yazan: h.h.
Aylak Köpek toplu öykülerine dâhil olan, Şubat Devrimi (1979) sonrasında 2005’e kadar İran’da on üç kez baskı yapan ve o yıl, basımı yasaklanan Karanlık Oda öyküsü, birçok açıdan ve bizim şu anda tartışmakta olduğumuz konular bağlamında önemlidir. Bu öykü, Hidayet’in diğer kısa öyküleriyle ve özellikle de Kör Baykuş’la ilgili tartışmalar bağlamında da önemli ipuçları barındırır. Bu nedenle uzunca bir bölümünü aktarmakta yarar var:
Râvi[1] bir otobüs yolcusudur. Yolda, gece vakti başka bir adam daha biner otobüse: “Hunsar yolunda gece vakti arabamıza binen adam, koyu lacivert pardösüsüne iyice sarılmış ve geniş kenarlı melon şapkasını alnına kadar indirmişti. Sanki dış dünyayla ve insanlarla temastan korunmak ve onlardan ayrı kalmak istiyordu. Koltuğunda koluyla kolladığı bir paket vardı. Arabada birlikte olduğumuz yarım saat süresince o, şoförün ve diğer yolcuların konuşmalarına katılmadı. Bu nedenle çok zor ve çetin bir etki bırakmıştı. Ne zaman bir araba farı ya da dışarının aydınlığı arabamızın içini aydınlatsa ben gizlice bir göz atıyordum ona; beyaz ve soluk bir yüzü; uzun, yassı burnu vardı. Kirpikleri yorgun bir durumda aşağı sarkmıştı. Dudağının iki yanında, onun güçlü iradesini gösteren iki derin kıvrım görünüyordu. Başı sanki taştan yontulmuştu. Bazen sadece dilinin ucuyla dudaklarını yalıyor ve düşünceye dalıyordu.”
Yollar bozuk olduğundan otobüs yoluna devam etmez ve yolcular geceyi, yolculuğun ortasındaki bir kentte gecelemek zorunda kalırlar. Râvinin gidecek yeri yoktur. Pardösülü, şapkalı, modern teknolojiden nefret eden bu adam, râviyi gecelemesi için kendi evine ve evdeyken de kendi özel odasına davet eder. Râvi şöyle anlatır: “Abajurlu lambayı aldı; silindir biçiminde, tavanı ve duvarları hünnap, yerleri ise kırmızı kilimle kaplı olan dar ve karanlık koridordan geçtik. Başka bir kapıyı açtı. Oval oda biçimli bir boşluğa girdik; görünüşte geçtiğimiz koridora açılan kapıdan başka dışarıyla bir bağlantısı yoktu. Köşesizdi, geometrik çizgisi yoktu ve bütün duvarları, tavanı ve tabanı hünnap renkli kadifeyle kaplıydı. Havadaki ağır kokudan soluğum tıkandı. Lambayı masanın üzerine bıraktı ve kendisi odanın ortasındaki yatağa oturdu ve bana masa kenarındaki sandalyeyi gösterdi, oturdum. Masanın üzerinde bir bardak ve bir de sürahi vardı. Ben şaşırmış, etrafa bakınıyordum. Kesin bir delinin tuzağına düştüm diye düşündüm. Burası da onun her yanını kan kırmızısına boyadığı işkence odası olmalı. Cinayetleri açığa çıkmasın diye de dışarıyla en ufak bir ilintisi yok, insanın kurtulması için işine yarayacak ufacık bir delik bile yok. Ansızın başıma bir çomak indi inecek, diye bekliyordum ya da kapı kapanacak ve bu adam bıçakla ya da okla bana saldıracak diye.
Adam yumuşak bir tavırla sordu: “Odamı nasıl buldunuz?”
— Oda mı? Ben plastik bir torbada oturduğumu düşünüyorum!
O ne dediğime aldırmadan: “Benim yemeğim süttür. Siz süt alır mısınız?”
— Teşekkür ederim. Akşam yemeğimi yedim.
— Bir bardak süt iyi gider.
