ait büyük bir gerçeği açıklıyor:
“Ben seni değerli bir kız olarak biliyorum; ama esasen karşı cinse pek hoş düşünceler beslemiyorum. Sizin yanınızda bir hakikatin var olduğuna inanamıyorum ve şayet bulunursa da çok az ve değersiz olduğundan eminim; çünkü hayatın bana öğrettiği ve kendi kişisel tecrübelerim bu düşüncenin doğruluğunu ispatlamakta. Böylece bu kuşkusuz aslın aksi ispatlanıncaya kadar kendi düşüncemden vazgeçmeye boyun eğmem. Mesela senin bana söylediğin sevgili sözcüğüyle benim sana hitaben söylediğim sevgili sözcüğünün çok farklı olduğuna inanıyorum. Birini hakikate eşdeğer, diğerini ise hakikatten uzak buluyorum. Bu benim düşüncemdir ve bu konuda sen bunun tersini pratik olarak bana ispatlamalısın. Perviz Şapur, pazartesi gecesi, 5 Haziran 1950”
“Karşı cinse” güvensizlik, önyargılı, sabit fikirli ve aksinin ispatını ise “pratik” olarak sana yükleyen bir erkek. Ama sen oralı değilsin. Şimdilik. Onunla evlenmeyi kafaya koymuşsun. Gençliğinin verdiği coşkuyla, sana özgü saflık ve açık sözlülük ve cesaretle ona evdeki sıkıntılarını yazıyorsun. Biran evvel seni alıp bu evden kurtarmasını istiyorsun:
“Pervizciğim gürültü patırtıdan, bağırtılardan, kavgalardan ve çekişmelerden kurtulmak için bu gece bu odaya sığındım. Ben kendimi bildim bileli bu tür şeylere karşıyım ve hep daha sakin ve gürültüsüz bir hayat arzuladım; ama bazen Tanrı bile insanla inat ediyor. Ne yapabilir ki insan. Şimdi onlar avluda komplo yapmakla meşguller. Lambayı benden almak istiyorlar. Biliyorsun benim dolabımın olduğu odada elektrik lambası yok. Ampulü uzun süredir yanmış… ben de geceleri yaklaşık bir saat gazyağı lambasını kullanıyorum. Evin sahipleri sinirlenmişler. Nasıl olur hem gazyağı hem elektrik kullanılır diye. Halbuki kendileri her gün bir teneke gazyağını soba ve ütü için kullanıyorlar. Sabahtan beri ev ahalisiyle kavga ve mücadele içindeyim. O kadar ağladım ki gözlerimin içi hâlâ yanıyor. Bana diyorlar ki neden sana bu kadar çok mektup yazıyorum. Ben anlamıyorum. Suç mu bu? Zavallı ben insan değil miyim ve birisini sevmeye, ona mektup yazmaya hakkım yok mu? Size gelmeye izin vermiyorlar, evden dışarıya ayak atmama izin vermiyorlar. Çıldıracağım. Ben mahpus muyum? Benim sizin evden başka yere gittiğim mi var? Ben genç değil miyim? Gezmeye, dolaşmaya ve eğlenmeye hakkım yok mu? Yalnız gitmem diyorum, peşimden gelin diyorum. Kim gelirse gelsin. Ama duyacak kulak nerde! Ağlıyorum, bağırıyorum. Bu evde kimsenin mantıktan anladığı yok. Birisinin anlayışı olsa o da korkusundan çıt çıkaramıyor. Bu evde herkes kendini beğenmiş, herkes despot ve zorbadır. Ben de sonunda kaçacağım. Başka çare yok. Bir gün bakacaklar ki artık ben yoğum!… Bu sabah makas kaybolmuştu. Ben hırsız mıyım, makası gizleyeyim sonra satayım diye? Benim kendi makasım var zaten. Bir saat soruşturma ve sorgulamadan sonra dolabımı açar açmaz hepsi benim dolaba saldırdılar. Benim bu evde sadece bir tane dolabım var ve onu bile bana bırakmıyorlar. Ama birisi bir şey istesin hemen çivileri çekiyorlar ve istedikleri oluyor (işleri bittikten) sonra da kilit ilk halini alıyor. Senden sonra ben senin bu nasihatine göre davranıyorum. Diyordun ya dikkatli, düzenli olmalıyım. Her gün elbiselerimi gözden geçiriyordum, eşyalarımı düzenliyordum, dolabımı temizliyordum; ama ne yazık ki bugünkü tarihi saldırıda bütün eşyalarım darmadağın oldu. Önemli bir şeyim yoktu ama bu yapılmamalıydı, yakışmadı. Ben de kendimi savunabilirdim. Pervizciğim, ev sahipleri benim dolabımda yaptıkları tahribat vallahi Amerikan bombardıman uçaklarının Kore’de yaptığı tahribattan daha fazladır. Sonunda makas bulunmadı ve ben rahatladım. Bir saat sonra benim bahtsızlığımdan ruj kayboldu. Ben asla ruj kullanmam. Tekrar kavga, bağırtı ve töhmet, iftira… ben bir ruj için bu kadar kavga gürültü çekmem için ne kadar aptal olmalıyım. (sonunda lambamı alıp götürdüler. Şimdi ne yapacağım?)
(Bir saat okkalı bir kavgadan sonra mektubumun devamını karanlıkta yazıyorum) sonunda ruj bulundu ve şans eseri bu sefer benim zavallı dolabım yeni bir saldırıya uğramadı. Öğleden sonra, çayı herkesi beklemeden ve herkesten önce içtiğim içim kafama sıkı bir yumruk yedim, sonra da sizin eve gitmeyi düşündüğüm için bir saat kavga ettim ve ağladım ve sonra da gece oldu; yenilmiş ve başı öne eğilmiş bir şekilde karanlığı gürültülü aydınlığa yeğledim. Benim günlük yaşantım budur işte……. 7 Temmuz, pazar)
Sen ve Puran, babaevinden hep kaçmak istiyordunuz değil mi? O kocaman ev, kocaman avlu, akasyaların boylandığı geniş avlu daracıktı sizin için değil mi? Hazar kıyısındaki Nevşehir’de, ev bir bağ gibiydi. Bir yanının penceresi denize bakardı, diğer pencereler ormana. O küçük ahşap kapı ise Rıza Şah’ın yazlık sarayına. Tahran’daki eviniz de büyüktü. Ama buna rağmen özellikle sen kaçmak istiyordun. Siz iki kız kardeş, kadınlar sülalesinden olduğunuz için miydi ki oralar daracık hapishane gibi geliyordu size ve hep kaçmayı düşünüyor, düşlüyordunuz? Kim bu uğursuz tohumu ekiyordu senin çocuk kalbine. Annen de aynı sülaleden değil miydi? Öyleyse o neden sizin çevrenize duvarlar örmüştü? Sen evlenerek hapishaneden kaçtığını sandın değil mi? Hayır, sen sadece hapishaneni değiştirdin. Onun için mi bu kez İran’dan çıkmayı, İran’dan kaçmayı düşledin durdun?
Bu arada sen resme merak sarıyorsun. Mehdi Katoziyan ve Ali Asker Potger’in gözetiminde Potger’in atölyesinde resim öğrenmeye başlıyorsun, ardından büyük ressamın adını taşıyan Kemalülmülk Kız Sanat Lisesi’ne geçiyorsun. Ama bu okulu evliliğin dolayısıyla bitiremeyeceksin. Daha evliliğinizle onay almadan sen Perviz’le gizlice buluşuyorsun. Sizde ya da onların evinde. Mektupları yazıyor, veriyorsun Feridun’a. O da gizlice Perviz’e götürüyor. Mektupların çoğu bir yandan evinizdeki kavgalara, gürültülere, diğer yandan Perviz ile evlenme hazırlıkları ve bu konudaki senin çocuksu komplolarına dairdir. Sen Perviz’in o kısa mektubunda ifşa ettiği gerçeğe rağmen ona evlenmeden önce, evlilik süresince boşandıktan sonra hep “Sevgilim” dedin, “sevgili Perviz,” dedin. Annenin, senin evlenme isteğini duyunca bayıldığını yazıyorsun:
“Sevgilim Perviz… Annen bizim evleneceğimizi duyunca Nevvab Hanım’ın dediğine göre düşüp bayılmış ve sana bela okumuş çünkü sen bir kızı 8 yıldan beri seviyormuşsun ve onu bir süre önce kocaya vermişler ve şimdi o boşanmış ve seninle evlenmeyi bekliyormuş. Perviz’im… ben gözyaşı dökmekten kendimi alamıyorum. Bunlar inanılacak şeyler değil ya da doğruysa ben o geçmişteki aşktan kalbinde bir eser kaldığını düşünmüyorum. Ama Perviz, şayet öyle değilse ve sen onun yanında mutlu olacaksan benim bir diyeceğim yok; fakat unutma ki bu unutma benim hayatıma mal olur çünkü ben ölürsem ancak sen gerçekten seni unuttuğuma inanırsın!… ben sensiz bir an bile yaşayamam… 13 Haziran 1950)”
Fakat her şeye rağmen senin direncin ve babanın karşı koymaması sonucunda evleniyorsun. Sen Perviz’in evine düğünsüz, törensiz bir dul gibi gelin gittiğinde baban çeyiz dizmiyor. Yoksa bilerek mi dizmedi. Perviz senin ilk dillendirdiğin aşkındır. Sen 16 yaşındasın ve onun evine sade bir düğünle gelin gidiyorsun. Sen gelinlik istemedin, mücevherat istemedin, annen baban çeyiz dizmedi. Sen dul bir kadın gibi gittin Perviz’in evine. Perviz’in ev tutacak, sana ev kuracak parası yoktu. Ona gizli mektuplaşmalarınızda “Aşkım,” diye yazıyorsun. Perviz beş parasız. Ona akıl veiryor, yuva kurmanın çok da zor olmadığını anlatıyorsun:
“… Sen benim durumumu biliyorsun. Anne babamın beni düşünmediklerini de biliyorsun. Onlar şimdiye kadar benim adıma en ufak bir şey almadılar ve yüz yıl geçse ve ben burada kalsam onlar bu bonkörlüğü göstermeyecekler. Hiçbir şeyim olmadan sadece kendimi alıp sizin evinize gelmek, sizin sofranızda yemek yemek ve sizin yatağınızda yatmak ve sizin rahatsızlığınıza neden olmak benim için çok zordur. Siz dememden maksadım sen değilsin, senin annen, baban ve kardeşlerindir. Sen yalnız olsaydın ve bir tek odada hiçbir şeysiz yaşıyor olsaydın, Tanrıya ve sana ki en azizimsin yemin olsun ki o gece bana kalmam için ve evime gitmemem için bana ısrar ettiğinde kalırdım… bu nedenle de annenin ve diğerlerinin gelip sadece beni hiçbir şeysiz olarak alıp o eve getirmelerine karşıyım. Utanıyorum Perviz. Yemin olsun ki beni öldürsen de gelmem. Ben başkalarının kinayelerine katlanamam… Ev eşyası almak için borçlanma konusuna gelince… bizim bir odadan fazla bir yere ihtiyacımız yok… demek bizim almamız gereken eşya bunlardır: 1- bir parça muşamba, 2- bir masa, 3- perde ve yatak örtüsü için kumaş ve tabureler, 4- ahşap tabure (boyasız ve çok ucuz cinsten), 5- mutfak eşyası (tabak, çatal, kaşık, tencere, elektrikli semaver yerine bir tane elektrikli demlik, ya da bir tane mangal) ütü ve aklıma gelmeyen birkaç şey daha. Bu tabak ve çay eşyasını eski elbiseleri eskiciye vererek alırız… (19 Temmuz)”
Ve evliliğinize onay çıkınca da sen hemen Perviz’e yazdın ve özel ulağınla onun eline ulaştırdın:
“31 Temmuz 1950, Perşembe
Perviz, sevgili eşim. Sanırım artık sana eşim diye hitap edebilirim. Sen de istersen bundan böyle bana sevgili eşim diyebilirsin. Annemin bu kadar vefasız ve taş kalpli oluşundan dolayı kendimi yok etmek istiyordum… Tanrıya ve yanında kutsal ne varsa yemin olsun ki seni çılgınca seviyorum ve sen beni terk etmeden önce ben kendimi bu hayatın zincirlerinden kurtaracağım… Çok bedbaht olduğumu biliyorum. Senden sonra yaşayamazsam ve ölümü yeğlersem sakın bana serzeniş etme. Çünkü insan, hayatının temelini kaybedince çaresi yok ölmelidir… evet Perviz, sen beni terk edersen ben ölürüm… siyahtan öte renk yok! Elveda sana… ya sadece bu gün için ya da her zaman için ve bu tamamen senin kararına bağlı!”
Evlendikten sonra, kocanın işi nedeniyle Ahvaz şehrine gitmek zorunda kalıyorsun. Çok büyük bir coşkuyla gidiyorsun Ahvaz’a; ama bilmiyorsun ki bir yıl bitmeden, yani 1951’de, aranızdaki geçimsizlik yüzünden babaevine Tahran’a geri geleceksin. Geldin. Ve gelir gelmez de Günah adlı şiirini yazdın ve verdin şair Feridun Moşiri’ye Roşenfekr Dergisi’nde yayımlasın diye. Yayımlandı ve kıyamet koptu.
Bu senin kaçıncı kişisel kıyametindir? Mahşerin provası yapılıyor. Ancak senin günahlarını ve sevaplarını tartanlar, iyilik melekleri değildir değil mi? Onlar senin aleyhinde hiçbir sözden kaçınmıyorlar. Ama baban da onlara katılıyor. Babana bu konu hakkında mutlaka tartışmışsın. Ama aranızda neler geçtiğinden haberimiz yok. Sen babana sordun mu baba, hani sen büyük ediptin, edebiyat ve sanatseverdin? Ona dedin mi ki senin yanında olması gerekiyor diye?
Bu pek de yardıgancak şey değil: 17 yaşındaki genç bir kadın, toplumunda Şah diktatörlüğünün ve baskısının bunalttığı toplumda yeşeren bodur aydınımsıların egemen olduğu edebiyat dünyası sana karşı koydu. “Sevgilim” dediğin kocan Perviz de öfkeleniyor sana. Şiirin yayımlandığı Dergi, işi daha da büyütüyor. Baban dayanamıyor artık ve seni evden atıyor. Bu olayı, yani babanın, sevgisini senden esirgeyen babanın seni evinden sokağa atmasını kendi kişisel tarihine yazıyorsun. Kocan ve kocanın ailesi de sana arka çıkmıyor.
