delilerin çılgın annesi…

Birinde Siyasal’da tıka basa genç yüreklerle ve sigara dumanıyla dolu salonun en son sırasının arkasında siz karanlıkta duvara yaslanmış, ayakta dinliyordunuz. Yine Ruhi Su çalıp söylüyordu. Bıyıkları dudaklarını kapatmış, düz saçlarını yan taramış, kavruk suratlı genç anlatıyor, diğerleri dinliyordu. Türküler, şarkılar, marşlar karışıyordu sigara dumanına. Ne var ne yoksa hep memleketti, özgürlüktü, insandı, emekti…

O anda zafer bir kuş gibi gelip oturmuştu senin gözlerinin güneşli penceresinin pervazına. Sanki herkes seni bekliyordu. Gidesin, pencereyi açasın, o kuşu alıp içeri getiresin ve diyesin ki “Yoldaşlar, mücadelemiz zafere ulaşmıştır! Mücadeleye devam!” Ve Ruhi Su bir başka coşkuyla sazına sarılsın diye, kavruk suratlı genç yanındakinin kulağına bir şey fısıldasın ve o kaşları çatık, saçları iyice kısa kesilmiş esmer, uzun boylu servi aşağı insin, Ruhi Su’ya bir şeyler söylesin ve o “Karayılan der ki…” diye seslensin ve salon inlesin!

Şimdi ODTÜ şehrin içine girmiş Selin! Siyasal susmuş ve onların hiçbiri yok. Ne o türküler ne o kurşun bakışlı, kavruk suratlı kuşlar ne o dur duraksız serviler… Ama ODTÜ’nün arsasına diktiğiniz yüzlerce çam fidanı boy atmış, orman olmuş şimdi sizden hatıra. Ve bir de sen varsın. O yılların toplamı… Acıların toplamı, umutların yerle bir edilişinin toplamı, aşkın toplamı, işkencelerin toplamı; insanın sevdikleri için kurşun yağmuruna tutulmalarının, mezarların ve aklın rezilliğinin toplamı… Biliyor musun Selin, mahallenin delilerini neden toplayıp da evinin avlusuna getirdiğini, onları neden yıkadığını da kimse anlamıyor. Ve kimse anlamıyor neden pazartesileri?

Senin matemin bir pazartesi günü başladı Selin. Aniden… Beklediğin ve beklendiği kadar beklenmedik olan bir haberle başladı. Senin bu haberi bekliyor olman onun ani darbesinin sersemletici gücünden bir şey eksiltemezdi. Sonrasında sen yine bir pazartesi, tek başına İstanbul’un sisli bulutlu, alaca karanlık bir seherinde, güneşin doğmasına saatler kala, bir mezarlığa gittin. Elinde bir fener vardı. Bu feneri sen teee çocukken Kuran kursundaki hoca seni taciz ettiğinde yakmıştın. O fenerin soluk, yalpalayan fakat yakıcı alevi hep içinde kalmıştı. O feneri ilk kezdi eline alıyordun. Mezarların arasından geçerek, duru bir su gibi akarak yerini kısa sürede ezberlediğin bir mezarın başına varıp oturdun. Ortalık karanlıktı. Mezarlık bekçileri yoktu. Sadece haziran ayının ılık esintisi geçiyordu ağaçların ve mezar taşlarının arasından. Ölüler sessizdi. Bir tek iki kişinin silik, ilk başta ne söyledikleri pek de anlaşılmayan sesi geliyordu kulağına. İki genç sesin… Mezardan duyduğun seslerden birinin senin kendi sesin olduğunu fark ettin! Şimdi yan yana yatıyorsunuz. O zaman da ODTÜ şehrin dışında olduğu zaman da birlikte söylemiştiniz… Ölmüş olsan da unutmazsın o günü Selin!

Yanında getirdiğin suyu mezar taşına döktün. Elinle yıkadın. O derin ve dar kazılan mezarda yatanın yüzünün kanını yıkayıp özenle temizledin. Vücudunun her bir yanındaki kurşun yaralarını özenle yıkadın. Jandarmanın onu öldürdükten sonra yakından sıktığı kurşunların açtığı deliklerle paramparça olmuş elbiselerini yıkadın. Sonra alaca karanlıkta eğildin. Mezarda yatanın dudaklarından öptün. Kısa, siyah saçlarını okşadın. Terli saçlarına bulaşmış dağ tozunu sildin. Tekrar eğildin. Tekrar dudaklarından öptün. Bu kez dudakların titriyordu. Fenerin alevi gibi… Titrek, acı ve sıcak… O anda, o mezarlıktaki bütün ölüler ayaklanmış, senin arkanda durmuş, senin matemine ağlıyordu. Sen farkında değildin Selin. Sen bilmiyordun ama onlar biliyorlardı bir gün gelecek, sen de onun yanında yatacaksın. Biliyor musun? Martlar, nisanlar, mayıslar bu ülkede doğumlardan çok ölümler ayıdır Selin. Bir de haziran var. Sen yıkadığın her deliyi tanımıyorsun. Delilikleri yetiyor seninle kardeş olmalarına. Ölümün seninle kardeş oluşu gibi. Onların masum gülüşleri sana yetiyor.

Marc Chagall, 1916
Hepsi içinde yayınlandı

Yorum bırakın