Bardağı ve sürahiyi önüme koydu. Canım çekmiyordu; ama mecburen kendim için bir bardak doldurdum. Sonra kendisi sütün kalan kısmını bardağa koyuyor ve çok yavaşça usul usul emiyor ve diliyle dudaklarını yalıyordu. Bazı anılarını arıyordu sanki. Gencin soluk benzi, düz, kısa burnu, dolgun dudakları, kızıl ışığın karşısında şehvet uyandırıcıydı. Üzerinde yeşil, kabarmış bir damarın göründüğü geniş alnı vardı. Hurma renkli saçları omuzlarına dökülmüştü. Kendi kendiyle konuşur gibiydi: ‘Ben asla başkalarının keyiflerine katılmadım. Hep zor bir duygu ya da bedbahtlık duygusu benim önümü kesmiştir. Yaşamın acısı, yaşamın sorunları… Çürümüş toplumun şerri, yeme içmenin ve kuşanmanın şerri, bunların hepsi de bizim gerçek varlığımızın uyanışını önlüyor. Bir zamanlar diğerlerinin aralarına karıştım, onları taklit etmeye çalıştım. Kendimle alay ettiğimi fark ettim. Onların keyif diye sandıklarının hepsini denedim. Başkalarının keyiflerinin benim işime yaramadığını gördüm. Her yerde ve her zaman yabancı olduğumu, diğer insanlarla hiçbir ilintim olmadığını duyumsadım. Ben kendimi onların istedikleri biçime sokamazdım. Hep kendi kendimle söylerdim, bir gün bu toplumdan kaçacağım ve uzak ıssız bir köye, kasabaya yerleşeceğim. Ama bu inzivaya çekilmeyi ün, şöhret aracı yapmak istemiyordum… Sonunda keyfime göre bir oda yapmaya karar verdim. Kendi içime olabileceğim bir yer, düşüncelerimin dağılmayacağı bir yer. Ben aslında tembel yaratılmışım. Çalışıp çabalamak boş insanların işidir. Kendi içlerindeki çukuru doldurmak içindir. Çalıların altından fırlamış beş parasız aç dilencilerin işidir çalışmak.
Sadık Hidayet’in çizdiklerinden
Ama benim babalarım –ki hepsinin de içi boştu-… Tembelliği bana miras bıraktılar. Ben atalarımla övünmüyorum. Başka yerlerdeki sınıfların olmadığı bu memlekette bu “-devle”ler ya da “-saltana”lar[2] iyi kazındığında iki üç kuşak ötesinde hırsız, eşkıya, ya da saray palyaçosu ya da sarraf oldukları görünür. Kaldı ki atalarımızı fazla kurcalarsak nihayet bir gorile ya da şempanzeye varırız… ama bir şey var o da şu ki ben çalışmak için yaratılmış değilim… Bu ortamda sadece bir grup hırsızın, utanmaz ve hasta aptalın yaşama hakkı var. Şayet hırsız, alçak, dalkavuk değilsen yaşama hakkının olmadığını söylerler. Benim taşıdığım acıları, bana miras olarak kalan ve belimi büken yükü onlar anlayamazlar. Babalarımın yorgunlukları var üzerimde ve ben geçmişe olan bu nostaljiyi kendi içimde duyumsuyordum. Bir kış hayvanı gibi kendi deliğime tıkanıp kalmayı istiyordum, kendi karanlığıma dalmayı ve kıvam bulmayı arzuluyordum. Karanlık odada fotoğrafın camda belirmesi gibi, insanın içindeki gizli ve yumuşacık olan şeyler, yaşamın koşuşturması, gürültü patırtısı ve aydınlığı içinde boğulur ölür, sadece karanlıkta ve sessizlikte görünür insana. Bu karanlık benim içimdeydi ve onu başımdan defetmeye boşuna uğraşmışım… şimdi anlıyorum benim en değerli parçam bu karanlık ve sessizlikmiş. Bu karanlık tüm yaratıkların içinde var. Sadece inzivada ve kendimize dönüşümüzde… bize görünmeye başlar. Ama insanlar hep bu karanlıktan