Ah Furuğ sen ne yaptın? Sen bilmiyor musun ki daha bir çocuksun! Bilmiyor musun ki bu dünyanın çarkı, sermayenin fallik güçlerinin değirmenine su taşır? Sen bir kadınsın! Sen 17 yaşında bir kadınsın! Bütün kuralları alt üst etmeye nasıl cüret edersin, nasıl kalkışırsın buna? Ben şairim diyorsun! Ben severim diyorsun, bir erkeği severim diyorsun! Furuğ, senin cinsinden olan kadınlarla yatıp kalkan erkekler bunu böbürlenerek yazabilirler. Kadın bir maldır. Bir şeydir. Bir şey nasıl düzene karşı ayaklanabilir? Ayaklandın ve baban evden attı. Gittin Şah Caddesi’nde küçük bir oda kiraladın. Ama geçinemiyorsun değil mi? Akşama yiyecek ekmeğin yok. Bir yere gitmek için otobüse binecek paran yok. Ama şiirden değil kopmak, ona iyice sarılıyorsun. Senin biricik sevdan şiire sarılıyorsun. Ama sonunda yoksulluk bir taraftan, gazetelerde sofra sofra yazılan töhmetler, küfürnameler sana boyun eğdiriyor değil mi? Babaevine dönüyorsun. Senin her geri adımınla onlar ne kadar çok sevinmişler ve sen nasıl da ezik hissetmişsin kendini. Sermaye egemen toplumdaki erkeklerin kuralları pek acımasızdır Furuğ! Bunu defalarca tecrübe edeceksin. Babaevine dönüyor ve evin bir odasına kapanıyorsun ve kimseyle görüşmek istemiyorsun. Babanın yüzünü görmek istemiyorsun: şeytan görsün yüzünü! Sonunda dayanamıyorsun ve tekrar koca evine gidiyorsun. Mecbur bırakılıyorsun. Bunu kendine yediremiyorsun. Onun için mi sürekli kocanı methediyorsun? İyi birine boyun eğmek daha çekilir olur değil mi?
“Seni 20 gün sonra göreceğim düşüncesiyle teselli bulamıyorum. Bir kez daha sana tapıyorum desem ne çıkar! Ben sana gerçekten tapıyorum, sen kendin bunu bilmiyor musun? Bana söyle, yalnızlıkla ne yapıyorsun? Yemek ne yiyorsun? Hayatın nasıl geçiyor? Perviz, ben artık senden ayrılmak istemiyorum. Bu son olsun! (21 Mayıs, 1951)”
Öyle mi? Son mu oldu? Boyun eğmek sana göre bir şey değil. Açık sözlü ve cesursun. O kadar çok beğendiğin ve takdir ettiğin, ressamlığın püf noktalarını ve yeni tekniklerini öğrendiğin, hatta şiirinden etkilendiğin ressam ve şair Sohrap Sepehri’ye şiirlerinin biraz daha yaşamımızla, yaşamakta olduklarımızla ilgili olmasını söyleyen, herkesin şair İmad Horasani’nin karşısında sustuğu zaman, sen misafirlikte olduğuna bakmadan ona, “Bırak bu afyonkeşliği…” diyen, kendine ve şiirine zarar vermemesini cesaretle söyleyen kadın, yirmili yaşlara daha yeni adım atmış bir kadındır.
Ahvaz’a, kocanın yanına dönüyorsun. 17 Mayıs 1952’da oğlun Kamiyar’ı dünyaya getiriyorsun. Sen ona Kami diyorsun. Ne kadar çok seviyorsun onu. Çılgınca bir bağlılıktır bu. Sen hep çılgınlıklar içinde yaşadın. Sevgin ve nefretin korku yarattı. Bağlandığın her şeyin senden koparılıp alınacağını bilmelisin artık. Belki de bildiğin içindir ki her güzel şeyin zeval bulacağını, yok olup gideceğini en derin duygularla algıladığın içindir ki güzellikler sana hüzün verir.
Çocukluğun o hengame içinde geçtiği babaevin bir yangın yeri gibiydi, olmasını dilediğin çocukluk yıllarını yakıp kül etti, çocukluğunu kaybettin. O yedi yaş yılları senin için bir hasret olarak içinde kazındı. Sonra bunun da şiirini yazacaksın:
ey yedi yaş
ey yola çıkmanın şaşılası anı
senden sonra ne varsa
çılgınlıklar, bilgisizlikler yığınında geçip geçti
senden sonra
bizimle kuş arasında
bizimle meltem arasında
korkunç diri ve aydın bağlantı olan pencere
kırıldı
kırıldı
kırıldı.
senden sonra topraktan yapılı o bebek
su
su
sudan başka hiçbir şey söylemeyen bebek,
suda boğuldu.
O yıllardan sadece anne baba sevgisine susamış bir çocuğun anıları, acı hatıraları kaldı sana. Resim kursun koca evine kaçış yüzünden yarıda kaldı. Kocana ve onun kuşkularına ve isteklerine boyun eğmediğin için evliliğin yarıda kaldı. Ama bilmiyorsun daha; oğlun Kami de elinden alınacak. Ömrünün sonuna kadar görmeyeceksin onu. Buna şimdi inanamıyorsun.
Kami dünyaya geldiği yıl ilk kitabın Tutsak adlı toplu şiirlerin yayımlanıyor. Perviz’le arandaki çatışma bu kitaptan sonra tekrar alevleniyor. Perviz ayrılmak niyetini sana mektup yazmayarak, seni yanına almayarak, Tahran’a seni görmeye gelmeyerek bildiriyor. Baba, senin varlığından utanç duyuyor. Ama sen aynı hırçın çocuksun. Çocuk olmana karşı bütün bu acımasız bağnazlıklara karşı cesaretle duruyorsun. Ağlamıyorsun; ama “İyi yaptım, iyi yaptım!” diyor, ayaklarını yere inatla çarpıyor ve şiirlerini yayımlıyorsun. Fakat ruhun bu kadar çok baskıya dayanamıyor. İçindeki çocuk yıkılıyor. Rezai Ruh Hastalıkları Hastanesi’ne yatırıyorlar seni. Ama nafile!
Perviz senin sürekli orada burada “sürttüğünü” yazıyor. O senin özgür bir kadın olduğunun, bir şair olduğunun farkında değil daha. Hatta seni boşamakla tehdit ediyor. Sen de kendini savunmaya geçiyorsun:
“… Beni Köprü’de gören beyefendiyi görmeyi ve yüzüne tükürmeyi çok istiyorum. Çünkü ben Tahran’a geldim geleli kız kardeşimi sadece üç kez gördüm; iki kez ben onlara gittim, bir kez de o annemlere geldi ve şimdi yaklaşık iki haftadır onlar Meygun’a gitmişler. Şayet ben Köprü’ye gitmişsem Tanrım beni affetmesin. Ben yemin etmek istemiyorum; ama Kami’nin ölüsünü göreyim, ben Köprü’ye gitmeyeli neredeyse üç yıl oldu, nerede kalmış orada gezinip tozunmak!… Tahran’a geldiğinde gezmek istemediğini yazıyorsun. Sen bilirsin. Ben kendim çok iyi biliyorum ve Tanrım şahittir ki gezmeye, sinemaya gitmedim. Sen istersen inanma ve beni gezmeye götürme… ben 15 gündür geldiğim Tahran’da tek bir kuruşum yoktu. Yemek yapmak için neyiyle alış veriş yapacaktım?… Her aptalın önünde beni küçük düşürmelerini ve söylediğin küfürleri unutamıyorum ve kalbim acı ve üzüntüyle dolup taşıyor. Canımı daha fazla acıtma. Belki de en iyisi milletin değil bizim karşılıklı söylediklerimize inanmalıyız. Çünkü millet benim arkamdan çok laf ediyor… senin aklını karıştırmasınlar. Ben temiz kaldım, temiz kalırım. Sen ve arkadaşlarının ne söyleyecekleri umurumda değil. Bu kadar. Furuğ.”
“… Sevgili Perviz, umarım iyisin… Unutma ki ben seni hep bütün kalbimle, ruhumla sevdim ve asla başka biri aklıma gelmedi… beni boşarsan kendimi iki günde telef edecek kadar aptal değilim. Kaldı ki bu sadece benim başıma gelen bir şey değil. Üstelik ben kendi gücümle çalışabilirim ve ihtiyaçlarımı giderebilirim ve hiç de kötü kadın olmam gerekmez. Bununla bile senden ayrılmak istemiyorum ve senin kinayeli sözlerini soğukkanlılıkla tahammül ediyorum… Biliyorum ki şiir ve sanat kimseye getirmediği gibi bana mutluluk getirmedi; ama ben onu tüm gücümle istiyorum ve istediğimden ne kadar uzak olduğumu ve beni sınırladığını görünce dünyam kararıyor ve hayattan nefret ediyorum. Ben seni seviyorum; sen istersen beni boşa, ister boşama. Ancak bunu bil ki sen benim hayatımdaki tek erkeksin ve hep de öyle kalacaksın. Öpüyorum. Furuğ.”
Senin, uysal bir “ev hanımı” ararken hayatına giren isyankar, cesur ve dimdik bir kadının her sözüne, her davranışına hata bulan bir erkeğe, “komik” diyeceğin bir aşkla evlilik hayatını sürdürdüğün erkeğe hakketmediğini sonra fark edeceğin sözler söylüyorsun. Sen de seni suçluyorsun. O kızmasın diye, desteğini senden kesmesin diye sanatını bile inkar ediyorsun. Onu diktatörlüğünde haklı ilan ediyorsun:
“… sen yeryüzünde yaşayan erkeklerden farklısın. Sen onların hepsinden daha iyi ve daha üstünsün. Bana dayak atmakta haklısın. Çünkü ben kötü oldum. Çok kötü oldum. Uzakta yaşayan iyi kocamı tatlı sözlerimle teselli edeceğime sürekli sana küfrediyorum. Benim dilimi kesmeli. Ben bu cezayı hak ettim. Vallahi ki hata yaptım. Perviz, ben kim sanat kim! Ben ne zaman sanatçı oldum, ne zaman sanatçı olduğumu iddia ettim? Ben ne zaman sanatımdan söz ettim? Benim bir tek sanatım var o da küfretmek. Beni senden ayıran sanata lanet olsun! Sen olmadan sanatı istemiyorum. Kaldı ki ben hiç sanatçı falan değilim ki…. Ben halt ederim sana minnet koyayım ve sanatımla sana böbürleneyim. Ben sanatçıysam sen benden daha sanatçısın… yalvarıyorum beni cezalandır!… Perviz’im bu düşünceyi kafandan sil! Yaşlandım diye tutturma! Ben biliyorum; bu düşünceyi ben senin kafanda oluşturdum. Ama şimdi çok pişmanım. Şaka yapmak istedim… şayet bir gün sana ihanet edersem, aynen söylediğin gibi vücudumu parça parça doğrayabilirsin ve gözlerimi kendi parmaklarınla oyabilirsin…”
Evlenmeden önce de en basit şeyler için bile onun izni için ona yalvarıyorsun:
“22 Temmuz, Cumartesi (1950) … ben ve Dohi gelecek hafta bir fotoğraf çektirmek istiyoruz. Parasının yarısı ondan yarısı benden… gelecek yaşamıma karşı çok iyimserim… seni çok özledim…”
Ahvaz’dan Tahran’a geldikten hemen sonra yazdığın mektupta da aynı kaygılar var:
14 Temmuz (1951) “Bu mektubu Tahran’a vardığım ilk gün yazıyorum… Seni üzecek bir şey yapmam… Belki ben kötü ve bedbaht bir kadınım; ama bildiğim kadarıyla sana kötülük yapmak istemdim. Çünkü seni seviyorum. Sadece bazen çıldırıyorum ve sonradan pişman olduğum şeyler yapıyorum…”
16 Temmuz (1951) “… Perviz’im, kitabım için Emir Kebir’e telefon ettim. Bir nüshasını eve gönderdiler. Yanlışlarını düzelttim. Bu gün gelip alacaklar. Yıldızlar ve Bir Gece şiirleri de var. Yani kitaba ilave ettim… sanırım Cumartesiye çıkar. Senin dediğin gibi yaptım. Kimseyle görüşmedim. Bayan Haeri iki üç kez telefon etti. Beni Daneşveran edebiyat toplantısına davet etti. Dedi ki konuklara seni davet edeceğimi söyledim ve aslında bu toplantı senin onuruna düzenlendi. Ama ben sana söz verdiğim gibi özür diledim ve dedim ki benim hâlâ Ahvaz’da olduğumu düşünün. Tabii kocam gelince sevinerek katılırım… Artık Emir Kebir yayınevine niye telefon ettim diye itiraz etme artık!… dün kapalı çarşıya gittim. Biraz kumaş aldım. 10 metre 20 metre falan aldığımı sanma sakın. Sadece bir gömleklik kadar. O da kumaşı çok güzel ve fiyatı çok ucuz olduğu için…”
Sürekli haklı çıkardığın “erkeğine” sana güvenmesini boşuna söylüyorsun. O sana ta başından kadın cinsine güvenmediğini söylemişti. O, senin sevgili sözcüğüne değer vermediğini de söylemişti. Seni edebiyat toplantılarına çağıranları reddediyorsun. “kocam gelsin, gelirim,” diyorsun! Bu sana göre bir cevap değil; fakat sen isyan bayrağını kaldırmıyorsun. Şimdilik!
