Kâbusta Bir Yaşam

Yarı ölü adam fısıldıyor: “Meşd Hasan? Sen ne yapıyorsun burada?”

İki gözün sahibi, ağzındaki yoncaları çiğniyor: “O gitti! Hem ben Meşd Hasan değilim. Ben Meşd Hasan’ın ineğiyim!” diyor.

“Kim gitti Meşd Hasan’ın ineği?”

“İslam gitti! Köydeki evini kapısını da sıvadı. Aha duvar işte. Sonra da sazını alıp gitti. Şehirde bir delihaneye kapattı kendini!”

“Sen nereden biliyorsun Meşd Hasan’ın ineği? Sen ölmedin mi? Seni İslam’la Muhtar şehre götürürlerken yolda ölmedin mi?”

Yarı ölü adam yanıt almıyor. Alt katta terzilik yapan kadınların sesi yükseliyor. Küfürlü! Kapıyı çekip gidiyorlar. Tamam. Akşam olmuştur demek. Mumu yakıyor. Gözleri kamaşıyor. Şimdi yazabilir tekrar. Bu akşam onu seven insanlar gelirler, alıp götürürler onu da Meşd Hasan gibi, diye düşünüyor. Kendi köyünden uzaklara. Kendi şehrinden, kendi ülkesinden uzaklara! Ama şimdi bir kaçak da olsa, her an yakalanıp idam edilme ihtimali de olsa Tebriz’dedir. Doğup büyüdüğü şehirde.  Yazıyor. Yanında Beyel’in sakinleri, ellerinde eski püskü, rengi solmuş, uçları yırtık siyah sancaklar. Kara çarşaflarına bürünmüş ve kara çarşafta bir delik gibi duran tek gözle bakan ellerinde türbe suyu Nene Hanım ve Nene Fatma. Muhtar, her zamanki gibi akıl danışmak istiyor ve İslam’a “Ne yapabiliriz İslam? Gulam ölüyor!” der gibi bakıyor ona. İslam yanıtlamıyor. Muhtar üsteliyor: “Gulam ölmeden alıp şehre götürelim. Yatıralım bir hastaneye!”

“Muhtar! Onu kimse kabul etmez. Onun yolunu Puruslular kesmiş! Aha şehre gelmeden yakalayıp karnını deşerler!”

Yarı ölü adam, tekrar iki çarpı iki hücresine atılmış gibidir. Herkes duvardaki delikten hücresine giriyor, çepeçevre oturuyor. Kızıl Saçlı da. Henüz bir canavara dönüşmemiş.  Dizlerinden oluk oluk irin akan kız da orada. İki de çocuk, ellerinde birer kemik. Hemşire kemiklere tuz sürüp vermiş, kemirsinler diye. Hücrenin ortasında şişmiş vücuduyla Ağa’nın ölüsünün yanında Hac Şeyh’in ölüsü. Hani, ona dua okuyup defnetmesi için gelecekti? Meşd Hasan, ineğinin iri iri gözleri ile tedirgin bakışlarını etrafa savuruyor. Yanında Verezil’den gelenler de var. Esedullah, Muharrem… yanlarında domuza dönüşen domuz avcıları da oturuyor… (Verezil Değnekçileri, G.H. Saedi, 1965) Öte yanda Dendil’in on beşlik fahişesiyle ilk yatan Amerikalı. Pantolonunun fermuarını indiriyor, hücrenin duvarına işiyor, sonra pantolonun fermuarını çekip ellerini ovuşturarak gelip, dizlerinden irin akan Ağa’nın oğlunun sevgilisi genç kızın yanına oturuyor. Dendil’de düzdüğü genç fahişenin parasını da vermeye niyeti yok. (Dendil, G.H. Saed, 1966)

Yarı ölü adam kulağını yerden alıyor. Şu anda yazdığı öykülerin adını düşünüyor. Terzihanenin kapısı tıklanmış gibi geliyor. Kapı derzinden bakıyor. “Aç kapıyı Gulam! Biz geldik!” Ahmed Şamlu, Celal AlAhmed, Samed Behrengi, Behruz Dehgani, Sirus Tahbaz, Rıza Beraheni, Simin Daneşver, Said Soltanpur… Behruz, Gulam’a Tahran’ın güneyindeki o yoksul mahalledeki hastanede söylemişti. Sen de benimle gel! Gitmemişti. Samed Behrengi de gitmemişti. Behruz ise silahı aldığı gibi savaşmaya gitmişti. Sonradan Behrengi, Behruz’u Küçük Kara Balık diye yazdı. Ahmed Şamlu, AlAhmed’e bakarak mırıldanıyor: “Gulam bu bir yılda yarı ölü olmuş! Yarı ölü bir adam olmuş!” Sonra bir şiir mırıldanıyor. Yarı ölü adama dönerek, “Gulam! Bu şiirlerin hepsini sana ithaf edeceğim! Haberin olacak belki! Daha önce ölürsen sen bilirsin artık!”