ve inzivadan kaçmaya çalışıyorlar, kulaklarını ölümün sesine karşı tıkıyorlar. Ben aydınların parıltılı boş laflarından iğrenirim. Ben bu hayatın iğrenç ihtiyaçları için -ki hırsızların, kaçakçıların ve para düşkünü aptalların arzusuna göre yapılmış ve idare ediliyor- kişiliğimi kaybetmek istemiyorum. Sadece bu odada kendimle yaşayabiliyorum ve gücüm boşuna harcanmıyor. Bu karanlık ve kızıl aydınlık bana gereklidir. Arkamda penceresi olan odada oturamam. Düşüncelerimi toparlayamam, aydınlıktan da hoşlanmam… güneşte her şey tatsızlaşır sıradanlaşır… korku ve karanlık güzelliğin kaynağıdır… karanlıkta bütün kaybolan korkulan uyanır, insan karanlıkta uyur; ama duyar…’
Annesi
Râvi devam ediyor: “Bu uzun hitabeden sonra aniden sustu. Sanki bütün bu sözlerle kendini temize çıkarmak istemişti. Acaba bu adam, yaşamdan bıkmış usanmış bir zengin çocuğu muydu değilse tuhaf bir hastalığı mı vardı? Dudağının yanından geçen oyuk derinleşmiş ve daha sert bir hal almıştı. Alnının ortasındaki yeşil damar kabarmıştı. Başı mumla yapılmış gibiydi… dilini dudaklarında sürüyordu ve sanki söylediklerimi fark etmemiş ve başka bir dünyada geziniyormuş gibiydi: ‘…. Bütün varımı yoğumu nakit paraya çevirdim. Geldim burayı kendi keyfime göre yaptırdım. Bu kadife perdeleri kendim getirdim… Sadece sütle besleniyorum. Çünkü her durumda, yatar ya da oturur vaziyetteyken içebilirim; yemek yapmaya da gerek kalmaz. Cebimin deliği görünüp de başkalarına muhtaç olduğumda kendimle ahdettim; hayatıma son vereceğim… Bu, kendi odamda uyuyacağım ilk gecemdir. Arzularıma kavuşmuş mutlu bir insanım. Mutlu bir insan! Düşünmesi bile ne kadar güçtür. Ben asla düşünemezdim. Ama şimdi ben mutlu bir insanım,’ dedi ve sustu. Ben bu rahatsız edici sessizliği bozmak için, ‘Sizin aradığınız durum anne rahmindeki ceninin durumdur,’ dedim, ‘koşuşturmasız, çekişmesiz, dalkavukluk olmadan sıcak, yumuşak çeperin içinde kendi üzerinde kıvrılmış bir ceninin durumu. Annesinin kanını usul usul emer; bütün ihtiyaçları ve arzuları kendiliğinden karşılanır. Bu, her insanın içinde var olan cennet nostaljisidir de… insan kendiyle ve kendi içinde yaşar, belki de seçilmiş bir ölümdür bu?’… Bana alaycı bir bakış atarak ‘Siz yolcusunuz, yorgunsunuz, buyurun uyuyun!’ dedi… Kendi kendime ‘acaba deli, takıntılı biriyle mi karşı karşıyayım yoksa olağanüstü bir adamla mı?’ diye düşündüm… Öğlene iki saat kala ev sahibimle vedalaşmak için, namahrem biri ve kutsal bir tapınağa adım atar gibi, koridorun ağzına geldim. İtinayla kapıyı çaldım. Koridor karanlık ve sessizdi. Emekleyerek özel odaya girdim. Lamba masanın üzerinde yanıyordu. Ev sahibim aynı pijamayla, elini yüzüne kapatmış bacaklarını karnında toplamıştı. Anne rahmindeki çocuğa benzemiş ve yatağın üzerine düşmüştü. Yaklaşıp omzundan sarstım. Ama o aynı durumda donakalmıştı. Korkarak odadan çıktım ve terminale gittim. Arabayı kaçırmak istemiyordum. Acaba cebinin deliğini mi görmüştü? Uzun lafın kısası, bu adam belki de tek gerçek mutlu insandı; mutluluğunu kendisi için herzamanlığına korumak istemişti ve bu oda da onun ideal odaydı.”