“7 Ağustos, Salı (1951) … Suphi radyo programında beni methederken babam çok kızdı ve annemle kavga ederek, ona “sen kızımızı kötü yola ittin,” dedi…. Perviz’ciğim, Bayan Saidi şimdiye kadar iki üç kez davet etti ama ben hep senin gelişine erteledim ve bilmiyorum sen geldiğinde beni götürecek misin götürmeyecek misin?… Senin ve Kami’nin ölüsünü göreyim yalan söylüyorsam; ben şimdiye kadar annem ve Puran’ın evinden başka bir yere gitmedim. Bir gece sinemaya bile gitmedim. Ama bana inanıp inanmadığını bilmiyorum…”
“24 Temmuz, Perşembe (1952) … mektuplarında benden memnun olduğunu yazıyorsun. Ben de hep senin görüşlerine dikkat etmek istiyorum ama sen de beni fazla kısıtlamamayı düşünmelisin. Çünkü benim özgürlüğe ihtiyacım olmasa dahi, bu özgürlük fikri bana karakter verir, bana yardım eder ve bana şevk verir…. Perviz ben seni seviyorum ve hayatımı seninle sürdürmeyi çok çok istiyorum. Ben biliyorum; senden ayrılırsam senin aşkının ve sevginin anısı ömrümün sonuna kadar bana acı verecek. Ama ne yapabilirim. Senin insafın olsun, ben de elimden geldiğince senin emirlerini yerine getireceğim. Sohan Dergisi beni çağırdı, ben gitmedim. Daneşveran grubu, daha önce yazdığım gibi burada çeşitli vesilelerle beni görmeye çalışıyorlar, faka ben senin için ve sonra nasılsa her şeye ulaşacağım diye özür diliyorum onlardan. Kitabımın parası için Emir Kebir birkaç gün önce telif hakkı için telefon etti. Gittim. 1200 cilt kitap için 720 Tuman verdiler . Bunun 600 Tumanını hemen bankaya yatırdım. 50 Tumanlık kitap aldım. 5 cilt kitabı da tanesini 5 Tumandan yani 1 Tuman indirimli olarak aldım. Bir tane Veys ve Ramin aldım 15 Tuman, bir tane Sadi’nin Gülistan’ını 15 Tumana adlım. Kalan 70 Tumana da kendim için bir şeyler aldım…”
“26 Temmuz, cumartesi (1952)
Sevgili Perviz, ben bugün Puran’lardan yeni geldim eve. Puran’ın ağır hasta olduğunu sana yazmıştım. Yalnız olduğu için ve yardıma ihtiyacı olduğu için ben mecburen oraya gittim. Sen bana oraya pek gitmememi ve geceyi orada kalmamamı söylemiştin; fakat sevgili Perviz bu çok istisnai bir durumdu…. Ben de senin mektubunda en azından seni seviyorum cümlesini üç kez bulabilirim. Sen sadece benim yaptıklarımı görüyorsun. Şayet bu kötüyse herkes için kötüdür. İşin kötüsü şu ki, sen her şeye, aşka bile, 28 yaşındaki bir erkek gibi bakıyorsun ve benden de bir gecede yüz yıllık yolu aşmamı bekliyorsun. Ben akıllı kız olmayı istiyorum ve bu yaşıma göre davranışlarımın iyi ve senin isteğine göre olsun istiyorum. Birisi bana çocuksun dediğinde sinirleniyorum ama sen de kabul et ki ben 28 yaşındaki bir kadın kadar ihtiyar olamam ve tecrübem olamaz. Benim yaptıklarım yaşıma uygundur… beni yargılayacaksın öncelikle benim gençlik neşemi ve sıcaklığımı, gururumu ve hassasiyetimi -ki hepsi gençliğe mahsustur- göz önünde bulundur, sonra kötü bir karının olduğunu söyle.”
“30 Temmuz (??)… ben seni bir çocuğun annesini sevdiği gibi seviyorum. Yalnızlık benim ruhumu kemiriyor, düşüncemi çürütüp yıpratıyor. Bütün rahatsızlıklarım benim yalnızlıktandır… Bu mektubu yazarken ağlıyorum. Neden ağladığımı da bilmiyorum. Hep böyledir. Normal güncel sözlerimi de söylemek istediğimde hıçkırık yakalıyor. Mutlaka bana acı veren bir neden vardır; ama kendim anlamıyorum. Kendi tuhaf hallerimin nedenini anlamıyorum… Pervizciğim, Tanrıya yemin olsun, Kami’nin ölüsünü göreyim ki senden başka kimseyi sevmiyorum ve senden başka kimse kalbimde yok…. Kim benim sana olan sevgimi inkar edebilir? Bazen deliriyorsam ve ipe sapa gelmeyen laflar ediyorsam beni affet. Sinirlerim çok yorgun ve yıpranmıştır. Dinlenmeye ve dinginliğe ihtiyacım var.”
Ve Perviz’in elimizdeki bir mektubunda şöyle okuyoruz:
“… mektubundan anladığım kadarıyla bir eve çıkmak istiyorsun. Bu konu bence doğru olmadığı gibi, Kami’yi de mutlaka senden daha da uzaklaştıracak. Çünkü ben asla Kami’nin senin güya kendin için oluşturmak istediğin öylesi bir çevrede bir saat bile yaşamasına karşıyım. Umarım benim bu tahminim de temelden yanlış ve kötümserlik yüzünden olsun… herneyse. Şayet benim tahminim yanlışsa ihtiyacın olan eşyanın listesini gönder ki derhal göndereyim…”
“3 Ağustos, Pazar (1952) … Benim kurallara, geleneklere, yasalara ve halkın düşünce ve inanışlarına karşı gelmeyi ne kadar sevdiğimi bilemezsin; ama benim ayaklarımda beni sınırlayan zincirler var. Benim ruhum, vücudum ve bütün davranışlarım anlamsız ve zayıf sosyal yasalar çerçevesinde mahpus kalmıştır ve ben sürekli, ne olursa olsun alışılagelmişliklerin bir adım ötesine geçmem gerektiğimi düşünüyorum. Ben bu sıkıcı ve kayıtlar ve kurallar dolu hayatı sevmiyorum… senin bu konuda ne düşündüğünü bilmiyorum; ama ben hep şaşırtıcı ve hadise dolu bir hayatı sevdim. Dünyayı yaya olarak dolaşmayı istediğimi söylersem belki bana gülersin. Ben sokaklarda, caddelerde aynı çocuklar gibi dans etmek istiyorum ben yasaları çiğnemek istiyorum. Belki benim günaha yatkın bir doğam olduğunu düşünüyorsun; ama değil. Ben şaşırtıcı işler yapmaktan tat alıyorum.
Ben bu “gerek” sözcüğünün hayattan çıkarılmasını istiyorum. Bunu yapman gerek, böyle giyinmen gerek, böyle yürümen gerek, böyle konuşman gerek, böyle gülmen gerek… ooof hep gerek gerek! Hepsi özgürlükleri yok ediyor ve sınırlama! Biliyorum beni yanıtlayacaklar: çünkü toplumsal yasalar başka türlü davranmana izin vermiyor. Başkalarına karşı davranırsan deli ya da muhtemelen hafifmeşrep ve hoppa derler. Bilmiyorum bu yasaları kim koydu? Hangi deli insanı bu acı dolu hayata mahkum etmiş. Ben şimdiye kadar bu konularda sana hiç söz etmedi; ama sen kendin anlamış olmalısın; çünkü ben bildiğin gibi, nasıl ki deli ve yabanıl bir aşktan, tuhaf ve sıra dışı, okşamalardan uzak ve şiddet dolu aşktan yanaysam aynı şekilde özgür ve kaygısız bir yaşamın delisiyim. Ben seninle böyle yaşamayı seviyorum ama aynı zamanda senin emirlerini de yerine getirmek istiyorum ne toplumsal yasları! …. Ben biliyorum ki sen benim aksime dingin bir hayattan yanasın; fakat bunu da söyleyebilirim sen de topluma ve çevrene baş eğmen gerektiği için sen de rahatsızsın…”
“10 Ağustos Cumartesi, (1952) …. Pervizciğim param olmadığı için ve Feramerz de hiçbir şekilde 40 Tumanımı (73 YTL) vermeye yanaşmadığı için… kitabı gönderemiyorum. Çünkü arabaya binmek için bile param yok…. Perviz’im çabuk gel, çünkü bunlar sürekli beni davet ediyorlar ben de sürekli atlatıyorum ve seni bekliyorum…. (Said Nefisi) diyordu ki Rusya’daki dünya edebiyatıyla ilgili bir konferansta İran’dan dört kişinin ismi geçmiş. Biri Tevelleli, diğeri Dr. Hamidi, biri Pervin Etesami biri de Furuğ Ferruhazad… işimde ilerledikçe ve bundan dolayı bazılarının rahatsız olduklarını gördükçe ne kadar sevindiğimi bilemezsin. Öyle bir yere gelmek istiyorum ki babam geçmişi anımsadığında kendinden utansın ve beni ailenin onur kaynağı olarak görsün…”
Bu yıllar, senin kendi kişisel sınırlı dünyanda ve seni çemberine alan kısır döngü içinde çırpınırken İran, tarihinin en çalkantılı yıllarını geçirmekte. Senin sonradan tanışacağın büyük aşkının da daha Marksizm-Leninzm’e sırt çevirmediği yıllarda üyesi olduğu Tudeh Partisi kapatılmış ve özgürlük mücadelesi yer altından yönetiliyordu. Ulusal Cephe lideri Musaddık petrolün millileştirilmesi için mücadele yürütüyor. Kocan Perviz’in çalıştığı Abadan şehrindeki petrol rafineri işçileri grevde. 22 Temmuz 1952’de Musaddık yanlıları hükümeti ele geçiriyor ve Şah İran’dan kaçıyor. Sen bu sorunlarla ilgilenmiyorsun. Senin burnunun dibinde cereyan eden ve toplumu alt üst eden toplumsal mücadeleyle ilgin yoktur. Sonra olacak. Çok sonra. Sen bu kez Perviz’le birlikte, Kami kucağında Ahvaz’dan Tahran’a dönüyorsun. Aynı günler, 1953 yılının yaz aylarının o sıcak günlerinde, CİA darbe yapıyor, Şah’ı geri getiriyor, Musaddık alaşağı edilip hapse atılıyor. Şah’ın ulusal ordu dediği askerleri halkı, tankları ve makineleriyle tarayıp geçiyor. Tahran’ın arklarında kan akıyor. İran’da karanlık bir baskı dönemi yeniden başlıyor. Sen de Perviz’in baskısına, onun bahanelerine, sana güvenmemesine, her şeyine sınır getirmesine, hatta şiirinden nefret ettiğini söylemesine dayanamıyorsun artık. Bunu ona Roma’dan yazdığın mektupta dile getiriyorsun.
Senin yıllar sonra karşılaşacağın büyük aşkının partisinin askeri koluna mensup subaylar gruplar halinde kurşuna dizilirken sen artık olmuyor diyorsun ve Perviz’den ayrılıyorsun. 26 Kasım 1955’dir. Sen şimdi 21 yaşındasın. Perviz’e karşı duyumsadığın ve büyük aşk diye sandığın duyguların darmadağın olmuş. Kalbin parçalanmıştır. Ama kendini özgür kıldığını sanıyorsun. Yanılıyorsun Furuğ. Özgür kalman için başka şeyler gerek. Sen bilmiyorsun ki daha ağır darbeler yoldadır.
Perviz’den ayrıldıktan sonra Ahmet Şamlu’nun karısı, Tusi Haeri’nin yanında kalıyorsun. Olmuyor. Birkaç ay sonra yeniden seni kapı dışı eden babanın evine, yine o odaya sığınıyorsun. Ruhun çok yorgun düşmüştür. Kimseye katlanamıyorsun. Kendine bile. Tekrar Rezai Ruh Hastalıkları Hastanesine yatıyorsun. Hastaneden çıkınca takma adla mecmualara kısa öykü yazarak geçimini sağlamaya uğraşıyorsun. Tutsak ikinci baskıya giriyor. Ardından Duvar adlı toplu şiir kitabın yayımlanıyor. Günah adlı şiirini bu kitaba koyuyorsun ve boşandığın Perviz Şapur’a ithaf ediyorsun.
günah işledim lezzet dolu bir günah
titreyen esrik bir tenin yanında
tanrım ne bileyim ne yaptım ben
o karanlık susku dolu zulada
o karanlık susku dolu zulada
baktım gözlerine gizemleriyle dolu
gözlerinin çaresiz isteklerinden
kalbim göğsümde çırpınıp durdu
o karanlık susku dolu zulada
yanında darmadağın oturdum
dudaklarıma heves döktü dudakları
deli kalbimin üzüncünden kurtuldum
aşkın öyküsünü okudum kulaklarına:
seni istiyorum ey benim cânânem!
ey bağrı can bağışlayan, seni
seni ey aşığım benim divânem!
kırmızı şarap camda oynadı
gözlerinde heves yalazlandı
yumuşak yatakta benim bedenim
göğsünde onun sarhoşça kıvrandı
günah işledim lezzet dolu bir günah
alevli yangılı bir kucakta
günah işledim kinci, sıcak
ve demirsi iki kol ortasında
Niye? Neden bu şiiri bu kitaba koyarak Perviz’e ithaf ettin? Kimse bu soruyu yanıtlamıyor. Çünkü bu senin ve sadece senin, sadece sana ait olan dünyanın sorusudur. Ama bu ithafla Perviz’e bir şey mi hatırlatmak istiyorsun? Yoksa intikam mı alıyorsun ondan? Onu insafın ve adaletin terazisiyle karşı karşıya mı bırakıyorsun? Hayır. Çünkü sen boşandıktan sonra de onu sevdiğini yazıyorsun.
