Bir deneme: H. H:
Bu denemedeki şiirler yazar tarafından özgün dilinden çevrilmiştir.
Bir şiir çeşitli pencerelerden bakılarak ve farklı yöntemlerle ele alınarak irdelenebilir. Bakış açısı veya irdeleme yöntemi ne olursa olsun şiiri oluşturan sözcükleri ele almaya mecburdur. Şairin bir gönderiyi (anlamlandırmayı), bir imgeyi, bir müziksel bütünlüğü ya da buna benzer şiirin herhangi bir kaçınılmazını seçerken, o andaki ya da öncesindeki duygusal ve düşünsel dünyasının oluşumunda etkili olan koşulları ve etkenleri irdelemek de önerilebilir. Nihayetinde şairin seçtiği sözcükler onun yaşamıyla doğrudan ya da dolaylı ilintili olduğundan diyebiliriz ki şiir şairin yaşamının bir tanığıdır, ya da şair kendi yaşamının tanıklığını şiiri ile yapar. Bu bakışla şiir metnini ele alırken o metni yazanın bir yandan yaşam öyküsüne, sahip olduğu ya da olmadığı fiziksel, ruhsal durumları, sosyal konumları ve hatta eğitimsel kazanımlarına göz önünde bulundurulmalıdır. Elbette şairin “durumu” şiirin şiirsel ya da edebi değerini belirlemez ancak onu bağlamıyla anlamamıza yardımcı olur.
Şiirleri ve yaşamaları hakkında onlarca inceleme ve eleştirel makale yazılmış olan iki büyük ve dünyaca tanınmış şairi tüm yönleriyle karşılaştırmak kuşkusuz bir makalenin değil bir kitabın konusu olabilir. Yaşamlarının ve şiirlerinin benzeşmesi, aynı yıllarda yaşamış ve yaşama gözlerini yummuş Furuğ Ferruhzad ve Sylvia Plath’a yakından bakmak için birer bahanedir. Bu yazıda iki şairin yaşamlarına çok kısa bakış attıktan sonra şiirlerindeki ayna temasına değinilecek, iki şairin yaşam-öyküsel ve ruhsal benzerlikleri bağlamında ve kimi yerde ondan bağımsız olarak örneklemeye gidilecek.
Kısa Yaşamlarından Kısa Kesitler
Bir rastlantıydı! 27 Ekim 1932 tarihinde Amerika’nın Masaçuset eyaletinde Boston şehrinde iki üniversite mensubu olan bir çiftin bir kız çocuğu dünyaya geldi. Annesi Aurelia, Avusturya asıllı bir Amerikan, Boston Üniversitesi’nde kocasının öğrencisi. Babası Otto Plath; Polonya asıllı bir Alman, Boston Üniversitesi’nde biyoloji profesörü. Sylvia, ailenin iki çocuğundan ilki.
İki yıl iki ay sonra dünyanın diğer ucunda 29 Aralık 1934’te Tahran’da bir kız çocuğu dünyaya geldi. Annesi ev kadını Turan Veziritebar ve babası Albay Mohammed Ferruhzad. Adına Furuğuzzaman dendi. Ailenin üçüncü çocuğu. Ancak daha sonra birkaç çocuk daha bunlara katılacak.
Sylvia’nın babası arı ve bal uzmanıydı ve kendisi diyabet hastası. Hastalığının komplikasyonundan öldüğünde Sylvia sekiz yaşındaydı ve onun ölümü Sylvia’nın ciddi ruhsal sarsıntı geçirmesine yol açtı. Sylvia babasının ölümünden birkaç hafta sonra ilk şiirini yazdı ve Boston Herald’ın çocuklar sayfasında yayımlandı. “Babasının ölüm haberini aldığında annesine ‘Bir daha Tanrı’yla konuşmayacağım’ diyen Sylvia daha sonra günlüğüne şu notu düşüyor: ‘Sanırım aşağı yukarı 9 yaşıma kadar mutlu, gayet dertsiz tasasız biriydim. Dokuzuma geldiğimde hayallerim hepten yıkıldı.’”[1]
Furuğ’un babası faşist bir kralın jandarma komutanlarındandı ve kralın köylünün ya da bir feodallerin elinden alıp zorla sahiplendiği arsaların ve taşınmazların emlak işlerine bakardı. Zengin kütüphanesi vardı ve evde egemen kıldığı sarsılmaz askeri disiplini. Albay bireysel olarak aşık meşrep ve kadınlara özel yakınlık duyan biriydi. Sevgi doluydu ancak evde ve aile içinde kimse bu sevgiden açıktan nasibini almazdı. Albay on altısına gelmiş kızlarını evlendirerek ve oğlunu Almanya’ya eğitime göndererek evi oldukça tenhalaştırıp ve ikinci evliliğini gerçekleştirdi. Furuğ’un ablası Puran bir söyleşide şöyle der: “Babamızın ikinci evliliğe karar vermesi evi dağıttı. Aile içi atmosfer çok çalkantıyla ve kargaşayla doldu.” Albayın ikinci evliliğinden çocukları oldu. Albay uzun yaşadı ve genç yaşta ölen kızı Furuğ’un toprağa verilişine tanık oldu.
