“Bak Halife!” dedi Şehzade, “Sen büyük bir işe kalkışmışsın! Büyük ordu da toplamışsın. Yiğitlerin yaman savaşçıdır. Zaferler kazandırmışlar sana. Hepsi doğru. Lakin Osmanlı ordusu nice devletin sonunu getirmiş, nice orduları darmadağın etmiş büyük bir devletin, bir imparatorluğun ordusudur! Sanma ki elde ettiğin bu birkaç zafer seni Edirne’ye hâkim eder! Yarına kalmaz babamın katili iner bu topraklara… Sanma ki amcalarımın ve ailemizden kaç masum kadının ve çocuğun kanını döken bir sultan, payitahttaki Selim sana acır! Neler yapar sana ve yiğitlerine neler yapar, bir düşün! Bir düşün!” Şehzade susup onu dinleyen Nur Ali Halife’den cevap almayınca devam etti:
“Bize güç gerek.”
Nur Ali Halife nice sonra söze başladı:

“Şehzade’m! Sen de sanma ki biz Pir’imiz Hacı Bektaş Veli’nin yolundan ayrıldık, haşa! Sanma ki biz İlyas Baba’nın, Bedreddin’in, Börklüce Mustafa’nın ve zalimlere karşı ayaklanan diğerlerinin yolundan ayrıldık. Haşa! Ayrılanlar oldu elbet! Amma biz değil. Sanma ki biz sultanlık için kıyam ettik. Sanma ki bu diyarı deyyar için ayağa kalktık. Biz bu deni dünyayı terk ettik de kızıl kuşağı bağladık. Sanma ki sana gidelim Üsküdar’a dayanalım saraya diyorsak bu sultanlık tahtına oturmamız içindir! Haşa, değildir! Elbette sen oturursun tahtına. Dersin babamın tahtıdır, talip olursun. O başka! Biz sadece zulmetmeyin diyoruz. Adaletli olun diyoruz. Biz, saray belimizi kırdı diyoruz. Aç kaldık, topraksız bırakıldık… Varımızı yoğumuzu elimizden alıp verdiniz ona buna diyoruz! Saraydakiler elde edilen tüm zenginlikleri, toprakları kendi yakınları ve onlara yalakalık eden emirler, hizmetkârlar arasında dağıttılar. Vergiler belimizi büktü. Soframız boş kaldı. Bebelerimiz aç kaldı. Yetmedi, bir de inançlarımızı aşağıladılar! Sultanlar kardeşliğimizi bozdular. Saray bozgunculuk yaptı. Nifak düşürdü. Onlar Arapları bize, bu toprakların asıl iyelerine yeğlediler. Ecnebi devşirmeleri bize yeğlediler. Bu topraklarda yaşayanları birbirine düşman eylediler. Yetmedi, bir de Emevi inancını gırtlağımıza kargı zoruyla sokmak istiyorlar. Biz adalet için ayağa kalktık Şehzade’m. Biz özgürlük için ayaklandık. Kardeşlik için… Nifakın, düşmanlığın yok oluşu için… Bu yoksul halkın hakkını almak için!”
“Diyelim ki dediklerin doğrudur. Sen sanıyor musun ki bu beyler, ağalar el çekerler bu topraklardan? Bunca ganimetten, bunca servetten, topraktan, emirlik, beylik, sultanlık tahtından uzaklaşıp sana buyur al mı derler, saraylarını sana peşkeş mi çekerler sanıyorsun? Taht için babasını öldüren sana buyur mu der sanırsın?”