Râvinin bize aktardıklarının önemli bir bölümü bu kadar. Hidayet’in anne ve baba tarafında önemli saray bürokratlarının, aristokrat aileler ve bu aile fertlerinin çoğunun isimlerinin sonunda -devle, -saltana -mülk gibi saray unvanları ve lakapları vardı. Sadık Hidayet’in annesinin, Büyük Muhbirülsaltana’nın kızı ve İtizatülmülk’ün torunu Azra Ziverülmülk, amcasının oğlunun ikinci Muhbirülsaltana olduğunu önceki bölümlerde anımsatmıştık. Ben bu açık gönderileri ele almayacağım. Ayrıca bu öyküde yer alan simgeler ve gönderiler yığının tümünü de irdelemeyeceğim. Sadece birkaçına değineceğim. Neden?
Nietzsche der ki: “Doğru yoktur, ne varsa yoksa yorumdur.” Biz bu öykünün hakikatini varsa da bulmaya çalışmayacağız. Sadece metnin kendi içindeki uyumlulukları ve karşıtlıkları metnin içinden dışarı çekerek öyküyü anlamaya çalışacağız. Niye bu öyküyü anlamalıyız? Neden, bu “anlama” için zaman ve emek harcamalıyız? Baştan bu konuya açıklık getirelim: Tevillerimizde ve yorumlarımızda gerçeklik, mantık ve sonuçlar aramayacağız. Buna rağmen bu çabanın, Hidayet öykücülüğünü anlamamıza bir nebze yardımcı olacağı kanısındayım. Ayrıca yazarın kurguladıkları ve metne dönüştürdükleri bize onun dışında -yazara bağımlı değilse de- onunla ilintili bir anlama alanı açacaktır da. Öyleyse öyküyü didikleyebiliriz.
Öykü bir yolculukla başlıyor. Daha doğrusu okur olarak biz, hareket ve geçiş başlamışken öyküye giriyoruz; gece vakti otobüse binen “geniş kenarlı melon şapkası alnına kadar” inmiş olan adamla birlikte. Otobüse binen, hurma renkli uzun saçlı, soluk yüzlü, uzun kirpikli, dudakları şehvet uyandıran genç bir erkektir. Öykünün başında, otobüsün nereden yola koyulduğu bilinmiyorsa da nereye gideceği bellidir; ama öykünün sonuna doğru durum değişiyor, râvi ve genç adamla birlikte hareket noktası belli; ancak maksadı belli olmayan bir yönde hareket ettiğimizi fark ediyoruz. Yolculuk süresince kimseyle konuşmadığına göre, râvi dışındaki yolcuların yeni yolcuyu fark ettikleri hakkında bir bilgimiz yok ve bu durum genç adamın varlığını baştan kuşkulu bir duruma sokmakta. Genç adamın “Çürümüş toplumun şerri, yeme içmenin ve kuşanmanın şerri, bunların hepsi de bizim gerçek varlığımızın uyanışını önlüyor,” diye başlayıp ve “bu inzivaya çekilmeyi ün, şöhret aracı yapmak istemiyordum.” diyerek bitirdiği kendisi hakkında anlattıkları, adeta Şems Tebrizi’nin irfanını anımsatmaktadır okura. Ancak babalarının sülalesinin şempanzelere kadar uzandığına inanan bir adamla da karşı karşıya olduğumuzu bildirmektedir.
Sadık Hidayet’in çizdiklerinden
Öykünün hemen başında genç adam, bir bakıma yazar ve râvi, adamın evine ve dahası özel olarak yaptırdığı odaya götürüyor okuru. Silindir biçiminde, sadece giriş kapısı olan, karanlık ve koyu kızıl renkli bir koridora sokuyor. Oradan bir kapıdan daha geçerek her yanı kan-kızıl, hünnap renkli, oval biçimli, geometrik çizgisi ve köşesi olmayan bir odaya giriliyor. Odanın bu girişinden başka bir kapısı, deliği, dışarıya açılma noktası yok. Odanın ortasında bir yatak vardır ve adam onun üzerine oturur. Konuşmalar bu odada geçiyor.