“Sevgili Perviz; Mektubun iki üç gün önce elime geçti… Ben insanoğlunun bu gök kubbenin altında yeni bir şeyle karşılaştığına inanmıyorum. Yaşamın çekirdeğini rezalet oluşturmakta ve tekrarların tekerrürü. Benim asi ve avare ruhum için dünyanın hiçbir köşesinde sığınak ve dinginlik yoktur. Ben yaşamım geçsin istiyorum. Bu yükü biran evvel maksada götüreyim diye yaşıyorum… ruhumun yalnızlığını hiçbir şey telafi edemez. Boş bir kap gibidir ve bataklıkta mücevher peşindeyim. Perviz sana ne yazacağımı bilemiyorum. Keşke ben de başkaları gibi kendimi yaşamın rezaleti içinde kaybedebilseydim… Pervizciğim dayanmak kolay iş değil. Umutsuzluk bir köstebek gibi ruhumu toza dönüştürmekte; ama ben görünüşte ayaklarım üzerindeyim. Bazen gülüyor, bazen ağlıyorum; ama gerçek şu ki yorgunum. Kaçmak istiyorum. Bu sinir bozukluğuyla sonum ne olacak bilmiyorum. Sana yazmak istemediğim çok şeyler var. Perviz benim halim çok kötü. Buradan gitmesem delireceğim. İnan bak! Bugün caddede, öğlene yakın bir saatte tuhaf bir hal aldım. Büsbütün kendimden umudumu kesmeme yol açtı. Kimse benim derdimi anlayamaz. Herkes benim sağlıklı ve mutlu olduğumu sanıyor; ama ben kendim çok iyi hissediyorum ki her gün biraz daha erimekteyim. Bazen kendime boca oluyor, kendi içimde dağılıyor gibi oluyorum. Caddede yürürken, vücudum tozlaşarak çeperimden saçılmaya başlıyor… Bazen dine sığınmak düşüncesine kapılıyorum. Diyorum ki kendi içimde iman gücünü artırayım belki bu yolla biraz dinginliğe kavuşurum; ama çok iyi biliyorum ki kendimi aldatamam artık. Ruhum avarelik cehenneminde yanıyor ve umutsuzca onun küllerini seyrediyorum…”
“… Sen benim sözlerimden yoruluyorsun. Ben kendim de ne yazdığımı bilmiyorum…. Bilemiyorum. Goethe’nin, Dr. Faust’un diliyle dediği gibi, “uzun zamandır, yükseklikler ve alçaklıklar anlamını yitirmiştir.”… bir süre bu gürültüden uzaklaşırsam iyi gelir bana diye düşünüyorum. Sinirlerimin yıpranmasını nedeni çevremin baskısına karşı direnmemdir. Şayet caddede başım dönüyorsa, damarlarım çekiliyorsa, yere yığılıyorsam; bir tek nedeni var sinirsel ve ruhsal rahatsızlığım. Bu rahatsızlıkların tedavisi için ise öncelikle nedeni ortadan kaldırmalı. Ben 10 yıl da Rızai Hastanesinde yatsam ama sonra evde bu aşağılamalar, bu ruhsal parçalanmalar devam ederse asla iyileşmem. Ben, beni bakışları ve dilleriyle yaralayan ve eziyet eden insanlardan uzaklaşmalıyım. Gerçi Kami’yi görememek büyük bir acıysa da en azından sonrasında sürekli onunla olma umudum var… Birden bire başım dönüyor, gözlerim kararıyor ve sanki birisi bütün damarlarımı geriyor. İşte o zaman hiçbir şey algılayamıyorum. Sanki yaşamıyorum gibi oluyor. İki üç dakika sonra kendiliğinden iyileşiyor. Bu anlarda bana bir çeşit unutkanlık geliyor. Beynim bütün düşüncelerden boşalıyor. Sanki artık “Furuğ” değil. Sanki adsız bir insan oluyorum. Adını kaybeden bir insan.”
“… Bir hafta oldu Rızai Hastanesinden çıkalı. Fena sayılmam; ama geçmişe ait anılar canımı çok ama çok acıtıyor.geçmişimi unutursam o zaman iyi olduğumu söyleyebilirim…. Kitabım (Tutsak), ikinci baskıya giriyor. 3000 adet basacak. %15 alacağım. Bu parayla kış için kendime elbise alabilirim sanıyorum…. Yeni bir şiir söyledim; ama artık şiirden nefret ettiğini bildiğim için göndermiyorum…”
“… Ben 21 yaşımdayım; ama 60, 70 yaşındaki kadınlar kadar yaşlandım… Perviz yemin olsun ki bütün çılgınlığımla seni sevdim ve seviyorum. Belki gülümseyerek diyebilirsin; nasıl olur bir kadın bir erkeği seviyorken ona ihanet eder? Ama tüm bunlara rağmen seni sevdim…”
Evet! Sen 21 yaşındasın ama 60, 70 yıllık bir yaşlanmanın yorgunluğunu taşıyorsun. Ama yanılıyorsun. Sen –bil veya bilme, farkında ol ya da olma hiç önemli değil- yüzyılların mücadelesini sürdürüyorsun. Sen İran kadınının başkaldırışını gerçekleştiriyorsun. Sen boyunduruk kırmak istiyorsun. Sen aşık olduğun özgürlüğün ve defalarca söylediğin kadın ve erkek eşitliğinin mücadelesini veriyorsun. Ve bunu geleneklerin, diktatörlüklerin ve bodur fikirlerin egemen olduğu bir toplumda yapıyorsun. Kolay mı Furuğ?
niçin duracakmışım niçin?
kuşlar mavi yanları aramaya gitmişler
ufuk dikeydir
ufuk dikeydir ve devinim: fışkıran
ve ışıklı gezegenler
görüş sınırlarınca dönmedeler
ve yeryüzü yükseklikte yinelenmeye varmada
ve hava boşlukları
bağlantı oyuklarına dönüşmede
ve gündüz bir enlemdir
gazete kurdunun hayaline sığmayan….
bataklık ne olabilir
ne olabilir kokuşma böceklerinin yumurtlama yerinden başka?
morgun düşüncelerini şişmiş cesetler yazar (Yalnzı Sestir Kalan, Yeniden Doğuş)
10 Temmuz 1956 Salı, boşanıyorsun. Ahmed Şamlu’nun çevirdiği ve yönettiği Federico Garcia Lorca’nın Kanlı Düğün adlı oyununda onun eşi Tusi Haeri ile rol alıyorsun. Ama bu provalar kısa süre sonra parasızlık ve diğer sorunlar yüzünden yarıda kalıyor. İran’da kalmaya dayanamıyorsun. Yurt dışına gitmeye karar veriyorsun. Perviz’den yardım istiyorsun. 6 Temmuz 1956’da İtalya’ya ardından Emir Mesut ağabeyinin yanına Almanya’ya gidiyorsun. Evden ayrılırken baban karşında duruyor! İkinizin gözleri doluyor. Ama kucaklaşmıyorsunuz. Sen sadece Kami ve kardeşlerinle vedalaşıyorsun. Gözün arkada evini terk ediyorsun. Sen babana ne düşündüklerini bir yıl sonra Almanya’dan yazdığın mektupta dile getiriyorsun:
“Sevgili Babacığım… Size ne yazmam gerektiğini bilmiyorum. Ben iyiyim. Her zaman olduğu gibi… insan ne kadar daha az umarsa yaşamında bir o kadar daha rahattır. Şimdi, ben kendimi yaşamdan pek bir şey ummamaya alıştırmaktayım. Hep, neyse yine de iyidir, diyorum. Birçokları benim olduğum kadar bile mutlu değillerdir ve böylece daha az düşünür daha çok yaşıyırum. Emir de fena değil. Biz genellikle gündüzleri görüşüyoruz ve her zaman olduğu gibi konuşmalarımız, Tahran, çocuklar ve Anne Baba üzerinedir ve bu bizim günlerce üzerinde bıkmadan konuşabileceğimiz tek konudur. Biz, beraber olduğumuzda, bu anne babayı ve çocukları ne denli çok sevdiğimizi anlıyoruz ve onların hep bizim hayatımızda olmalarını ne kadar çok istiyoruz ve onların sevgilerini duyuyoruz. Ben yazın başlarında İran’a dönmeği tasarlıyordum, ancak Emir aynı fikirde değil ve burada onun yanında kalmamı ve onunla birlikte dönmemi istiyor. Daha tam karara varmış değilim. Kami’yi çok özlüyorum ama diğer yandan moralimin henüz iyi olmadığı düşüncesindeyim ve şimdilik yeterince güçlü ve normal değilim. Oraya dönersem yine aynı cehennem azabı yaşam başlayacaktır ve bazı şeylerin yükünü taşıyamayacağımdan korkuyorum…. Ben İtalya’da bulunduğum yedi ay zarfında İtalyanca’yı iyi öğrendim. Ben İtalyanca’dan iki şiir kitabı çevirdim ve şimdi Emir’in yardımı ile Almanca bir kitabı çevirmekteyim. Bana da bir gelir sağlasın diye birini çevirip basılması için Tahran’a gönderdim. Ben Avrupa’da bulunduğum on ay içinde yayınlatmak istediğim bir şiir kitabı yazdım. Şiir benim tanrımdır, işte ben şiiri bu denli seviyorum. Gecem, gündüzüm bunu düşünmekle geçiyor, kimsenin söylemediği yeni bir şiir, güzel bir şiir söyleyeyim diye. Kendimle baş başa olmadığım ve şiiri düşünmediğim günüm, anlamsız ve hiç sayılır. Belki şiir görünüşte beni mutlu kılamaz; ancak ben mutluluğu kendim için başka türlü yorumluyorum. Mutluluk benim için… güzel elbise iyi yaşam ve iyi yemek değil. Ben, ruhum memnun olduğu zaman mutluluk duyuyorum ve şiir benim ruhumu memnun ediyor. Şayet, insanların elde etmek için çırpındıkları bu güzellikleri bana verseler ve karşılığında şiir söyleme yeteneğini benden alsalar, intihar ederim. Siz benden vazgeçin, siz bırakın ben sizce mutsuz ve aylak olayım, ancak ben hiç bir zaman yaşamımdan yakınmayacağım. Tanrıya ve çocuğumun ölümü üstüne yemin ederim ki ben sizi çok seviyorum. Sizi düşünmek gözlerimi yaşartıyor. Ben kimi zaman düşünüyorum ve düşünmüşüm, neden tanrı beni böyle yarattı ve neden şiir adlı şeytanı içimde canlandırdı ki ben sizi memnun edemeyeyim ve hiç bir zaman sizin sevginizi alamayayım, ama bu benim suçum değildir. Benim, milyonlarca insanın kabullendikleri yaşam gibi sıradan bir yaşamı kabullenecek gücüm yoktur. Evlenmek niyetinde değilim. Ben yaşamım boyu hep ilerleyeyim ve toplumda seçkin bir kadın olayım istiyorum ve sizin, benim dediklerimi kabul etmeyeceğinizi sanmıyorum. Bana mektup yazın. Ben size iyi şeyler almak istiyorum ancak sizin ne sevdiğinizi bilemiyorum. Benim birazcık param var, onunla ilk kez babacığım için küçücük bir hediye almak istiyorum, ama siz bana neyi sevdiğinizi yazın. Sizi öpüyorum.”
İtalya’dayken Alex Ağababayan’ın yanında Farsça film dublajına katılıyorsun, boşandığın kocana yazacağın bir mektupta şöyle diyorsun: “Sevgili Perviz, ruhsal olarak kendimi daha iyi hissediyorum. Çünkü Tahran’ın gürültüsünden ve benimle seksen yıldır düşmanlarmış gibi davranan insanlardan uzaktayım. Burada daha şiir yazamadım… burada film dublajcılığına başlamak istiyordum. Pislik yuvası olduğunu görünce vazgeçtim…”
Sen Perviz Şapur’dan ayrıldıktan sonra da ona sevgi dolu mektuplar yazdın. Açık seçik yazdığın gibi birine yaslanmaya ihtiyaç duyuyordun. Çocuk Furuğ kimsesiz kalmak istemiyordu. Kimsesizlik onu paniklere sürüklüyordu. Yalnızlık seni çıldırtıyordu. Perviz’e yazdığın mektuplara bir bakalım. O “çocuksu aşk” dediğin hissi beslediğin kişiye neler yazmışsın!
“12 Ağustos, Roma (1956) … vitrinlerde çok güzel ve ucuz şeyler görünce ne olur biraz param olsaydı diyorum, sana ve Kami için bir şeyler alırdım ve size gönderirdim. Ama hemen kendi tuhaf ve garip durumum aklıma geliyor ve bir şey görmemek ve almamak için gözlerimi kapatıp hızla uzaklaşıyorum… Perviz, şimdi sanki senin kendi sözlerini sana anlatıyor gibiyim. Sanki senin yanında oturmuşum; sevdiğim ve öptüğüm gözlerinin çukuruna ve dudaklarına, yıkadığında dümdüz ve çok güzel olan saçlarına, anlarsan şişinirsin diye gizlice bakıyorum.”
“19 Ağustos… Perviz, sen hasta bir kadınla evlenmişsin. Ben mutluluğu seviyorum, ama bundan başka türlü de olamıyorum. Ben bu şekilde kendimi mutlu hissediyorum, senin düşündüğün biçimde değil… Ölmeyi arzuluyorum çünkü senin söylediğin ve bana addettiğin şey için yapılmadım… Ben sana karşı üstünlük taslamıyorum. Bundan böyle senin karşında susacağım. Benim, senin arkadaşlarınla selamlaştığımı söyleyebilirsin. Her yerde öyle olmadığı halde aptal ve salak bir karının olduğunu bağırabilirsin. Sen böylece beni kendine uzaklaştırıyorsun ve bana sırlarımı sana söylememi değil kendim için saklamamı öğretiyorsun… ben senin arkadaşını gördüğümü yazdım. Onunla selamlaşıp sohbet ettiğimi de yazdım mı ki kendini parçalıyorsun ve bana tehdit mektupları yazıyorsun. Perviz beni rahat bırak. Ben yaşamaya değmem; ama beş yıl çabalamadan sonra acaba bunu umut edebilir miyim? Biliyorum, delirmeye, çıldırmaya doğru gidiyorum. Bazen kendi yaptıklarıma öyle şaşıyorum ki! Sanki başka biri o işleri yapmış. Hatırlıyorum; sen bütün hayatını şimdi çürümüşlüğün ve fuhuşun merkezi olan bu İstanbul Caddesi’nde, Lalezar’da ve Nadiri’de geçirirdin ve ben evde oturur acı çekerdim. Ben sana 5 kez dışarı çıktım yazıyorsam yalan söylemiyorum. Bu da benim sabahtan akşama caddelerde sürttüğüm anlamına gelmez. Taksiyle gitmiş alacaklarımı almış, yine orada taksiye binip eve gelmişim. Ve sen şimdi bana evden dışarı çıkma diyorsun ve düşünmüyorsun ki ben bu duvar arasında hiçbir şey görmeden nasıl baş edebilirim… ben bir hata işlemiş değilim. Benim hakkımda istediğin gibi hüküm verebilirsin….”
Bir yıl sonra Almanya’ya geçiyorsun. Ağabeyin Emir Mesut ile birlikte Alman şairlerden Farsçaya çeviriler yapıyorsunuz. Bu şiirler yıllar sonra 1998’de yayımlanıyor. Ama senin aklın hep İran’da, büyük aşkların Kami’de, Şiir’de ve Perviz’de. Dayanamıyorsun oralara. Ağustos 1957 yılında İran’a geri geliyorsun. Bu kez geçimin için Avrupa yolculuğuna ait “sefername” dizisi yazıyorsun. Bu yazılar dönemin en önemli haftalık edebiyat dergilerinden Firdevsi’de yayımlanıyor. Sekiz sayıdan sonra bitmeden kesiliyor. Aldırmaz ve Kabus adlı kısa öykülerin birer hafta arayla aynı dergide yayımlanıyor.