Sokaklar dardır, dükkanlar kapalı, evler karanlıktır, camlar kırık. Tarın, kemençenin sesi kesilmiş, sokaklarda ölüler taşınıyor… Bak, bak! Ölüler ölüye benzemiyor, canı çıkmış muma bile benzemiyor…

2- Bir roman yazarı yarattığı karakterlerle kimi zaman içli dışlı olur. Onların sevinciyle sevinir, üzüntüleriyle üzülür. Kimi zaman romanda geçen bir olayın içinde görür kendini. Yazdığı, yazmakta olduğu romanın içinde yaşar. Ölümü Gözlerinden Gördüm[3] adlı romanımın yayımlanmasından birkaç sene sonra kısa süreliğine doğma yurdum Tebriz’e gitmiştim. Önce romanın bir bölümünün geçtiği Maralan’ı dolaştım. Ardından Maralan Mezarlığı’na uğradım. Mezarlığın en dibinde bir yüksekliğe oturdum. Dimdik ayakta duran siyah mezar taşlarını izledim. Güneş uzakta Éynalı Dağ’ında batmak üzereydi. Ertesi günü kadim dostlarımla buluşmuştum. Bana, nereyi gezmek istersin diye sorduklarında, romanda geçen bazı mahalle ve semtleri saymıştım: “Deveçi Bazarçası”, “Saman Meydanı” bir de Şeşgilan’daki “Emir Nizam Köşkü”. Birlikte önce Saman Meydanı’na gittik. Orada bir süre duraksadım, etrafı izledim. Romanımda hikayeleri anlatılan Meşrutiyet döneminde öldürülen, devrim mücahitlerini orada tekrar görür gibi oldum. Yürüdük. Eski Razi Lisesi’nin hemen bitişiğinde uzunca sokağın başına gelince durdum. “İşte bu sokağın ortalarında Suğra yakaladı kardeşi Kübra’nın katili Hüseyin’i ve taşı onun kafasına vurup yere serdi. Sonra başladı koşmaya!” dedim. Dostum susmuş beni dinliyordu. Ben Suğra’nın kaçışını izliyordum. Suğra nefes nefese kalmıştı. Yine sırtı kan ter içindeydi! Gel, dedim dostuma. Küçük bir kapalı çarşı olan Deveçi Bazarçası’ndan meyve sebze meydanına girdik. Dostuma “Sen şimdi geri git ve kapalı çarşıdan koşarak bana doğru gel!” dedim. Ben İsmal’ım. Sense beni tanıyan adamsın. Bana doğru koşacaksın. Ben seni yakalayacağım ve elimdeki kasaturayla karnını deşeceğim burada!” dedim. Dostum romanı okumuştu. Biliyordu hangi sahneden söz ettiğimi. Gülümsedi. Ortalık kalabalıktı. Dostum geri gitti ve aniden dönüp hızla bana doğru koşmaya başladı. Burun buruna gelince yakasından tuttuğum gibi sanki kamayı karnına saplıyormuşum gibi kolumu birkaç kere ileri geri hareket ettirdim. Birkaç kişi durmuş bizi seyrediyordu. Soluk soluğa kalmıştım. Az sonra biz gülüşünce durup bizi seyredenler gördüklerine bir anlam veremeden oradan ayrıldılar. Roman için yarattığım karakterlerimle aynı duyguyu yeniden yaşıyordum. Bir anlığına kendimi toparlayamamıştım. Sözünü ettiğim bu duygu oyun yazarlarında daha yoğun yaşanır. Gulam Hüseyin Saedi adeta tiyatro sahnesinde yaşıyordu. Bir psikiyatr olarak Tahran’ın yoksul bir semtindeki bir hastanede ruhsal sıkıntıları olan, gerçeklikten kopmuş, kendi dünyalarında avare hastalarıyla, Tebriz’in sokaklarında ve o sokaklardaki insanlarla birlikte ve odasında masasının başında hep bir kurgunun, bir evhamın, bir dehşetin içinde yaşıyor gibiydi. Yoksul, cahil, hasta, aldatılmış, korkutulmuş, hurafenin en derin karanlığına itilmiş sevgili insanların acıları, kâbus dolu facia yaşamları onu derinden etkiliyordu. Aradaki sınır siliniyordu kimi zaman. Gerçeklik nerede bitiyor, nerede başlıyordu? Bu soruya yanıt versin ya da vermesin o kendisi gerçek bir kâbusun içindeydi ve yaşadığı kâbusu yazıyordu. Evin Hapishanesi’nde işkenceler görmeden tam on sene önce yazdığı Beyel’in Yas Tutanları onun gerçeğiydi.