Şayet birisi, bir rüya görmüş olsaydı ve rüyasını Freud’a anlatmış olsaydı Freud bu rüyanın yorumunda ne derdi acaba? Rüya şu: “Rüyamda bir adam gördüm. Başında geniş kenarlı melon şapkası vardı. Başı taştan yontulmuş gibiydi. Adam beni, sadece bir tane giriş kapısı olan, silindir biçiminde, karanlık ve koyu kızıl renkli bir koridora soktu. Oradan bir kapıdan daha geçerek her yanı hünnap renkli, oval biçimli, geometrik çizgisi ve köşesi olmayan, ağır kokulu bir odaya…” Neyse…
Burası neresidir? Yazarın sonraki satırlarda işaret ettiklerini bir araya getirirsek koridorun bir kadın vajinası olduğu, ikinci kapıdan da geçerek dölyatağına girdikleri anlaşılmakta. Bu saptama, öykünün olduğu kadar bu irdelemenin de temelini oluşturmaktadır.
Bu adamı az da olsa tanıyabilmek için, bir anlığına bu öyküden çıkıp Kör Baykuş’un rivayetine girelim. Hayır. Bir pencere açalım iki metin arasında, Kör Baykuş’taki babalardan râviye miras kalan zehirli şarabın bulunduğu karanlık mahzenle, Karanlık Oda arasında küçücük bir delik…
Kör Baykuş’ta râvi, karanlık bir odadaki, babalarından kalma zehirli şarap kabını almak için tabureyi ayağının altına koyup rafa uzandığında, o karanlık mahzenin dışarıya açılan tek küçücük deliğinden bakıyor ve esiri kadını ve onun bakışını görüyor ve gördüklerini bize detaylı bir şekilde anlatıyor. Mahzendeki deliğin artık olmadığı, esiri kadının yatakta yattığı ve râvinin zehirli şarabı onun gırtlağına akıttığı zamandan önce, râvinin bakışı esiri kadının bakışını şöyle anlatıyor: “Doğaüstü ve esrik ışıltılı o çekik Türkmen gözler, beni hem korkutuyor hem kendine çekip emiyordu. Sanki kimsenin göremediği korkunç ve doğaüstü manzaralar görmüştü.” Karanlık Oda’da ise râvi, ev sahibinin karanlık odasında, uzun hurma renkli saçları omuzlarına dökülen, dolgun dudakları, kızıl ışığın karşısında şehvet uyandıran genç adamın bakışını “bazı anılarını arıyordu sanki” diye anlatıyor. Esiri kadın “başka bir dünyada geziniyor gibiydi” ama buradaki ev sahibi o dünyayı arıyordu adeta.
Esiri kadın neyi görmüştü? Neydi o doğaüstü ve korkunç olan? İntihara karar vermiş ve kendisi için özel bir oda yaptıran adam, esiri kadının görmekte olduklarını mı arıyordu? Hangi anılarının peşindeydi bu genç adam? Doğum sancılarıyla yitirdiği anılarının mı? Yeniden doğduğu yere dönerek o doğaüstü ve korkunç olanlara kavuşarak bükülen belini mi doğrultmak istiyordu? Zihninde beli bükülen genç bir adam ve ihtiyar kambur hırdavatçı!… Hurma renkli saçları omuzlarına dökülen ve kızıl ışıkta dudakları şehvet uyandıran bu adam, “aralı ve sanki uzun, sıcak bir öpüşmeden yeni ayrılmış ve daha doymamış dolgun dudakları” olan esiri kadına da ne kadar çok benziyor! Hidayet, bu öyküsünde de çift cinsiyetli (hermafrodit) karakterini başka düzlemde işlemiştir.
