“Sen, o mutlak ateş. Dilimin ilk sözcüğü. Gökler ve denizlerim arasındaki öyküm. Dört rüzgâra okuduğum bitimsiz şarkılarım. Sen, o mutlak ateş; denizlerimden ağan ve denizlerime dökülen ateş… Yedi dil açtım yedi ikliminde, yedi dilinle okşadın yedi yerimden öptün kutsadın…
Saçlarının arasında sakladığın altı rüzgara hüküm süren o kutsal soluğu bırakıyorsun yanaklarıma… yanaklarımda senin ateşin çiçek açar… şimdi kara bakışlarını görebiliyorum. Kara gecelerimde yanıp sönen parlak yıldızlarını. Dört yönden esen dört rüzgar senin saçlarında çiftleşirler. Rüzgarın ıslık çalmayı öğretti yılanlarıma, buğday başaklarıma esmeyi, çalgılarıma nağme öğretti, acılarıma iniltiyi, kulaklarıma o ateşli mırıltıları…
Sen iki dölyatağından çıkan iki vajinadan geçip iki annenin ellerine doğan o kutsal erkek değilsin. Sen o iki dölyatağından doğan ilk ve son kadınsın!
Sen, şimdi bir şarkı söyle… suyun kalbinden fışkıran ateşin şarkısını… sokaklarımızdan, kalbimizden ve sözcüklerimizden çılgınca akıp giden, yok edip giden ve unutulmayan selin şarkısını… Söyle! Geceler susunca sahildeki avare dalgalara benzeyen ruhlarımızın şarkısını söyle! Gözlerindeki yıldızlar göklerdekinden az değil! Bu şarkı bir kadının dudaklarından diğer kadının dudaklarına akmıştır. Bu şarkı, o iki çıplak kadının; öz sularını, can şıralarını aşkın alevleri arasında bir diğerinin dölyatağına akıtan kadınların, senin dölyataklarından doğduğun kadınların şarkısıdır… Ah benim kutsal bilgem… nasıl da tenimin kurşununu eritir, avuçlar, saçlarından boca edersin! Ah benim bilge alevim! Ah benim iki dölyatağından avuçlarıma doğan kadınım… Sen ki yedi elinle, yedi yerime çukur açtın ve ateş olup o çukurlara doluştun…”
(h.h.)