Perviz’den ayrıldıktan sonra çocuğun birkaç gün sende kalıyor, birkaç gün Perviz’lerin evinde. Ama Duvar yayımlandıktan sonra aileleriniz kararını veriyor. Ardından yasalar son kararını bildiriyor ve seni ömür boyu Kami’yi görmekten mahrum ediyor. Perviz Şapur! Büyük güldürü yazarlığıyla, açık görüşlülüğüyle bilinen ve övünen Perviz, seni, bir anneyi ataerkil yasaların ona tanıdığı acımasız ve insanlık dışı yasayı sonuna kadar uygulayarak ve yasanın kendisine tanıdığı “hakkı” kullanıyor. Sen ölüp gidinceye kadar da oğlunu sana göstermeyecek.
Puran bir söyleşisinde senin kayınvaliden hakkında şöyle konuşacak yazacak: “Furuğ asla Perviz tarafından eziyet edilmedi; ama onun ailesi özellikle de Perviz’in annesi Furuğ’u ölümüne eziyet etti. Onlar öyle işler yaptılar ki Furuğ Kamiyar’ı asla göremedi. Kamiyar’ın da dağılmasına yol açtılar. Annesinin kötü kadın olduğunu söyleyip durdular ona. Hafta sonları benim kızlarımı alır dışarı götürürdü. Sonraları kızlarım bana anlattılar, eve döndüklerinde Furuğ onların ortasında uyur ve sabaha kadar gözyaşı dökermiş! Hatırlarım, birinde annemin evine gitmiştim. Yine ağlıyordu. Furuğ’un Avrupa’dan Kamiyar’a elbise getirdiğini; ama Perviz’in annesi elbiseleri sokağa onun yüzüne fırlattığını söyledi. Kamiyar’ın yeri asla dolmadı.”
Puran yanılıyor. Perviz seni çok eziyet etti. Onda senin yaşamını biçimlendiren cesaretin zerresi olsaydı o yasalara ve ailesinin tutsak olduğu geleneklerin aleyhine karşı durur ve seni çocuğundan ayırmazdı. Karı kocanın boşanması insanlığın gerektirdiği kurallardan boşanma anlamını taşımamalıydı Perviz için! Nitekim senin için taşımadı. Boşandıktan sonra Roma’dan Perviz’e yazdığın mektupta onlar için almak istediğin hediyelerin seni ne kadar heyecanlandırdığını yazıyorsun. Fakat bilmiyorsun ki İran’a dönerken alacağın hediyeler Tahran’ın o hakir sokağında, senin çocukluğunun geçtiği sokakta senin yüzüne fırlatılacak!
Tüm bu darbelere karşın şiirden kopmuyorsun ve 1958 yılında İsyan adlı toplu şiir kitabın çıktığında sen 23 yaşındasın. Yine yoğun eleştiriler, saldırılar başlıyor. Ama sen bu tarihte, bu ulusun edebiyat tarihinde kendine yer yarattığını biliyorsun artık. Kim ne derse desin; artık sen şair Furuğ Ferruhzad’sın. Bırak Perviz görmezden gelsin, baba utansın, kadın şaircikler kıskansınlar, erkek şaircikler burun kıvırsınlar. Sen büyük bedeller ödeyerek ve büyük acılar içinde İran edebiyatının sıradağlarını oluşturan ilk zirveye ulaşmışsın artık. Ama en uça ulaşman için daha çok var. Çok yaralanacaksın daha. Çok düşeceksin ve kalkacaksın. Ama açıkça söyleyeceksin: Yaralarım aşktandır, aşktandır, aşktan! Bunu sonraki şiir kitabında söyleyeceksin. Ama İsyan’da şeytanın isyankar yolunu seçtiğini “onların” yüzüne haykırıyorsun.
İsyan’dan sonra bir gün eve koşarak geliyorsun. Ablana heyecanla bir şeyler anlatıyorsun. Ablan Puran ilkin anlamıyor; ama sonra ne denli büyük bir yangının eşiğinde durduğunu fark ediyor: “Bir adamla tanıştım. Çok ilginç biri. Sıkı ve etkili biri. Çok ciddidir. Şimdiye kadar tanıştığım erkeklerden çok farklı. İlk kez birinden korkuyorum galiba. Ondan çekiniyorum. Çok sıkı biridir.” Bu adam İbrahim Gülistan’dır (Ebrahim Golestan). Şair Mehdi Ahavan Salis tanıştırmıştır sizi. Ahavan Gülistan Film stüdyolarında çalışıyor. Bu gün senin hayatının en önemli günü olduğunu bilmiyorsun belki. Belki de bu dönüm noktasının da kehaneti içinde, İran’ın önde gelen kısa öykü yazarı, sinemacısı, komünizmden yüz çevirmeden önceki Tudeh Partisi üyesi, evli, iki çocuk babası olduğunu bilmediğin bu “ciddi ve sıkı” adamla yani İbrahim ile tanıştığını Puran’a coşkuyla anlatıyorsun.
Eylül 1958 tarihinde Gülistan Film’in stüdyolarında öncelikle telefonlara bakmak üzere işe başlıyorsun. Kısa süre sonra kimliksiz filmleri arşivleme ve arşivi düzene sokma işini üstleniyorsun. Ardından film montaj tekniklerini öğrenmeye başlıyorsun. Daha bir yıl geçmeden İbrahim, edit ve montaj tekniğini öğrenip ilerletmen için seni İngiltere’ye gönderiyor. İngiltere’den dönünce Yangın adlı belgesel filmin montajında ve seslendirmesinde görev alıyorsun. Artık sinema senin hayatına girmiştir. Bir yandan şiir, bir yandan resim ve şimdi ise sinema. Panorama adlı filmin yapımında yönetmen yardımcısı ve montaj-edit sorumlususun. Yapımcılığını İbrahim’in üstlendiği bu filmin ortaya çıkması tam iki yıl alıyor.
1960 yılında Şahin Serkisiyan’ın yönettiği iki oyunda rol alıyorsun. Ancak her iki oyunda prova döneminde yarıda kalıyor. Hayatın artık hızla akıyor.
Şimdi 26 yaşına gelmişsin. Kanada Ulusal Film İdaresi tarafından sipariş edilen Gülistan’ın yönettiği Gelin İsteme adlı kısa filmde Tusi Haeri ile birlikte oyuncu olarak rol alıyorsun. Aynı zamanda iki epizottan oluşan Su ve Sıcaklık filminin ilk epizodunun yapımına katıldıktan sonra yeniden sinema eğitimi için İbrahim seni İngiltere’ye gönderiyor. Artık sürekli yolculuklarda olacaksın. Aynı yıl birkaç reklam filminde ve dublaj ve seslendirme işine katılıyorsun. Ardından Sadık Çubek’in Deniz Neden Fırtınalıdır? adlı eserinin Deniz adıyla çevrilen filminde oynuyorsun. Allan Penderi’nin yönettiği ve yapımcılığını İbrahim’in yaptığı Dalga ve Mercan ve Kaya adlı belgesel filmin yapımına katılıyorsun.
1962 yılında kendi sinemaya bakış açını anlatmak için fırsat doğuyor. Tebriz’e gidiyorsun ve bir belgesel filmin projesi üzerine çalışmaya karar veriyorsun. Sonunda Cüzamlılara Yardım Derneği’nin isteği ile Tebriz’in Baba Bağı Cüzamlılar Evi’nin öyküsünü anlatan 22 dakikalık belgesel bir filmin senaryosunu yazıp yöneterek adını dünyaya duyuyorsun: Ev Karadır. Bu filmde aslında büyük bir dramın içsel anatomisini çiziyorsun. Senin yaşama dair aşk dolu bakışın bu filmde de tecelli ediyor. Bütün yaraların, yoksunlukların, itilmiş ve tecrit edilmişliğin karanlık dünyasına rağmen, kara kömürün altından kıvılcım yükselten ateş gibi, senin yaşama ve insan aşkının ateşi insanın içini burkuyor. Sen bu filmde her söyleşinde sözünü ettiğin o soyut zeval sözcüğünü somut olarak görüyor ve gösteriyorsun. Ama her zevalin sonunda yeni bir başlangıç olduğunu da anımsatmayı ihmal etmiyorsun.
Ev Karadır’ı çekmek için yeniden Tebriz’in Baba Dağı Cüzamlılar Evine geldiğinde bu kez kameranın arkasındasın ve elinde yazdığın senaryo var. Filmin ilk saniyesinden itibaren, mutlak bir sessizlik yaratarak herkesin susmasını, seni dinlemesini sağlıyorsun. Kameranın yavaş yavaş odaklıyorsun. Kireçle sıvanmış beyaz bir duvarın rafına konan bir aynayı gösteriyorsun. Aynanın sol alt köşesinden yukarıya yükselen bir çiçek motifi var. Çiçek motifinin kenarından, biçimini yitirmiş bir kaşın kıyısına kayıyorsun. Aynanın önünde duran kadının sadece aynadaki iki kaşı ve gözleri bellidir. Kamera yaklaşınca ve aynanın yanındaki demlik görüş alanından çıkınca kadının cüzam yarasına daha yakalanmamış sol gözüne takılıyoruz ve o anda kadının burnunun olmadığını fark ediyoruz. Aynanın çiçek motifleri ve olmayan burun.
Bir çocuk sesi duyuluyor. Çocuk, elinde tuttuğu Farsça kitabı koyu Türkçe şiveyle okuyor: “Tanrım beni yarattığın için sana şükürler olsun! Bana yanan bir anne ve seven bir baba yarattığın için şükürler olsun.”
Bu kez başka bir çocuk görülüyor: “Sana şükürler olsun ki akan suları ve bol meyveli ağaçları yarattın!”
Aynı şiveyle başka bir çocuk: “Bana çalışmam için el verdiğin için sana şükürler olsun!”
Şimdi genç bir adam var karşımızda: “Dünyanın güzelliklerini göreyim diye verdiğin gözler için şükürler olsun sana!”
Başka bir çocuk: “Güzel müzikleri duyayım diye bana verdiğin kulaklar için şükürler olsun!”
Bir adam: “İstediğim yerlere gidebileyim diye bana verdiğin bacaklar için şükürler olsun!”
Ve şükürler… şükürler… olmayan kulaklar, gözler, burunlar…
Ve Furuğ, senin o hüzün dolu sesin duyuluyor:
“Bu cehennemde kimdir tanrım sana şükürler diyor? Cehennemde kimdir?”
Ve biçimini kaybetmiş yüzler, yüzler, yüzler, eller, bacaklar! Yalnız bir duvar, yalnız bir adam ve bir haftanın günlerini durmadan yineleyen bir kadın sesi. Ve bir kadın cüzamın kemirdiği parmaklarını gösterir gibi bir pencerenin çerçevesi içinde yanında sıska bir sardunya saksısı. Sayılan günler, kimsesiz pencereler, yoksul bardaklar, ayakkabılar, insanlar…
“Senin adını ey yücelerin yücesi şarkılayacağım, senin adını on telli utla çalacağım; çünkü o çok tuhaf ve korkunç yapılmıştır. Gizlide oluşuyorken ve biçimleniyorken kemiklerim senden saklı değildi…”
Çakılamayan bir çakmak, çevrilen uzun tespih, ve çocuksu bir elin desteğiyle uzaklara dalmış cüzamlı iki göz! Ve kargaların sesi ve sen:
“Senin defterinde benim bütün organlarım yazılmıştır ve senin gözlerin benim ceninimi görmüştür ey yücelerin yüzesi! Senin gözlerin benim ceninimi görmüştür!”
Cüzamlı bir müezzin ve cüzamlı bir imam! Ezan okunur ve namaz kılınır. Yemek için düdük çalınır ve bakır tepsiye konan pilav dolu taslar alınırken…
“Dedim keşke benim de güvercinler gibi kanatlarım olsaydı, uçsaydım ve bir dinginlik bulsaydım. Uzak bir yerlere gitseydim ve çölde yuva yapsaydım. Şiddetli fırtınalardan kaçsaydım sığınaklara, çünkü yeryüzünde zorluklar ve şirretler gördüm. Dünya boşunalığa gebe kalmıştır ve zulmü doğurmuştur. Senin gücünden nereye kaçarım, senin buradalığından nereye giderim? Sabah yelinin kanatlarını alsam ve denizin en ücra yerine konsam, senin ellerinin ağırlığı üzerimde olacak. Beni avare bir rüzgara oturtmuşsun. Ne korkunçtur senin yaptıkların! Ne korkunçtur senin yaptıkların!”
Bir amele ve el arabasına konan bir çocuk. Arabanın gıcırtısı, biçimini kaybetmiş yüzler, yüzler, yüzler!
“Kendi ruhumun acısından söz ediyorum, kendi ruhumun acısından söz ediyorum! Suskunken gün boyu süren naralarımda ruhum çürüyordu. Benim hayatımın rüzgar olduğunu anımsa! Çöllerin kaşıkçı balığı olmuşum, harabelerin baykuşu! Ve bir serçe gibi çatıda oturmuşum yalnız. Boca olmuş su gibiyim ve leşler gibiyim ve kirpiklerimde ölümün gölgesi var! Kirpiklerimde ölümün gölgesi var.”
Bir köpek, yavrusunu ağzına alarak yuvasına taşıyor, iki çınar yaprağı kirli su birikintisine düşüyor.
“Terk et beni, beni terk et! Çünkü günlerim nefes gibidir. Terk et beni dönüşü olmayan yere gitmeden önce, o zifiri karanlık ülkesine…”
Oynayan çocuklar… uçan beyaz güvercinler…
“Aaah tanrım! Yaptığın canı vahşi hayvanlara bırakma… benim hayatımın rüzgar olduğunu anımsa ve anımsa ki boşunalık zamanını benim payım kılmışsın. Ve çepeçevremde şenliğin şarkıları ve değirmenlerin sesi ve ışıkların aydınlığı mahvolmuştur. Ne mutlu şu anda ektiğini biçen ekincilere; elleri başakları koparmakta olan ekincilere…”
Pamuk hallaçlayan adamın hallaç sesi, pamuğu eğiren kadınlar, sakal tıraşı, taş oyunu…
“Gelin ve uzak bir çölde şarkı söyleyeni dinleyin, kollarını açan ve içini çekerek: Eyvahlar olsun bana! Çünkü ruhum irinlerimin ortasında bilinçsiz kalmıştır!’ diyeni dinleyin.