*
Tahran’daki evin kapısı
Odanın ağır havasından râvinin soluğu tıkanmakta. Odadan değil, adamın deli bir katil olacağından korktuğunu söylüyor o. Fakat adam yumuşak bir tavırla konuşuyor. Konuşmanın bir yerinde râvi, adamın babalarından ona miras kalan yorgunlukla kendine, kendi içine dönme nostaljisinin, her insanın içinde var olan cennet nostaljisi olduğunu söylüyor. “İnsan kendiyle ve kendi içinde yaşar… Belki de seçilmiş bir ölümdür bu…” Kendi içindeki cennete doğru seçilmiş ölüm! Ve adam bu cennete varmak için geri gidiyor. Şempanzelere kadar uzanan babalardan ve zehirli bir şarap gibi içimizin karanlık raflarında kalan acılarla ve yorgunlukla yüklü bir dönüş. Nereye kadar dönüş? Dölyatağına kadar. Kimin dölyatağına? Sütünü bir bebek gibi usul usul emip, dudaklarını yalarken her istediğine kavuşturan birinin dölyatağına. Bu, ancak kişinin annesinin dölyatağı olabilir. Demek, adam, râvinin elinden tutmuş annesinin vajinasından geçirerek onun dölyatağına kadar götürmüş misafir etmiştir. Hayır! Râvi bizi de kendi annesinin dölyatağına kadar götürmüş ve konuşmalara tanık etmiştir artık. Ya da kendi içinin karanlığında ve inzivasındaki hünnap renkli kadifelerle kaplı odaya, cenini barındıracak odaya, üzerinde oturarak, yatarak beslenebileceği ve hatta ölebileceği yatağın olduğu odaya… Orada daha önce çektiği fotoğrafı tab edip bize göstermek için.
Başka bir yerden metne girelim. Râvinin şu cümlesinden: “Bu, her insanın içinde var olan cennet nostaljisidir… Sizin aradığınız durum anne rahmindeki ceninin durumudur…” Şayet râvinin söylediklerine katılırsak demek ki bu iki adam konuşmaların cereyan ettiği anda tek bir annenin dölyatağında oturmuş konuşuyorlar. Kuşkusuz sadece ikizler aynı anda tek bir dölyatağında var olabilirler. İkizlerden biri yatağa (plasentaya) oturur. Orada kalır. Orada, bwli bükülür, katlanır ve bir cenin (embriyo) şeklini alır. Orada kaskatı kesilir. Orada hayattan kopar. Bu kopuş ileriye doğru, doğmak için değil. Doğum öncesine varmak için yaşamdan kopar. Film geri sarılır. Fotoğraf geriye doğru tab edilir. Zaman geriye doğru ilerledikçe, fotoğrafın detayları daha da belirginleşir. Öyle görünüyor ki, adam oturduğu plasentadan daha da gerilere gitmiştir. Anne-babasının onu bu dölyatağına attığı dönemden de önceye. Çok daha gerilere gitmiş ve yok olmuştur. Aradığı anıları bulmak için, doğumun acıları ve sancılarıyla silinerek yok olan belleğini bulmak için. İlk cinayetin işlendiği zamana ve mekâna gitmiştir o. Esiri kadının dehşetle izlediği mahşere! Râvimiz, yani ikizimizin diğer teki ise, emekleyerek, kutsal bir tapınağa girer gibi gelip kendini ya da ikizini ya da kendi içinde barındırdığı karanlıktaki kendisini dölyatağının ortasındaki plasentaya, ceninin aldığı bir pozisyonda düşmüş kendi parçasını görünce dehşet içinde oradan uzaklaşmış ve otobüsü (hareketi, geçişi) kaçırmamak için terminale gitmiştir.
