Dolunayın Çocukları üzerine…

Sonra alt başlığı yaşamaya başladım. Evet, biz de varız bu bölük pörçük hikâyelerin içinde. Dostlarımızla, sevgililerimizle, arkadaşlarımızla, eylemlerimizle… Haşim Hüsrevşahi’nin kitaplarında insanı içine alan, etkileyen büyüleyici bir yan var. Basit bir anlatım benim yazdıklarım. Evet, insanı heyecanlandıran, etkileyen, merak uyandıran bu romanda hepimiz varız. Gençliğimizle, yaşadığımız günlerimizle, daha sonra tanıdığımız o günlerin canlı tanıklarıyla biz varız. Hep varız, hep olacağız. Unutulmayacak hiçbir şey.

Romanın her bir satırında bugünlerde yaşadıklarımızdan kesitler var. Anılara götürüyor insanı. İlk heyecan o ODTÜ yürüyüşü… O yürüyüş Denizlerin arkasında dalga dalga… Okulumuz boykottaydı. Yakınlarda TUSLOG bombalanmış, ailelerimiz tedirgin, boykotu bırakmamızı istiyorlar. Biz de katıldık o yürüyüşe küçük bir grup olsak da. Sonunda da unutamadığım Prof. Dr. Muammer Aksoy’un derslerimizden geri kalmayalım (!) diye Türk Hukuk Kurumunda verdiği konferansı izledik… Nasıl unuturum? Buradan öğrendim ki İranlıların sınır dışı edilmesini engelleme amacıyla yürümüşüz. Eh benim de Ahmet isimli İranlı bir arkadaşım vardı o dönemde, İran’dan sınır dışı edilmiş Lübnan’da yaşayan ve Türkiye’de okuyan. Bir fotoğrafı vardı bende “Yaşasın El-Fetih kardeşliği” diye imzaladığı. Anılar adeta koşarak geçiyorlar bir bir…

İsimler, isimler… Romanda çok isim var ama rahatsız etmiyor, çağrıştırıyor birilerini, cuk oturuyorlar yerli yerine, tıpkı yazarın sorduğu gibi:

“Bu romandaki isimler ve insanlar tümüyle hayal ürünüdür.

Değil midir?”

Değildir, değildir… Çünkü semtler, olaylar, mezarlar, yaşamlar açık ve nettir. Ben kendimi nasıl gördümse başka insanları da çokça gördüm. Bu konularda yazılan çok kitap var. Bu romanda okur, yapbozun parçalarını bir bir yerleştirirken yazarın sakladığı/sakındığı isimleri açıkça görüyor, olayları yerine oturtuyor.

“…mezarların arasından geçerek, duru bir su gibi akarak yerini kısa sürede ezberlediğin bir mezarın başına gelip oturdun.”

Yaşadıklarını, yaşattıklarını yaşadım yazarın sayesinde. 12 Mart günleri, 12 Eylül günleri yaşadıklarımız, yaşananlar… O dönemlerin yaraları sarılıyor mu? Kurşun delikleri kapanır mı? Yalamayla geçer mi yaralar? Kim kimi neden vuruyor? Kim kime neden saldırıyor? Anlaşılamayan/anlaşılan acı günler, acı olaylar…

“Vücudunun her bir yanındaki kurşun yaralarını özenle yıkadın. Jandarmanın onu öldürdükten sonra yakından sıktığı kurşunların açtığı deliklerle paramparça olmuş elbiselerini yıkadın.”

Hamallarla taşınan, zor tanınan kardeşler, çocuklar, sevgililer, eşler, kurşun delikleri, eksik uzuvlar; jandarmanın, polisin engellemeleri; kör karanlıkta törensiz cenaze alayları, kefensiz gömülenler hiç aklımızdan çıkar mı? Bu aralar peş peşe hesaplaşmalar…

“…her sessizliğin, her suskunun masum olmadığını görürdün. Bazı susmalar cesarettir, bazısı korkaklık! Bazı susmalar savunmadır, bazısı saldırı!” En iyi yol da edebiyatla yapılması bu hesap görmenin. Tarihe belge ama ne belge! Yüreğim kanıyor. Etkilenmemek elde değil, üzgünüm…

“…o günden bugüne içimizde bir nehir akıyor.”

Romanda 19 Mayıs Stadı, Selimiye Camii, Toros Sokak, (bilmem nedense klavyem Toros’u büyük harflerle yazdı, düzelttim) Kuğulu Park, Tunalı, Kavaklıdere, Kavaklıdere Şaraplarının sahibinin yaptırdığı evi (şarap şişesi şeklinde olursa diye izin ve arsa verdiği Sheraton Oteli yok, oralar hep o şarapların yapıldığı bağlarmış) Kavaklıdere Sineması… Dedim ya hep anılar, sinemanın sahibi Ayhan Nergiz abim lise ve üniversitede her ihtiyaç duyduğumuzda bizi maddi manevi olarak desteklemiştir.

Sonra Set Kafeterya, Piknik, Sakarya, Arjantin biralar, Bülbülderesi, Hacıyolu… Ruhi Su, Âşık İhsani, Mahsuni… Mülkiyeliler girmiş romana, Oktay’dan bahsediyor. En son Hacettepe Hastanesinde kemoterapi alıyordu, şen kahkahalar atarak çevresine… Sonrasında rica minnet dostlarınca yatırıldığı bölümde tedaviyi ve yemek yemeyi reddeden devrimciydi o…

“…siz türküleri alıp götürmüştünüz o sokaktan”

“…şimdi türküler ya zindanlarda ya sürgün ellerde.”

“…sizden sonra şehirdeki bütün türküler dipçikle susturuldu.”

Hep o türküler geliyor aklıma nedense, “karayılan” ve diğerleri. Romanda da var ya içimi titreten türküler ve türkülerin geçtiği satırlar, onlar da içimi titretip yüreğimi yaraladı… Selda’sıyla, Rahmi Saltuk’uyla, Nesimi’siyle, Zülfü’süyle ve de ille de Ruhi Su… Siz hiç fırça yediniz mi Ruhi Su’dan? Ben/biz yedik. Slogan attırmaz, sigara içirmezdi konserlerinde. Öyle yerdiniz fırçayı…

Romanda adı geçen/geçmeyen önderler, gençler… Roman yazarı burayı “göçüp giden yol yoldaşlarıma ithaftır!” tümcesiyle başlatıyor. Anılarınıza saygıyla…

“…yenilmek hiç mücadele etmemekten çok daha onurludur.”

Onlar ki kiminin Niksar’da bedenlerindeki kurşunlar sayıldı. Kimilerinin hâlâ her Hıdırellez sabahı darağaçlarından yükselişlerini görürüz; o fidanlar büyüdü, koca koca çınarlara dönüşüp orman oldu. Kimi dağlarda çiçek oldu ve hep birlikte yükseldiler gökyüzüne. Gökyüzüne ulaşan onlar, yıldız oldular; oradan parlayıp yol gösteriyorlar. Görünen o ki her zaman hep de parlayacaklar…

Bu kez Haşim Hüsrevşahi’den o günlere dair bir roman. Akıcı bir anlatımla kaleme alınmış bir eser. Yazarımız Haşim Hüsrevşahi ile bugüne dek buluşmamış olan dost, arkadaş ve okurlara şiddetle öneriyorum, seveceksiniz.

Ali Erkan Güneri

02.08.2025

Yorum bırakın