Sylvia 18 yaşında koleje girerek üniversite eğitimine başladı ve başarılı eğitim hayatının yanı sıra kaleme aldığı yazıları dergilerde yayınlamaya başladı. Ödüller aldı ve New York’a giderek Mademoiselle dergisinde düzeltmen olarak çalışsa da sadece bir ay çalıştığı bu görevde uğradığı başarısızlıkla ve depresif bir ruhla Boston’a döndü ve ilk kez 24 Ağustos 1953’te intihara kalkıştı. Ruh hastalıkları kliniğinde yattı ve elektrik şoku aldı. Sonraki yıllarda bunları Sırça Fanus adlı eserinde kaleme aldı.
Furuğ düzenli bir akademik eğitim almadı. Liseyi bitiremeden iki yıllık sanat okuluna katıldı. Çok okudu ve sürekli yazdı. On altı yaşındayken kendinden yaşça büyük ünlü edebiyatçı Perviz Şapur’la evlendi. Ahvaz şehrine taşındı. On yedisinde Tutsak adlı toplu şiirlerini yayımladı. On sekizinde bir çocuğu oldu ve on dokuzunda kocası onu boşadı, çocuğuyla görüşmeyi ona yasakladı. Yirmisinde Tahran’da baba evinden kovulduktan sonra yalnız bir kadın olarak yaşamaya devam etti. Yirmi bir yaşındayken derin bir depresyondayken intihara kalkıştı. Hastaneye yatırıldı elektrik şok verildi. Hastaneden çıktıktan sonra iki yıl içinde Duvar ve İsyan adlı eserlerini yayımladı. Birçok dergide şiirleri yayımlanmaya başladı.
Sylvia ilk ulusal çapta şiirini yayımladığında on sekiz yaşındaydı ve bunu takibinde yirmi üç yaşına geldiğinde ikinci kez intihara kalkıştı. Aynı yıl Cambridge Üniversitesi’nden burs kazanarak Londra’ya geçti ve orada 24 yaşındayken kendinden iki yaş büyük ünlü şair Ted Hughes’la evlendi ve bir sene sonra onunla birlikte Amerika’ya döndü. 1960 yılında 28 yaşındayken ilk toplu eseri The Colossus and Other Poems adı altında yayımlandı. İki sene sonra ikinci çocuğu dünyaya geldiği yıl kocasının onu aldatması nedeniyle boşandı ve iki küçük çocuğuyla birlikte Londra’nın banliyösüne yerleşti. Syliva yalnız ruhuna dost bir eş bulmak için şair Richard Murphey ve şair, editör Al Alvarez ile tanıştıysa da bu ilişkiler asla Sylvia’nın ruhsal yalnızlığına yanıt vermedi ve onun acılarını dindiremedi. Al Alvarez bir konuşmasında bu durumu kısa ve kesin bir şekilde dillendirmişti: “Ben aptaldım!”[2] Ted’den ayrıldıktan sonra, Londra’da şair William Butler Yeast’in yaşadığı eve taşınarak aylar içinde görülmemiş bir enerji ile peş peşe şiirler yazdı ve bir yıl sonra görülmemiş bir soğuk bir kış günü 11 Şubat 1963’te intihar ederek otuz bir yaşındayken yaşamına son verdi.
Furuğ yalnız yaşarken tanıştığı bir derginin sahibi ve editörü, Fruruğ’la daha evliyken yaşadığı aşk hayatını bir öykü olarak yayımladı. Edebiyat dünyasının ileri gelenlerinden birçoğu, dergiler, entelektüel topluluklar onun şiirini ve bir kadın olarak şahsını en acımasız eleştiri, iftira ve yaftalara maruz bıraktılar. Yirmi üç yaşındayken otuz altı yaşındaki ünlü sinemacı, yazar, evli ve çocuk sahibi İbrahim Golestan’la tanıştı ve onunla aşk dünyasına adım attı. Golestan’ın eşi ve çocukları bu ilişkiden habersiz değillerdi. Beş sene sonra Yeniden Doğuş adlı toplu şiirlerini yayımlayan Furuğ Ev Karadır filmini yönetti. Şair ve ressam Sohrab Sepehri’nin atölyesinde resimler çizdi. Yoğun toplumsal baskılar altında iki kez daha intihara kalkıştı. Kurtardılar. 13 Şubat 1967’te soğuk, karlı bir kış gününde bir araba kazasında otuz iki yaşındayken yaşama gözlerini yumdu.
Ne acı ironidir ki Syliva’nın mezar taşında onu aldatan ve kadın topluluklarının bütün itirazlarına rağmen Hughes soyadı kazınmış ve Furuğ’un mezar taşında ise onu evinden kovan “Albay Mohammed Ferruhzad’ın çocuğu” ibaresi yazılıdır!