Biz de fotoğrafı anlamak için geri gidelim. Başa dönelim. Öykünün adına kadar geri dönelim. “Karanlık Oda”. Bu isim, Türkçe de, okur yanında en azından ve en ivedi biçimde iki imgeye gönderme yapar. Birincisi, ışıksız oda imgesi. İkincisi ise fotoğrafçıların fotoğraflarını tab ettikleri karanlık oda imgesi. Öykünün Farsça orijinal adı “Târikhane”, ikinci imgeye doğrudan gönderme yapar. Kaldı ki adam da şöyle diyor: “…Bir kış hayvanı gibi kendi deliğime tıkanıp kalmayı istiyordum, kendi karanlığıma dalmayı ve kıvam bulmayı arzuluyordum. Karanlık odada fotoğrafın camda belirmesi gibi…” Burada, adamın fotoğraflarını tab etmesi için oluşturduğu karanlık oda, annesinin rahmidir ya da içindeki barındırdığı dölyatağıdır. Evet, dölyatağı olan adam! Ritüel bir düzende hazırladığı dölyatağında geçireceği ilk gecenin mutluluğuyla: “Bu, kendi odamda uyuyacağım ilk gecemdir. Arzularıma kavuşmuş mutlu bir insanım. Mutlu bir insan! Düşünmesi bile ne kadar güçtür. Ben asla düşünemezdim. Ama şimdi ben mutlu bir insanım.”
Râvi, kendi içine dönmüş, kendi ikizinin çektiği fotoğrafı, kendi içindeki karanlık odada tab etmiş ve bizim gözlerimizin önüne sermiştir. Bu fotoğrafın yaşı atalarımıza kadar uzanır, şempanzelere kadar gider. İlk patlamanın cehenneminin kapılarına kadar. İlk cinayetin işlendiği ana kadar. Hidayet diyor ki: “Babama söyleyin, ben evlenerek onun işlediği cinayeti işlemeyeceğim.”
Genç adamın adı yok. Kimsenin adı yok bu öyküde. Adam, râviye râviyi anlatıyor. Ya da râvi kendini bize adamın ağzıyla anlatıyor: ‘… Şimdi anlıyorum benim en değerli parçam bu karanlık ve sessizlikmiş. Bu karanlık tüm yaratıkların içinde var. Sadece inzivada ve kendimize dönüşümüzde… bize görünmeye başlar. Ama insanlar hep bu karanlıktan ve inzivadan kaçmaya çalışıyorlar, kulaklarını ölümün sesine karşı tıkıyorlar.’ Acaba Kör Baykuş’taki esiri kadın bu kendimize dönüşümüzde bize görünenleri mi görmüştü de öyle dehşet içindeydi? Râvi kendi inzivasında ve kendine dönüşte, o karanlık sessizlikte çektiği fotoğrafı tab edince ve kendi arkaik nostaljisiyle yüzleşince, kulaklarını ölümün sesine karşı tıkayarak karanlıktan ve inzivadan kaçmıştır. İkizlerin biri, tarihin en derin karanlıklarına, en unutulmuş belleğine yolculuk ederken diğeri bilincimizin aydınlığına ve gürültüsüne geri dönmüştür. Otobüsü yakalamış başka bir yolculuğa başlamış, ya da başladığı yolculuğa devam etmiştir. Ama ne yaparsa yapsın artık o daha önceki yolcu olamayacak! Bir kez girmiştir karanlık odaya.
Geriye dönüşü gerçekleştiren adam, parası bittiğinde, züğürt kaldığında kendi hayatına son vereceğine dair ahdettiğini anlatıyor râviye. Zenginlerden nefret eden: fakat zengin olduğu kuşkusunu râvide bile uyandıran bu adam, aynı gece ahdine vefa eder. Züğürt mü kalmıştır? Aniden, özenle hazırladığı odasında yatacağı ilk gecede? Hayır! O, söyleyeceklerini söyledikten sonra, çektiği fotoğrafı tab edip kendisi bir fotoğrafa dönüştükten ve anlatacağı bir şey kalmadığını gördükten sonra tükenmiştir. Geri dönüş morali yükseldikçe anlatacakları konusunda bitmiştir. Geriye dönüş morali aslında bir kaçışa duyulan özlemdir burada. Adam yaratıcılığının sonuna gelmiş bir yazardır. Zaten odasının son dekoru, yani kırmızı ışık da o gün gelmiş (koltuğunda kolladığı paket) ve arzuladığı oda tamamen oluşmuştur. Kırmızı ışığın karanlık aydınlığında geriye dönerek nostaljik yolculuğuna çıkabilirdi artık. Çıkıyor da. Kendi içinde barındırdığı karanlığın gizlisindeki kendi dölyatağından yola çıkarak.