Bir çocuğun saçlarını tarayan başka bir çocuk…
“Ve sen ey kırmızıyla kuşanan ve altınlarla süslenen ve gözlerine sürme çeken gündüzün unutulmuşu! Kendine boşuna güzellik verdiğini anımsa! Uzak çöldeki şarkıdan dolayı ve seni küçük düşüren dostlarından dolayı…”
Ve zurna sesi, tef sesi… düğün başlıyor!
Top oynayan çocuklar, asasıyla ıssız bir patikada bize yaklaşan bir karartı… ve senin sesin aynı hasret dolu hüznü taşıyarak bize geliyor:
“Bize yazıklar olsun. Zira gündüz zeval bulup sona ermekte ve akşamın gölgeleri uzamakta ve bizim varlığımız, kuşlarla dolu kafesler gibi, tutsaklığın iniltileriyle dolup taşmakta. Aramızda ne zamana kadar süreceğini bilen biri yoktur… hasat mevsimi geçti ve yaz bitti ve biz kurtulmadık. Kanaryalar gibi ağlarız insaf için ve yoktur… aydınlığı bekleriz ve şimdi karanlıktır…”
Ve ders sınıfında Venüs yıldızını anlatan bir çocuk sesi. Öğretmen çocuklara soruyor: “Neden annemiz ve babamız için tanrıya şükretmeliyiz?”
Bir çocuk yanıtlıyor: “Ben bilmiyorum. Benim ne annem var ne babam!”
Öğretmen bir çocuğa soruyor: “Sen bize güzel olan birkaç şey say!”
Çocuk gülümsüyor: “Ay, güneş, çiçek, oyun!”
Bir çocuğa da, “Sen de birkaç çirkin şey say!” diyor öğretmen.
Yüzü yaralı çocuk diğerlerin gülüşleri arasında sayıyor: “El, ayak, baş!”
Öğretmen genç bir çocuğa, “İçinde Ev olan bir cümle yap!” diyor.
Kara tahtaya yazıyor: “Ev Karadır!”
“Ve sen sevginin soluğu seni coşturan nehir.. bize doğru ak! Bize doğru ak!”
1962 yıllının sonbaharında bu filmin çekimi bitince sen o sihirli dört sözcüğü söyleyen, “Ay, güneş, çiçek, oyun” diyen çocuğu yanına alıyorsun. Cüzamlı annesinden ve babasından izin alıyor ve evlatlık ediniyorsun. “Ay, güneş, çiçek, oyun” diyen Hüseyin Mensuri artık görmediğin Kami’nin hasretini azaltacak. Sonraları sen, o kadar koşturmaların ve işlerinin ortasında Hüseyin’in babasına mektup yazmayı da ihmal etmediğini bizde öğrenmiş olacağız. Ah Furuğ sen hep aşıktın. İnsana aşıktın. “Bu küçük caniler” dediğin insanlara, “bahtsız, zavallı, kurnaz ve çürümüş” dediğin insanlara!
Bir söyleşinde, cüzamlılarla ilgili soruyu şöyle yanıtlıyorsun: “Cüzamlıların güvenini kazandığım için çok sevinçliyim. Onlara iyi davranılmamış. Onları görmeye gidenler, sadece onların kusurlarını görmüş. Ama ben vallahi ki onların sofrasına oturdum. Yaralarına elimle dokundum. Cüzamın kemirdiği ayaklarına dokundum. Böylece onların güvenini kazandım. Onlarla vedalaştığımda bana dua ediyorlardı. Şimdi o günlerden tam bir yıl geçiyor ve onlardan bazıları bana mektup yazarak dilekçelerini Sağlık Bakanlığı’na iletmemi istiyorlar… onlar beni koruyucuları olarak görüyorlar.”
İbrahim Gülistan’a yazdığın bir mektupta şöyle diyorsun: “Aşk, aşksa, zaman aptalca bir sözdür!”
Senin ölümünden sonra evlatlık edindiğin Hüseyin’in babası bir mektupla birlikte ona gönderdiğin mektupları bir mecmuaya göndererek şöyle diyor: “Söylemeliyim ki geçen bu altı yıl zarfında Furuğ Hanım bana yüzden fazla mektup gönderdi. Maalesef sadece beş tanesi korunmuştur. Size gönderiyorum. Sizden acizane rica ediyorum mektupların üzerinden bir kopya aldıktan sonra bize iade edin. Bu mektuplar bu dünyada bizim için her şeyden daha değerlidir. Bu mektuplar, bütün dünya bizi küçük görüyorken kendi aziz canını insanların iyiliği için vakfeden birisine aittir.”
Ve senin mektubun: “22 Mayıs 1964, Sevgili Nur Muhammed Bey, size uzun süre mektup yazamadığım için üzgünüm. Umarım rahatsız olmamışsınız. Öyle meşgulüm ve işim başımdan öyle aşkındır ki nefes alamaya bile fırsatım olmuyor. Genellikle yolculuktayım. Tahran’a döndüğümde de işte çalışıyorum. Mektup yazmasam da siz merak etmemelisiniz. Herhalde bilmeniz gerekir ki ben hayatta olduğum sürece bir anne gibi Hüseyin’e bakacağım. O öyle keyifli ki bazen onu kıskanıyorum. Şu anda, bu mektubu yazarken o bahçede oyun oynuyor. İki arkadaşıyla top yunuyorlar… ilk okul üçü bitirdi. Dörde geçti. Karnesi çok iyi… boyu uzamış, koca delikanlı olmuş…”
O çocuk sana, çocukluğa ve diğer çocuklara ve kitaplara kavuşmuştur. O aya, güneşe, çiçeğe ve oyuna kavuşmuştur. Ama sen bilmiyorsun o çocuk, büyüyence Almanya’ya yerleşecek. Almanca’yı çok iyi öğrenecek ve senin şiirlerini en iyi o çevirecek Almanca’ya!
Bir yandan Ev Karadır filmin yapımıyla ilgilenirken bir yandan da Şahin Serkisian ile birlikte Bernard Shaw’ın Kutsal Jhon adlı oyununu çeviriyorsun. İbrahim Gülistan ile tanışman seni başka bir platforma taşımış ve oradan dünyayla tanışmışsın ve dünya seni tanımaya başlamıştır artık. 1963 yılına girerken Tutsak üçüncü baskı yapmıştır. Ocak ayında Peri Saberi’nin yönettiği Luigi Pirandello’nın Altı Kişi Yazarını Arıyor adlı oyununda rol alıyorsun. Bu arada Oberhausen Film Festivali’nden Ev Karadır, festival tarafından en iyi film seçildiği haberi sana ulaşıyor. Cannes Film Festivali de aynı kararı alıyor; ancak İbrahim, filmi festivalden çektiği için unvanı düşürüyor.
Gülistan Film’in kameramanı Emir Kerari, İbrahim Gülistan ile ilişkinizi şöyle anlatıyor:
“Onların iş yerindeki ilişkileri karşılıklı saygıya dayalıydı. Sürekli Furuğ Hanım ve Gülistan Bey olarak çağırırlardı birbirlerini. Bizim gördüğümüz kadarıyla onların arsındaki derin ilişki, o derin aşk ve coşku sadece sanattan kaynaklanıyordu. Sanat onları bir birlerine bağlamıştı.”
Sen zihinsel ve ruhsal olarak yeniden doğmuşsun. O, iki çocuk babası olmasına rağmen, Puran’ın dediğine göre, ilerleyen zaman içinde sana defalarca evlenme teklif ediyor, hatta evlenme dairesine kadar seni götürüyor: “Furuğ Gülistan’a olan aşkından dolayı çok acılara katlandı. Ama asla Bayan Gülistan’ın yerine geçmek istemedi… o Gülistan’ı ölesiye seviyordu. Bayan Gülistan, çok düşünceli ve sevecen bir hanım olmasına karşın ve Furuğ’un varlığını kocasının hayatında kabullenmesine karşın, birçok kez Furuğ’u kırmıştı. Furuğ bu aşktan ve sevdadan umutsuz ve üzgündü. Gülistan’ın kızı, Furuğ’u eziyet etmek için elinden geleni esirgemiyordu. Furuğ, Gülistan’ın oğlunu ve kızını çok severdi. Bir gün bana dedi ki, ‘Abla, ben onları çok seviyorum ama kız benden nefret ediyor.’
Gülistan’ın oğlu Kaveh şöyle anlatıyor: ‘On, on iki yaşlarındaydım. Furuğ bize gelir giderdi… benim için çok ilginçti. Bayan Furuğ genç bir kadındı, bir tane de şık, gök mavisi renginde, tavanı açılan Alfa Romeo arabası vardı. Bu benim için özgür bir insanın simgesiydi… ne zaman fırsatı olsa, beni arabasına alır Şimran Caddesi’nde gezdirirdi. Beni çok etkilerdi… bilemiyorum niye, ama onun yanında kendimi hep özgür hissederdim. Ondan gelen dalgalar, özgür bir insana ait dalgalardı.”
Ama bir gün ablan Gülistan Film Stüdyosu’na geldiğinde seni ağlarken buluyor ve gördüklerini yıllar sonra bir söyleşi de anlatıyor:
“Gülistan o günler Avrupa yolculuğundaydı. Furuğ’u çok rahatsız ve ağlarken buldum. Gözleri kızarmış, şişmişti. Nedenini ısrarla sorunca bana ‘Gülistan’ın çekmecelerinde bir şey arıyordum,’ dedi, ‘Onun el yazısıyla bir mektup gözüme çarptı. Eşine hitaben yazmış. Yaşamında sadece onun önemi olduğunu yazıyor. Beni eğlence ve meşguliyet olsun diye istediğini, onun hayatında asla önemli olmadığımı yazıyor. Karısına, bu kadının benim için en ufak bir değeri yoktur, yazıyor. Önemli olan sensin; benim eşim ve çocuklarımın annesi!’ Furuğ hüngür hüngür ağlıyordu. Bana, Gülistan döner dönmez ondan ayrılacağını söyledi. Ama Gülistan gelince ondan ayrılmadığı gibi, aralarında daha derin bir ilişki başladı. Demek onları yazmak için en azından Furuğ’u ikna edecek sebepleri varmış. Furuğ, Gülistan ile birlikteliğini sürdürdü. Ama birinde onun aşkı ve çektirdiği sıkıntılar yüzünden intihar etti. Bir kutu Gardinal hapı yuttu. Günbatımına doğru hizmetçisi fark etmiş. Elburz Hastanesi’ne kaldırmışlar. Ben hastaneye gittiğimde Furuğ komadaydı. Sonraları bu intiharın sebebini ne kadar sorduysam da asla yanıtlamadı. Ama hizmetçisinin dediğine göre o gün Gülistan, Furuğ’un evine gelmiş ve aralarında çok şiddetli bir kavga olmuş ve ardından Furuğ hapları içmiş.”
Doğru mu? Sen İbrahim’in yüzünden mi intihara teşebbüs ettin? Hayır. Bu doğru değil. Çünkü yıllar önce de, İbrahim’i tanımadan önce de intihara teşebbüs etmiştin. Perviz Şapur’a yazmıştın: “Senden sonra hayatın benim için bir değeri yok. O defa da yalan söylediğimi sanmıştın. Fakat böyle değildi Perviz! Ben söylediğimi yaptım; fakat tanrı benim ölmemi istemedi!… (23 Ağustos)
Bu kez de kurtarılıyorsun. İyi de ki yeniden hayata dönüyorsun. Mart 1963 yılında Yeniden Doğuş adlı toplu şiir kitabını yayımlıyorsun. Yeniden Doğuş bir bomba gibi İran’ın edebiyat dünyasına düştü. Adın şiir severlerin zihinlerine sonsuza kadar kazındı. Bu kitaptaki yeni şiirlerin yayımlandıktan sonra pusuya yatan ve edebiyatçı olarak geçinen lümpenler sana bu kez çok daha ciddi bir şekilde saldırıyorlar. Sen bir kadın olarak, şair bir kadın olarak, aşık ve şair bir kadın olarak kabul edilemezdin. Sen o erkeklerden izin almadan nasıl olur başka bir erkeğe aşık olabilirsin? Bu bayların dışında bir erkeğe, “senin seçtiğin erkeğine” olan aşkını nasıl dile getirirsin. Onlar onlarca yıldır yapamadıklarını tek başına bu ülkenin edebiyat tarihine yazarsın! O çok önemli dergi sana “Fahişe Furuğ…” diye yazıyor ve bir hafta sonra öldüğünde “Şehit şair Furuğ” diye başlık atıyorlar. Evet tiksindiricidir Furuğ! Senin tiksindiğin gibi onlardan tiksiniyoruz ve senin yaşamınla ve ölümünle utanmazlığın, arsızlığın ve ikiyüzlülüğün de sınırsız oluşunu bir kez daha utanarak yaşıyoruz. Sen olmadan. İbrahim, seninle ilgili soruları hep yanıtsız bıraktı. Sadece kaçamak yanıtlar. Birinde senin dünya görüşünün ve bakışının değişmesine, şiirsel sıçrayışına yol açtığı ve Yeniden Doğuş’taki başarının altında kendisinin olduğu bağlamındaki soruya İbrahim Gülistan şöyle yanıtlıyor: “Ben bu kadar güçlü olsaydım önce kendimi adam ederdim!”
Yeni Doğuş, sadece senin ve şiirinin yeniden doğuşun değildi, o aynı zamanda Nima Yuşic ile başlayan şiir akımının yeni bir düzeyde ve yeni bir sesle yeniden doğuşuydu. İran kadın şiirinin Pervin Etesami’den sonra yeniden doğuşuydu. Büyük oyun yazarı Dr. Gulamhüseyin Saidi bu kitaptan sonra seninle gerçekleştirdiği söyleşi sırasında ilginç diyaloglar geçiyor aranızda:
“Gulamhüseyin Saidi: Neden şiir söylüyorsun? Şiirde ne arıyorsun?
