Öylece oturdum. Orada, kulaklarımdan söz aldım, en son onlar öleceklerdi. Yani, öyle olmasına ben karar verdim. Kimin kim olduğunu kulaklarım bana bildirdi hep… Adamların seslerinden, hatta ayak seslerinden kim olduklarını biliyordum. İşte sorgucum diyebilirdim artık. Kapının açılıp kapanması ile aynı sorgulama odasında olmadığımı da anladım. İnanamıyordum… Ben kulaklarımı defalarca ve yıllarca lanetlemiştim. Sirus, kol kola girdiği kızlarla güle oynaya odasına çıkarken, Muhsin bağırırken… öööf! Burada duyduğum duyacağım son ses, seslerin en son sesi olmamalıydı. Durmadan bilgi isteyen, tövbe isteyen, isim isteyen, yıkılmamı isteyen ses… Ben susmadım, ama onlar duymadı… Bilgi yoktu. İsim yoktu… Tanrının yolundan dönmek yoktu… Orada oturdum… İşte orada, yepyeni bir duyguyla daha tanıştım. Yapılan işkenceye haftalarca nasıl dayanabilmiştim? Dışarıda… daha tutuklanmadan önce, zindan, sorgulanma, işkence düşüncesi bile ürkütüyordu beni. Ama orada, sorgulama odasında bile, onlar benden korkuyorlarmış gibi bir his vardı içimde.
Hiçbir şey söylemeyen, elleri bağlı, gözleri kapalı bir kızdan korkuyorlar! Şükürler olsun! İşte bu tuhaf, yeni bir duygunun parçaları. Yapacakları başka bir şey kalmamış. Yani onlar tükenmişler, ben daha yeni yeni filizlenip sürgün veriyorum! Hoş bir şey! Ben doldukça onlar boşalıyorlar…
(Azalya, roman, h.h., Arkadaş Yayınevi)