Aslında Sadık Hidayet’in bu iki erkek karakteri ikiye ayrılmış, parçalanmış tek kişidir de bir bakıma. Birisi diğerini tamamlamakta, diğeri ise ötekini eksiltmektedir. Hurma renkli omuzlarına dökülen, şehvet uyandıran dudakları olan, adeta kendi rahmine geri dönen bir adam (evet rahmi olan adam!) sonsuz geriye gidişle nostaljik, -arkaik bir nostalji- yolculuğuna başlar, yok olup gider, diğeri ‘insanın içindeki gizli ve yumuşacık olan şeyler’inin, ‘yaşamın koşuşturması, gürültü patırtısı ve aydınlığı içinde’ boğulup ölmek, ölüme terk edilmek için şehirdeki terminale gelir ve sıradan hayatındaki yolculuğuna devam eder. Biri Habil, diğeri Kabil iki adam! Giden erdişi, kalan erkek. Ölüp giden adama göre, şayet onun belini büken ve atalarından ona miras kalan yükün ve acının ne olduğunu anlayamazsak, biz de aptallar sınıfına gireriz. Sadık Hidayet’in muzipliklerinden biriyle de karşı karşıyayız bir bakıma.
Kadın rahmine dönüş ve hele anne rahmine dönüş (arzulansın ya da istem dışı kaotik dönüş olsun) nereden kaynaklandığı bilinmese de derin bir korkunun, büyük bir dehşetin sonucudur da aynı zamanda. Çok ilklere dönen ve oraya sığınan bir sürecin işaretçisi. Ancak “annesinin kanını usul usul emer ve bütün ihtiyaçları ve arzuları kendiliğinden karşılanır” nostaljisi, aynı zamanda hiçbir direnç göstermeyen, dölyatağı bir tabut olan, ölü bir kadına karşı dayanılması imkansız nekrofilik bir arzunun da belirtkesidir. Direnç göstermeyenin veya arzulananı direnmeden sunanın, sonsuz mutluluğa eriştirenin, hiçbir itiraz olanağı olmayanın dölyatağına girmek, dölyatağının bir tabut… Bir neyse daha!
Dölyatağına girilen kadından tek bir sözcük duymamaktayız. Öykü, teksesli bir monologdur.
Cehennem, bizim arkaik belleğimizdeki ilk patlamanın ateşidir belki de. Arkaik avareliğimiz, sonsuza geri dönüş yolculuğumuzun bir parçasıdır. Acıların bel büktüğü, sırların volkanik gücüne dayanılmadığı, babaların acılar ve zehirli şarap miras bıraktığı bir ömürde, çaresizliğimiz bizi emekleterek anne rahmine kadar götürebilir demek. Dinginliği bulacağımızı sandığımız noktaya. Anne rahmi Medine-yi fazıla[3] olur diye. Öyle mi?
Öykülerin tarihi belki ilk cinayetle başlamış ve masumiyet maskesi altında gizlediğimiz pişmanlığın sersemliği kesintisiz sürmüştür. Öyleyse geri dönüp tarihi yeniden yazmalıyız. Geri dönüp başka öyküler yazmalıyız ta ilk baştan başlayarak. İlk cinayeti kadın rahminde işlediğimize göre yolculuğa oradan başlamalıyız. Unutulmuş belleğimizdeki fotoğraf, tab edemeyeceğimiz kadar dehşet vericidir. Değil mi?
Tarihi tecavüzlerimizi kim sorgulayacak, yükünü kim taşıyacak? Şimdi yatağa gidip dizlerimizi kucaklamalı mıyız yoksa otobüs gitmeden terminale mi koşmalıyız? İçimizdeki ikizlerimizi nerede unutacağız? Biz öykü erkekleri, imrendiğimiz ve yoksunu olduğumuz dölyataklarına daha kimleri konuk edeceğiz? Kadınlar konuşmadıkları sürece öykülerdeki cehennemin kapıları asla kapanmayacak. Öyle değil mi?[4]