Furuğ: Bu “neden” sözcüğü şiirle hiç uyuşmaz. Ben neden şiir söylediğimi açıklayamam. Sanırım nedeni –ya da en azından bir nedeni- sanatla uğraşan herkes gibi zeval olmanın karşısında bir çeşit bilinçaltı direnmektir. Onlar, yaşamı daha çok seven ve anlayan insanlardır ve aynı şekilde ölümü anlayan… şiir benim için bir yoldaştır; ona geldiğimde kolayca içimi ona açabiliyorum. Beni bütünleştiren diğer yarımdır. Canımı acıtmadan beni memnun eder. … şiir benim için, ona doğru gittiğim zaman kendiliğinden açılan bir penceredir. Orada otururum, bakarım, şarkı söylerim, bağırırm, ağlarım, ağaçların yansımalarıyla karışırım ve bilirim pencerenin öte yanında bir hava var ve birisi duyuyor; şayet 200 yıl sonra var olacak birisi ya da 300 yıl önce var olmuş olan biri –fark etmez- var olmakla, daha geniş anlamıyla varlıkla ilintilenmek için bir araçtır… ben şiirimde bir şeyi aramıyorum, şiirimde kendimi buluyorum. Ama başkalarının şiirinde ya da genel olarak şiirde… biliyor musunuz, bazı şiirler açık kapılara benzer; ne bu yanında ne öte yanında bir şey var. Kağıda yazık! Ama nihayet bazı şiirler kapalı kapıya benzerler açtığında aldandığını fark edersin. Açmaya değmezmiş. Öte tarafın boşluğunun dehşeti, bu yanın doluluğunu telafi etmez. İşin aslı “öte taraftır”. Bu tür işlerin de adı var tabii. Sihirbazlık, hokkabazlık ya da tatsız bir şaka. Ama bazı şiirler var ki temelde ne kapıdır ne de açıktır. Çerçevesi bile yok! Bir cadde gibidir. Kısa ya da uzun. Fark etmez. İnsan durmadan gider, gider ve döner; ama yorulmaz. Şayet duraklarsan, bir şeyleri görmek içindir. Önceki geçişlerinde gözünden kaçan şeyleri. İnsan bu şiirlerde yıllarca duraklayabilir ve hâlâ yeni şeyler bulabilir.
….
G.S: ortaya attığınız meseleler sizin ilk şiirlerinizin birçoğunu yadsır. Yeniden Doğuş’taki ilk şiirleri de. Sırf özel ve duygusal olanları
F.F.: Bu dediklerim biraz da kendimedir. Ben kendimi başkalarından daha çok eleştiririm. Tabii ki benim birçok şiirim saçma sapandır. Ama şiirin içeriği için belirlenmiş bir formül vermek de olmaz… mesele şairin bakışıdır…”
Bu söyleşi sırasında önemli şeyler söylüyorsun: “Hayır, kapalı kapılar ardına sığınmak ve içe bakmayı bu koşullarda kabul etmiyorum. Ben diyorum ki insanın soyut dünyası gidip dolaşmak ve görmek ve kendi dünyasını sürekli görmek sonucunda olmalı. İnsan görmek ve seçmek için bakmalıdır… Nihayet şiir yaşamdan kaynaklanır. Güzel olan ve gelişen her şey yaşamın neticesinde olur. Kaçmamalı ve yadsımamalı. Gidip tecrübe etmeli. En çirkin ve en acı anlarını da. Tabii şaşkın bir çocuk gibi değil; bilinçli ve hoş olmayanlarla karşılaşma olasılığıyla… Ey Şanlı Vatan şiirindeki “ben” toplumun ta kendisidir. Ciddi sözlerini bağırarak söyleyemiyorsa en azından şakayla ve alay ederek söyleyebilir. Bu şiirde ben bir avuç hoyrat, kokmuş ve aptalca sorunlarla karşı karşıyaydım. Bütün şiirler parfüm kokmaz ki! Bırakın bazıları da öyle gayri şairane olsun ki birisi kalkıp onu sevgilisine yazıvermesin. Bana ne! Söyleyin bu şiirin yanından geçerken burnunu tıkasınlar. Bu şiirin kendine özgü bir dili var. Ben sidik kokan bir sokak hakkında konuşmak isterken parfüm adlarını listesini önüme alıp en hoş kokulusunu seçerek bu sidik kokusunu betimleyemem ki! Bu hokkabazlık, kandırmaca olur. Öncelikle insanın kendisini, sonra da başkalarını kandırmak olur!… ben filozof değilim ki. Ben insanım ve zayıfım. Bazen de zaaflarıma teslim oluyorum. Olmasam güç kazanamam ki!.. şayet aşktan ve yaşamdan biçimlenmiş algılarım ve beklentilerim olmasa şeyler arasındaki farklılıkları göremem. Benden şiirlerimin manasını sormayın!”
Ev Karadır filminden sonra adın uluslararası sanat çevrelerinde duyulmaya başlanıyor. UNESCO senin yaşamın ve sanatın hakkında yarım saatlik film yapıyor, Bernardo Bertolucci İran’a gelerek seninle söyleşi yapıyor ve yaşamın hakkında 15 dakikalık film yapar.
Sen senaryo yazma işini de ciddiye alıyorsun. Ev Karadır’ın ardından İran kadınlarının durumu üzerine bir senaryo yazıyorsun. Feridun’a yazdığın mektubunda elindeki bir senaryonun 1000 sayfayı aştığını yazıyorsun. Eleştirmenlerin dikkatini çeken İbrahim Gülistan’ın çevirdiği Kerpiç ve Ayna adlı filmde, Perviz Fennizade, Cemşit Meşayehi gibi usta oyuncularla birlikte oyuncu olarak rol alıyorsun. Areş edebiyat dergisi Ağustos ayı sayısını sana ayırır. Sen yeniden İtalya ve Almanya’ya gidiyorsun. Özgülükler için toplumsal mücadeleye yüz tutarken birkaç kez tutuklanıyorsun. Bir yoğun yaşam temposu içinde Ahmed Rıza Ahmedi ve Yedullah Royai ile ortak birkaç şiir etkinliğine katılıyorsun. Bir yıl sonrasında İbrahim’in yönettiği Harman ve Tohum adlı belgeselin editörlüğünü üstleniyorsun. Aynı yıl, İbrahim ile birlikte Hazar kıyısına yolculuk sırasında araba kazası geçiriyorsunuz. İbrahim yaralanıyor. Sen müthiş etkileniyorsun. Puran’a “Ona bir şey olsaydı kendimi öldürürdüm,” diyorsun; ama ona bir şey olmadan sen ikinci kez hap içerek intihara teşebbüs ediyorsun. Hastaneden çıktıktan sonra resim yapma işine daha fazla zaman ayırıyor. Sohrap Sepehri ile çalışmalara başlıyorsun. Senin Sohrap’la yakınlığın iki sanatçının, iki şairin yakınlığıydı. Onun atölyesinde çalıştığı döneme ait, senden hatıra olarak şu anda Sepehri ailesinin elinde olan birkaç tablo kalıyor. Sen onun şiir dünyasına özel bir ilgi gösteriyorsun. Ama Sohrap bu yakınlık sonrasında, sanal alemindeki kadın imajını somut, ayakları yere basan bir kadın imajını yaratma ve yaşama dönemine giriyor.
Puran’ın yazdıklarına bakılırsa, Sohrap ilk kez her zamanki korkularından ve kuşkularından uzak, hep görmeyi arzuladığı bir gerçekle karşı karşıya kalır. “Su kadar duru bir kadının hakikati; dünyaya biricik gelen ve diğerlerine bircik olmayı öğreten bir kadın. Bir kadın ki kendisiyle barışıktı, korkmazdı kendinden, kendine inanırdı. Düşündüğünü ise şiir olarak ifade eder ve onu yüksek sesle okur ve başkalarının hükümlerinden çekinmezdi. Bir kadın ki herkese içtenlikle güvenirdi. Ama çevresindeki dost görünümünde olanların onu sevdiklerini söylerken zihinlerinde urganı onun boynuna geçirenler oluğunu çok geç anladı. Sohrap, Büyük Mustefevi, Mehri Rahşa, Feride Fercam, Ahmed Rıza Ahmedi, Feridun Rehnuma, Celal Hüsrevşahi ve birkaç kişi dışında.”
Feride Fercam, o dönemdeki Sohrapla dostluğunuzu anlatırken, senin Sohrap’in şiirinden etkilendiğini de vurguluyor. Sen de Sohrap’ın bakış yönünü değiştiriyorsun. Ama onun kendi içinde sana karşı gerçekten neler beslendiğini asla öğrenemedik. Senden 7 yaş daha büyük olan Sohrap senden sonra uzun yaşamadı. On iki yıl sonra kansere yenik düştü ve bu sırrı kendisiyle götürdü.
Otuz yaşına geldiğinde bir söyleşide şöyle söylüyorsun: “Ben otuz yaşındayım ve otuz yaş bir kadın için kemal yaşıdır; ama benim şiirimin içeriği otuz yaşında değil. Daha gençtir. Bu en büyük eksikliktir. Bilinçli ve şuurlu yaşamak gerek. Ben karmaşa içindeydim. Doğru dürüst bir düşlünce sistemiyle eğitilmedim. Dağınık okudum ve bölük pörçük yaşadım ve sonuç ise işte budur; geç uyandım!”
1966 yılında Pessaro Film Festivali, Ev Karadır filmine özel mansiyon verdiğinde sen bu festivale katılmak üzere İtalya’ya gidiyorsun. Dört ay süreyle İtalya’da kalıyorsun. Aynı yıl bazı şiirlerin Almanya, İsveç ve İngiltere’de çevrilerek yayımlanıyor. Artık sen uluslararası düzeyde tanınan ve saygı uyandıran bir şairisin. Aynı yıl birkaç siyasi tutuklunun haklarını savunan bir mektup yazıyorsun ve Bernardo Bertolucci aracılığıyla yurtdışına gönderiyorsun. Bu haberin yurt dışındaki bazı gazetelerde yayımlanmasından sonra o siyasi tutuklular, Şah2ın idam mangalarının elinden kurtulurlar.
Şimdi yıl 1967’dir. Kar yağıyor. Şimran Caddesi’nin o tatlı yokuşundan geliyorsun. Siyah manton var üzerinde. Yakanı kaldırmışsın. Şair Rıza Beraheni sana rastlıyor. Sen bir süre daldığın noktadan geri gelemiyorsun. Aranızda kısa bir konuşma geçiyor. Ona İnanalım Soğuk Mevsimin Başlangıcına adlı şiirini düşündüğünü söylüyorsun. Bu adla yayımlanacak kitabını görmedin. O kitapta sadece 7 şiir yer alacak; ama senin İran şiirini derinden etkilerini perçinleyecektir. Sen Yeniden Doğuş kitabınla ve o kitapta İbrahim Gülistan’a ithaf ettiğin Yeniden Doğuş şiirinle İnanalım Soğuk Mevsimin Başlangıcına şiirinin müjdesini vermiştin zaten:
tüm varlığım benim, karanlık bir ayettir
seni, kendinde tekrarlayarak
çiçeklenmenin ve yeşermenin sonsuz seherine götürecek
ben bu ayette seni ah çektim, ah
ben bu ayette seni
ağaca ve suya ve ateşe aşıladım
yaşam belki
uzun bir caddedir, her gün filesiyle bir kadının geçtiği
yaşam belki
bir urgandır, bir adamın daldan kendini astığı
yaşam belki okuldan dönen bir çocuktur
yaşam belki, iki sevişme arası rehavetinde yakılan bir sigaradır
ya da birinin şaşkınca yoldan geçişişapkasını kaldırarak
başka bir yoldan geçene anlamsız gülümsemeyle “günaydın” diyen birinin
yaşam belki de o tıkalı andır
benim bakışımın, senin buğulu gözlerinde kendini paramparça yıktığı
ve benim ay ve karanlığın algısıyla birleştireceğim
bir duyumsama var bunda.
yalnızlık boyutlarındaki bir odada
aşk boyutlarındaki yüreğim
kendi mutluluğunun sade bahanelerini seyreder
saksılarda çiçeklerin güzelim yok oluşunu
ve senin bahçemizde diktiğin fidanı
ve bir pencere boyutlarında öten
kanarya ötüşlerini
ah…
budur benim payıma düşen
budur benim payıma düşen
benim payıma düşen
bir perde asılmasının benden aldığı gökyüzüdür
benim payıma düşen, terk edilmiş merdivenlerden inmektir
ve ulaşmaktır bir şeylere çürüyüşte ve gurbette
benim payıma düşen, anılar bahçesinde hüzünlü gezintidir
ve “ellerini seviyorum” diyen
sesin hüznünde ölmektir
ellerimi bahçeye dikiyorum
yeşereceğim, biliyorum, biliyorum, biliyorum
ve kırlangıçlar mürekkepli parmaklarımın çukurunda
yumurtlayacaklar
küpeler takacağım kulaklarıma
ikiz iki kızıl kirazdan
ve tırnaklarımı papatya çiçekyaprağıyla süsleyeceğim
bir sokak var orada
aynı karışık saçları, ince boyunları ve sıska bacaklarıyla
küçük bir kızın masum gülüşlerini düşünüyor;
bir gece
rüzgârın alıp götürdüğü.
bir sokak var benim yüreğimin
çocukluk mahallesinden çaldığı
zaman çizgisinde bir oylumun yolculuğu
ve bir oylumla gebe bırakmak zamanın kuru çizgisini
bilinçli bir imgenin oylumu
aynanın konukluğundan dönen
ve böylecedir
birisi ölür
ve birisi yaşar
hiçbir avcı,
çukura dökülen hor bir arkta inci avlamayacaktır
ben hüzünlü küçük bir periyi biliyorum
okyanusta yaşayan
ve yüreğini tahta bir kavalda
usul usul çalan
küçük hüzünlü bir peri
geceleri bir öpücükle ölen
ve sabahları bir öpücükle yeniden doğacak olan
13 şubat 1967 pazartesi günü. Yağmur yağıyor. İran İngiltere Kültürevi kütüphanesinde bir yazı üzerinde çalışıyorsun. Puran Ablan da ileride kitap okuyor. Kalkıp yanına gidiyorsun, elini omzuna koyuyorsun:
“Ben geldim. Oradayım. Çalışıyorum. Nasılsın, iyi misin?”