“Asla demezler, etmezler, biliriz. Hiçbir zalim sultan, ne tahtından ne sarayından rica ile ayrılmadı. Biliriz. Ne Firavunları unuttuk ne Nemrutları! Şu kesindir ki elimizden kılıç eksik değil, olmayacak! Bize güç gerek diyorsun. Ben de bilirim. Biz toplandık bütün Kızılbaş Türkmenler… Güneyden kuzeye, doğudan batıya kim varsa ya Hak dedi geldi. Mürşidim Şah İsmail’i mi kastedersin? Ondan da yardım istedik. O zamanlar senin baban tahttaydı, sen Amasya’da valiydin. Ben Şah’ımızın halifesiyim. Haşa ikrarımdan dönmüş değilim. Amma bir hakikat var. Ondan yardım istedik, lakin o ne yaptı? Elçilerimizi kaynar kazanlara attı. Ve hâlâ bilmeyiz Şahkulu Hazretleri nerede? Dediler ki Osmanlı Hadım Paşa’yla savaşta, aha işte ana toprağımız bu Sivas’a yakın meydanda şehit düşmüş. Amma bu rivayete inanmayanlar var. Savaş meydanından dönenler ve Şahkulu Hazreti’nin ölmediğini bilenler var. Ama şu da gerçek ki o yenilgi sonrasında bizden on beş bin Kızılbaş savaşçı ve Türkmen ahali Şah’a sığındı. Sığındı ve onun gücüne güç kattı.”
“O zaman ben giderim Şah İsmail’e. Şahsen konuşurum onunla! Gel derim, gelir! Gelsin hep birlikte bir çare bulalım bu gidişata!”
“Aaaah, keşke senin kadar ben de bu hayale kapılabilsem… Ben artık doğuyu değil batıyı düşünüyorum. Günbatımı kan kızıl olsa da bu böyledir. Değil midir Şehzade’m?”
“Öyledir. Kan kızıldır günbatımı. Güneş kana doğar, kana batar!”
“Tam yüz yıl önce, ne tuhaf bir tesadüftür ki, senin dedelerinden senin adaşın Şehzade Murad, Bayezid Paşa ile birlikte Şeyh Bedrettin Hazretlerinin üzerine yürüdü; yolları üzerinde erkek, kadın, genç, ihtiyar demeden kime rastlarlarsa tümünü kılıçtan geçirdiler… Bilirsin. Nasıl ki hak yolunda olan on bin delinin boynu vuruduldu, benim boynum da kıldan incedir. Bedrettin Hazretleri kendisi basmadı mı mührünü senin atalarının fermanına?”
“Bastı ve asıldı!”
“Ben bilirim sen neden buradasın, sen de bilir misin ki ben neden seninle el sıkıştım?”
“Evet… Bilirim. İkimiz de hakkımız olanı istiyoruz!”
“Ya yarın birinin hakkına kavuşması ötekinin hakkının zayi olması demek olursa?”
“Yarın nasıl olacağını bir tek Allah bilir!”
“Öyle olsun Şehzade’m. Bu böyle gelmiş, böyle gider Şehzade’m. Zalimin olduğu yerde zulme karşı ayaklananlar olacak. Bu yoksul halkın boyunları vurulsa da… Sen de sultan olur da zalim olursan isyan edenler olacak, senin zulmüne karşı kılıç çalacaklar ve sen vuracaksın boyunlarını. Bu dünya döndüğü müddetçe böyle olacak Şehzade’m. Bin yıl geçse de… Saraydakiler kendi inandıkları ile halkı aldattılar. Bize düşman ettiler. Onlar hakkın dinini değiştirdiler, kendi emellerine alet ettiler. Fetvalar çıkardılar katlimize. Niçin? Tahtlarını, servetlerini korumak için… Biz yoksul halkı yağmalamak için… Değilse ne hak ne de hakkın dini onların, o saray sahiplerinin umurunda!”
Şehzade Murad bu sözlerden alınmış, dahası içinden öfke duymuşsa da sözü kısa kesti:
“Ben buradan, Niksar’dan giderim Şah’a…”
“Var git… Biz ak mintanlara büründük. Yolumuz bu yanda!”

“İsmail’i ben getiremezsem bu topraklara dahi kimse getiremez!”
“Şehzade’m onu da çekerler buraya… Çekemezlerse varırlar kapısına!”
“Selim defter tutuyor Türkmen Kızılbaşlardan!”
“Niçin tutuyor? Onu sen iyi bilmelisin Şehzade’m!”
“Demek o katil inecek bu ovalara! Elinde çekilmiş kılıcıyla…”
“O inerse Şah’ım da karşılar onu… Biz de buradan Şah’a gideriz!”