Büyülü realizmi “Sıra dışı olanın, sıradanlaştırıldığı bir teknikle olmayanı sanki varmış gibi anlatmak ve okuru aldatarak inandırmaktır!” diye tanımlayabiliriz bir bakıma. Ama Ahmed Şamlu’ya göre Marquez’in öncülüğünü yapan Gulam Hüseyin Saedi bir yandan büyülü realizmin en kaotik, en canlı örneklerini kaleme alırken ve bizi o karanlık, cahil, hurafe dolu, acımasız, korku ve evham dolu mezar karanlığındaki eserlerinin içine sürüklerken, onun kendi gerçekliği inanılması güç bir kurguya dönüşüyordu. Saedi’nin yaşamı gerçekte “tersine bir büyülü realizmin” en canlı örneğiydi.

3- Beyel, karanlık bir köydür. İnsanlar ve hayvanlar bir arada ve aynı yaşam akıntısının içindeler. Evler basık, kapısız, penceresiz. Duvardaki delikten ev insanları köy sokaklarını ve meydanını görebilirler. Hastalık ve ölüm kol geziyor. İnsanlar çoğu zaman civar köylerde yaptıkları hırsızlıkla geçiniyorlar. İneği öldüğü için kendini Meşd Hasan’ın ineği sanan adam, doyum bilmez bir oburlukla fare kulaklı, kurbağa gözlü tuhaf bir canavara dönüşen Kızıl Saçlı, Muhtar’ın karısının, yaklaşıp uzaklaşan nereden geldiği belirsiz çan sesi eşliğinde, ölüsünü taşıdıkları o ölümün yuvası hastane, köydeki kara alemler, sancaklar… tümü bir anlatının parçalarıdır. Birbirinden bağımsız ama birbirinin devamı olan sekiz kısa öykü. Saedi bu öykülerle İran edebiyatının en parlak örneğini sunmuştur. Farsça kaleme aldığı eserlerden kendi anadili olmamasından kaynaklı diyaloglardaki düşüşlere rağmen anlatıda uyguladığı kesintilerle Farsça öykü anlatımına yeni bir soluk getirmiştir. İster Beyel’in Yas Tutanları olsun ister Dendil, Verezil’in Değnekçileri, Korku ve Ürperti ya da Dilenci ve Saadatname gibi yazdığı diğer oyunlar ve öyküler olsun korku, evham, bilinmezlik atmosferinde yaşama tutunmaya çalışan yoksul ve aldatılmış insanların yaşamları en gerçekçi dille yansıtılmıştır.  Büyülü realizmin öncüsü olarak Saedi, “Yazmak olmasaydı çoktan intihar ederdim!” derken yazmaya olan tutkusunu en yalın şekilde dile getirmiştir. Paris’teyken Yılmaz Güney’le birtakım projeler üzerinde konuştuklarını aktaran ve Yılmaz’ın ölümünden sonra hayata gözlerini yuman Saedi, onun yanında Pere Lachaise Mezarlığı’nda toprağa verilerek, onunla olan yoldaşlığını sürdürüyor. 

* Bu makale Qobustan E-Dergisi, İkinci sayısı, Şubat 2023’te yayımlanmıştır.


[1] Beyel’in Yas Tutanları, Gulam Hüseyin Saedi, Çev. Haşim Hüsrevşahi, Totem Yayınları, 2017

[2] Dilenci, Gulam Hüseyin Saedi, İran Öykü Antoloji, Haşim Hüsrevşahi, Dünya Yayınları, 2004

[3] Ölümü Gözlerinden Gördüm, roman, Haşim Hüsrevşahi, Totem Yayınları, 2010

Gulam Hüseyin Saedi: Paris

Yorum bırakın