“Evet, iyiyim. Ne çalışıyorsun?”
“Jean d’Arc’in çevirisine çalışıyorum. Şimdilik allahaısmarladık.”
Yerine geçiyorsun. Bir, iki saat kadar sonra tekrar Puran’ın yanına gidiyorsun. Yaramaz bir çocuk gibi onun omzuna vuruyorsun: “Kalk gidelim! Ben annemlere gidiyorum.”
Puran gelmiyor. Öğleden sonra saat 3’te bir buluşması var. sen ısrar ediyorsun: “Arabam var. Bu yağmurda ne yapacaksın? Birlikte gidelim.” O gelmiyor. Sen her zamanki gibi ona, “Haydi ben gittim,” diyorsun ve gidiyorsun. Başında başörtün var. Saat üçe kadar annenin evinde kalıyorsun. Kapıda, annen seni yolcu ederken dudaklarının tuhaf soğu onun yüreğini titretiyor: “dudakları buz kesmişti. İçim dağıldı. İnsanların dudakları ölmeden önce soğurmuş. Ona, ‘Furuğ, anneciğim saçlarını tara! Böyle çıkma dışarı’ dedim. Bana ‘Bırak anne! Kime tarayacağım saçlarımı?’ dedi.” Arabaya biniyorsun. Direksiyona kendin geçiyorsun. Şoförüne, yan koltukta oturmasını söylüyorsun. Bilmiyorsun bu yaşlı adam nasıl yıllarca neden senin direksiyonda oturmana izin verdiği için pişmanlık gözyaşları dökecek: “Ben otursaydım böyle olmazdı. Stüdyoya gidiyordu. Bu bizim kısmetimiz değilmiş. Hiçbirimizin!”
sokakta rüzgâr esiyor
buysa yıkımın başlangıcıdır.
senin ellerinin yıkıldığı gün de rüzgâr esiyordu
24 T 1413 plakalı arabanla Derrus’taki Lokamnuldövle Caddesi’nden aşağı inerken, Golhek’teki Şehriyar İlkokulu öğrencilerini taşıyan arabayla karşı karşıya geliyorsun. Onlara çarpmamak için direksiyon kırıyorsun. Sen cip arabanın açılan kapısından dışarı fırlıyorsun. Başını refüje çarpıyorsun. Seni hemen Tecriş’teki Rıza Pehlevi Hastranesi’ne kaldırıyorlar ancak tıbbi müdahale gerçekleşmeden hayatını kaybediyorsun. Hayır, hayır. Hayatın sürüyor…
Cenazenin defnedilmesi için namaz kılınmalı. Mollalar cenaze namazını kılmıyorlar. Cenazen iki gün defnedilmeyi bekliyor. Böyle bir zamanda yaşadığım için utanıyorum Furuğ! Sonunda Mehrdad Samadi cenaze namazını kılıyor. 15 Şubat Çarşamba günü Zahirüldövle mezarlığında toprağa verilir. Sen toprağa emanet edilirken de kar yağıyordu.
ve bu benim
yalnız bir kadın
soğuk bir mevsimin eşiğinde,
başlangıcında yeryüzünün kirlenmiş varlığını anlamanın
ve gökyüzünün yalın ve hüzünlü umutsuzluğunun
ve bu beton ellerin güçsüzlüğünün
zaman geçti
zaman geçti ve saat dört kez çaldı
saat dört kez çaldı
bugün aralık ayının yirmi biridir
ben mevsimlerin gizini biliyorum
ve anların sözlerini anlıyorum
kurtarıcı mezarda uyumuştur
ve toprak, ağırlayan toprak,
dinginliğe bir belirtidir.
zaman akıp geçti ve saat dört kez çaldı
sokakta rüzgar esiyor
sokakta rüzgar esiyor
ve ben çiçeklerin çiftleşmesini düşünüyorum
cılız, kansız saplarıyla goncaları,
ve bu veremli yorgun zamanı
ve bir adam ıslak ağaçların yanından geçiyor
damarlarının mavi urganı
ölü yılanlar gibi boynunun iki yanından
yukarı süzülmüşler
ve allak bullak şakaklarında o kanlı heceyi
yineliyorlar
– selam
– selam
ve ben çiçeklerin çiftleşmesini düşünüyorum.
soğuk bir mevsimin eşiğinde
aynaların ağıtı topluluğunda
ve uçuk renkli deneyimlerin yaslı toplantısında
ve suskunluğun bilgisiyle döllenmiş bu günbatımında
böyle
sabırlı
ağır
başıboş
gitmekte olan o kimseye
nasıl dur emri verilebilir.
o adama nasıl diri olmadığı söylenebilir, hiçbir zaman diri olmadığı.
sokakta rüzgâr esiyor
inzivanın tekil kargaları
sıkıntının yaşlı bahçelerinde dönüyor
ve merdivenin
yüksekliği ne de hakirdir.
onlar bir yüreğin tüm saflığını
kendileriyle masallar sarayına götürdüler
ve şimdi artık
nasıl birisi dansa kalkacak
ve çocukluk saçlarını
akan sulara dökecek
ve sonunda koparıp kokladığı elmayı
ayakları altında ezecek?
sevgili, ey biricik sevgili
ne de çok karabulut var güneşin konukluğunu bekleyen
uçuş düşüncesinden bir yoldaydı sanki bir gün o kuş belirdi
esintinin şehvetinde soluyan o taze yapraklar
sanki yeşil hayal çizgilerindendi
sanki
pencerenin lekesiz belleğinde yanan o mor yalaz
masum lamba düşüncesinden başka bir şey değildi.
sokakta rüzgâr esiyor
buysa yıkımın başlangıcıdır.
senin ellerinin yıkıldığı gün de rüzgâr esiyordu
sevgili yıldızlar
kartondan yapılı ey sevgili yıldızlar
gökyüzünde yalan esmeye başlayınca
artık yenik peygamberlerin surelerine nasıl sığınılabilir?
biz binlerce bin yıllık ölüler gibi birbirimize varacağız ve o zaman
güneş cesetlerimizin boşa gitmişliğini yargılayacak.
ben üşüyorum
ben üşüyorum ve sanki hiçbir zaman ısınmayacağım
sevgili, ey biricik sevgili, “o şarap meğer kaç yıllıkmış?”
bak burada
zaman nasıl da ağır
ve balıklar nasıl da benim etimi kemiriyor
neden beni hep deniz diplerinde tutuyorsun?
ben üşüyorum ve sedef küpelerden nefret ediyorum
ben üşüyorum ve biliyorum
yabanıl bir gelinciğin tüm kızıl evhamından
birkaç damla kandan başka
hiçbir şey arda kalmayacak.
çizgileri bırakacağım
sayı saymasını da bırakacağım
ve sınırlı geometrik biçemler arasından
enginin duyumsal düzlemlerine sığınacağım
ben çıplağım, çıplağım, çıplak
sevgi sözcükleri arasındaki duraksamalar gibi çıplak
ve tüm yaralarım benim aşktandır
aşktan, aşktan, aşktan.
ben bu başıboş adayı
okyanusun devriminden geçirmişim
ve dağ patlamasından.
ve paramparça olmak o birleşik varlığın giziydi
en değersiz zerresinden güneş doğdu.
selam ey masum gece!
selam ey gece, ey çöl kurtlarının gözlerini
inanın ve güvenin kemiksi oyluklarına dönüştüren!
ve senin pınarının kıyısında, söğütlerin ruhları
baltaların sevecen ruhlarını kokluyorlar
ben düşüncelerin, sözlerin ve seslerin aldırmazlık dünyasından geliyorum
ve bu dünya yılan yuvasına benzerdir
ve bu dünya
öyle insanların adım sesleriyle doludur ki
seni öpüyorken
kafalarında seni asacakları urganı örüyorlar.
selam ey masum gece!
pencereyle görmek arasında
her zaman bir aralık var.
niçin bakmadım?
bir adamın ıslak ağaçların yanından geçtiği zamanki gibi…
niçin bakmadım?
annem o gece ağlamıştı sanırım
benim acıya ulaştığım ve dölün biçimlendiği gece
benim akasya başaklarına gelin olduğum gece
İsfahan’ın mavi fayans tınlamasıyla dolduğu gece
ve benim yarı yanım olan kimse, benim dölümün içine dönmüştü
ve ben onu aynada görüyordum
ayna gibi duru ve aydındı
ve ansızın çağırdı beni
ve ben akasya başaklarının gelini oldum.
annem o gece ağlamıştı sanırım.
bu tıkalı küçük pencereye nasıl da boş bir aydınlık uğradı
niçin bakmadım?
tüm mutluluk anları
senin ellerinin yıkılacağını
biliyorlardı
ve ben bakmadım
ta ki saatin penceresi
açıldı ve o üzgün kanarya dört kez öttü
dört kez öttü
ve ben o küçük kadınla karşılaştım
gözleri, simurgların boş yuvaları gibiydi
baldırlarının kımıltısında giderken sanki
benim görkemli düşümün kızlığını
kendisiyle götürüyordu gecenin yatağına.
acaba saçlarımı yeniden
rüzgarda tarayacak mıyım?
acaba bahçelere menekşe ekecek miyim?
ve sardunyaları
pencere ardındaki gökyüzüne koyacak mıyım?
dans edecek miyim yeniden bardaklar üstünde?
kapı zili acaba beni
yeniden sesin bekleyişine doğru götürecek mi?
“bitti artık” dedim anneme
“hep düşünmeden önce olur olanlar
“gazeteye başsağlığı ilanı vermeliyiz” dedim.
boş insan
güvenle dolu, boş insan
bak dişleri nasıl
çiğnerken marş söylüyor
ve gözleri nasıl
yırtıyor dikizlerken
ve o nasıl ıslak ağaçların yanından geçiyor
sabırlı,
ağır,
başıboş.
saat dörtte,
damarlarının mavi urganı
ölü yılanlar gibi iki yanından boynunun
yukarı süzülmüş oldukları an
ve allak bullak şakaklarında o kanlı heceyi
yineliyorken
– selam
– selam
sen o dört su lalesini
kokladın mı hiç?….
zaman geçti
zaman geçti ve gece akasyanın çıplak dallarına düştü
gece camların ardında kayıyor
ve soğuk diliyle
geçmiş günün artıklarını içine çekiyor.
ben nereden geliyorum?
ben nereden geliyorum?
böyle bulaşmışım gecenin kokusuna?
mezarının toprağı tazedir hâlâ
o iki genç yeşil elin mezarını söylüyorum…
ne de sevecendin ey sevgili, ey biricik sevgili!
ne de sevecendin yalan söylerken
ne de sevecendin aynaların gözkapaklarını kapatırken
ve avizeleri
tel saplarından koparırken
ve acımasız karanlıkta beni aşk otlaklarına götürürken
ta ki susuzluğun yangınının uzantısı o şaşkın buğu uyku çimenliğine otururdu
ve o karton yıldızlar
sonsuzun çevresine dönerlerdi.
sözü neden sesli söylediler?
bakışı neden görüşmenin evinde konuk ettiler
neden okşayışı
kız oğlan kız saçların arına götürdüler?
bak burada nasıl
sözle konuşanın
bakışla okşayanın
ve okşayışla ürkmekten dinenin canı,
sanı direklerinde
çarmıha gerilmiştir.
ve gerçeğin beş harfi olan
senin beş parmağının dalı
onun yanaklarında nasıl iz bırakmıştır!
suskunluk nedir, nedir, nedir ey biricik sevgili?
suskunluk nedir söylenmemiş sözlerden başka
ben susuyorum fakat serçelerin dili
doğa şöleninin akan sözcüklerinin yaşam dilidir
serçelerin dili yani; bahar. yaprak. bahar.
serçelerin dili yani; meltem. koku. meltem.
serçelerin dili fabrikada ölüyor.
bu kimdir, bu sonsuzluğun caddesi üstünde
tevhit anına doğru yürüyen
ve her zamanki saatini
matematiğin eksiltmeler ve ayırmalar mantığıyla kuran
bu kimdir bu, horozların ötüşünü
gündüzün yüreğinin başlangıcı diye bilmeyen
kahvaltı kokusu başlangıcı diye bilen
kimdir bu, başında aşk tacı taşıyan
ve gelinlik giysileri içinde çürüyen.
demek sonunda güneş
aynı zamanda
umutsuz kutuplarının ikisine birden ışımadı.
sen mavi fayans tınlamasından boşaldın.
…. ve ben öyle doluyum ki sesimin üzerinde namaz kılıyorlar…
mutlu cenazeler
üzgün cenazeler
suskun düşünür cenazeler
güler yüzlü, güzel giysili, obur cenazeler
belirli saatlerin duraklarında
ve geçici ışıkların kuşkulu zemininde
ve boşunalığın çürük meyvelerini satın alma şehvetinde…
ah,
kavşaklarda ne insanlar var olayları merak ediyorlar
ve bu, dur düdüklerinin sesi
zamanın dişlisi altında bir adamın ezilmesi
gerektiği, gerektiği, gerektiği bir anda
ıslak ağaçların yanından geçen adam…
ben nereden geliyorum?
“bitti artık” dedim anneme,
“hep düşünmeden önce olur olanlar
“gazeteye başsağlığı ilanı vermeliyiz” dedim.
selam sana ey yalnızlığın garipliği,
odayı sana bırakıyorum
kara bulutlar her zaman çünkü
arınmanın yeni ayetlerinin peygamberleridir
ve bir mumun şahadetinde
apaydın bir giz var onu
o sonuncu ve o en uzun yalaz iyi biliyor
inanalım
soğuk mevsimin başlangıcına inanalım
düş bahçelerinin yıkıntılarına inanalım
işsiz devrik oraklara
ve tutsak tanelere.
bak nasıl da kar yağıyor…
belki de gerçek o iki genç eldi, o iki genç el
durmadan yağan karın altında gömülmüş olan
ve bir dahaki yıl, bahar
pencerenin arkasındaki gökyüzüyle seviştiğinde
ve teninde fışkırdığında
uçarı yeşil saplı fıskiyeler,
çiçek açacak olan o iki genç el
sevgili, ey biricik sevgili
inanalım soğuk mevsimin başlangıcına.
[1] Bu makaleye aktarılan bütün metinler orijinal dillerinden Haşim Hüsrevşahi tarafından Türkçeye çevrilmiştir.
Reblogged this on Dinçer Yurttaş.