“Edirne’ye?”
“Hayır! Önce güneyi sağlama bağlamalı! Ondan sonra kader nereye git derse oraya… Bugün yarın kopacak fırtınanın uğultusunu duyuyorum.”
“Sağlama bağlamak istersin ama sağlam hiçbir ip yok, bilirsin Nur Ali!”
“Gönül bağları yoksa dediğin doğrudur Şehzade’m.”
“Öyle olsun!”
“Öyle olsun!”
Sohbet orada bitti. Her iki isyankâr kendi içine, kendi yoluna döndü.
Ertesi sabah Sultan İkinci Bayezid’in torunu Şehzade Murad Tebriz’in yolunu tuttuğunda, Şah doğu cephesinde savaştayken, Şeyh Haydar’ın Anahatun’dan doğma oğlu Süleyman Mirza, Erdebil’de Şah İsmail’e karşı isyan bayrağı açtı. Lahican’da kardeşi İbrahim Mirza’ya Erdebil’e dönüş yolunda yol yoldaşlığı yapmak için gönüllü olan Süleyman Mirza’nın şimdi gözü üvey kardeşi Şah İsmail’in tahtındaydı. Yıllar önce Akkoyunlu sultanların casuslarının onun kulağına fısıldadıkları vesvese şimdi bütün ruhunu sarmıştı. Akkoyunlu sultanların tümü ölüp gitmişken, o hanedandan sultanlık iddiası olan kimse kalmamışken Şah İsmail’in kardeşi Süleyman Mirza Tebriz’in yoluna koyulduğunda Nur Ali Halife Sivas üzerinden Çemişkezek’e indi. Şehri kuşatıp içeri girdi. Direnen olmadı. Adalet için ayaklanan Nur Ali Halife liderliğindeki Kızılbaşlar Erzincan’a giderken Sinan Paşa komutasındaki Osmanlı ordusuyla karşılaştılar.
Kardeşi Süleyman Mirza’nın kendisine ayaklandığını duyan Şah İsmail ise onun üzerine bir ordu saldı.
Türkmen topraklarında Sinan Paşa’ya ağır yenilgi tattıran Nur Ali Halife, Erzincan’a muzaffer bir komutan gibi girerken Şah İsmail’i tahtından indirmek için Tebriz’e yürüyen kardeşi Süleyman Mirza, Tebriz halkı tarafından esir alınıp Şah’ın emriyle boğduruldu. Cesedi gizlice ve törensiz olarak gömülsün diye Erdebil’e gönderildi!
Bu dünyada düşmana sığınan iki şehzade Murad yaşadı. Biri amcası Sultan Selim’den kaçan Şehzade Murad idi. Şah İsmail’e sığındı. Şah onu büyük bir hürmetle ve törenle karşıladı. İkramlarda bulundu, dedesi Cüneyd’in kızıl tacını, değerli taşlarla süslü kaftanları giydirdi ve kıymetli hediyeler sunup Şiraz’a vali tayin ederek yolcu etti. Ancak Şiraz’a varmadan hastalanarak öldü. Diğeri ise Bağdat’ta yenilerek Şah İsmail’den kaçıp Bayezid’e sığınmış Akkoyunlu Sultanı Murad idi. Şimdi Urfa’da yaşıyordu. Ancak o Sultan Selim’den medet beklerken bilmiyordu Şah İsmail’in atadığı Uçe Sultan Kaçar’la savaşa tutuşacak ve hayatından olacak. İlki İran’da ölünce Selim derin bir soluk aldı, diğeri ölünce Akkoyunlu hanedanı hükümranlığı dünyadan silinmiş oldu, Şah İsmail rahat bir nefes aldı.
Bu hengâmede çok geçmeden Nur Ali Halife’nin, Selim’den kaçan Şehzade Murad’a duyduğunu söylediği uğultunun haberi gelip vardı kulağına. Selim kıyamet kalabalık bir orduyla Edirne’den çıkmış Safevi topraklarına doğru yürümeye başlamıştı.
(Höbek Güneşi, Şah İsmail. Roman. Haşim Hüsrevşahi, Totem Yayınları, 2022)