Sylvia ve Furuğ genç yaşlarında şiir yazmaya başlamışlarsa da onların adlarını ülkelerinde ve dünyada kalıcı kılan, önemli bir bölümü ölümlerinden hemen önce ya da ölümlerinden sonra yayınlanan şiirleri dolaysıyla olmuştur. Her iki kadın toplumda hakkettikleri yere varmak için bir yandan eril dünyanın acımasız kurallarına ve geleneklerine karşı olağanüstü mücadele vermek zorunda bırakılmışlar diğer yandan ise kocalarının rollerinden dolayı moral zorbalıklara maruz kalmışlardır.
Ted Hughes Amerika’da ünlendikçe Sylvia “eş”, “anne” ve “ev kadını” rollerini taşımaya mecbur kılınmış ve yaratıcılığı için gereksinimi olan “kendine ait bir oda”[3] ve kendine ait bir zaman bulmakta zor koşullar yaşamıştır. Boston’dan tekrar İngiltere’ye döndükten sonra bile Sylvia zamanını “çocuklara kurabiye yapmakla” ve vaktini mutfakta geçirmekle harcar olmuş ve ancak sabah saat 4’te başlayan iki ya da üç saatlik kendine ait “özel” zaman bulabilmiştir. İşte bu “meşgul” zamanlar döneminde kocası başka bir kadınla onu aldatmaya başlamış. Eylül ayında Ted eşyalarını toplamaya geldiğinde Sylvia’ya onunla yaşamaktan ne kadar çok nefret ettiğini dile getirmiş, bu ise babasının ölümünden sonra belki de Sylvia’yı derinden yaralayan ikinci darbe olmuş ve bu duygularla 11 Ekim ile 4 Kasım arasında yani ölümünden yaklaşık üç ay önce yirmi sekiz önemli şiirini yazmış ve bu şiirler onun ölümünden sonra Ariel adlı toplu şiir kitabında yer almıştır.
Bir mektubunda Furuğ’a “Karşı cinse pek hoş düşünceler beslemiyorum. Sizin [kadınların, h.h.] yanınızda bir hakikatin var olduğuna inanamıyorum ve şayet bulunursa da çok az ve değersiz olduğundan eminim…” diye yazan Perviz’in Furuğ’u ev kadını olmaya zorlamış, şiir yazmasına karşı çıkmış, sosyal ilişkilerini kısıtlayıp ve nihayetinde onu boşadıktan sonra tekçe çocuğu Kamyar’la görüşmeyi ona yasaklamış bu ise Furuğ’u derinden yaralamıştır. Golestan’la karşılaşması Furuğ’a yeni bir dünya ve yeni bir sevda kapısı açmışsa da Golestan’ın kişisel ve kişiliksel yapısından dolayı Furuğ daha büyük sıkıntılar içine girmiş ve daha fazla çaba harcamak zorunda kalmıştır. Furuğ birinde Golestan Avrupa gezisindeyken Stüdyo’da çalışırken Golestan’ın çekmecesinde bulduğu eşine hitaben yazdığı mektupta, başka sevdiği bir kadın olmadığını ve Furuğ’un onun için ancak geçici bir meşguliyet olduğunu, yazdığını görünce büyük hayal kırıklığı yaşamış ve derinden yaralanmıştır. Ablası Puran’ın anlattığına göre “Bu adamın (Golestan’ın, h.h.) Furuğ’a yarattığı rahatsızlıklardan dolayı Furuğ intihara kalkıştı.”[4] Furuğ bir öyküsünde şöyle yazar: “Dudaklarımdan öptü. Dudakları soğuktu. Birbirimizi bulmak için boşuna uğraştık. Geç olmuştu artık. O, ‘Ben karımdan ayrılırım ve şayet istersen sen hep burada kalırsın!’ dedi.”[5]
Ted ve İbrahim’in Sylvia ve Furuğ üzerindeki etkisi çelişik olsa da Sylvia evlendikten sonra yazıdan giderek uzaklaşmaya başladığı bir gerçektir. Buna karşı Furuğ, İbrahim’le tanıştıktan sonra daha çok yazmaya yüz koydu. Bir rastlantıdır: İki genç kadın şair Furuğ ve Sylvia, iki kendini beğenmiş şair, yazar ve sanatçı adam (Perviz’i saymazsak) İbrahim ve Ted!
Hem Furuğ hem Sylvia ruhsal olarak bipolar (çift kutup, manik-depresif) ruh hastalığı belirti ve bulguları verdikleri ve her iki şairin coşkun dönemlerinin yanı sıra çöküntü süreçleri yaşadıkları bilinir. Furuğ çöküntü dönemlerinde günlerce odasına kapanır, kimseyle konuşmaz, yemez, içmezdi. Sylvia’nın dönem dönem depresyona girdiği özellikle evlendikten sonra, Rock Harbor’da Midye Avcısı ve Noktürn (Gece Serenadı) adlı şiirlerinin yayımlanmasının ardından ve Ted’den ayrıldıktan sonra derin depresyona girmiştir. Psikolog James C. Kaufman, Sylivia’nın yaşamını ve bir depresyon döneminde intihar etmesini inceleyerek şairlerin diğer yaratıcı yazarlara göre bir fenomen olarak ruhsal rahatsızlıklara daha yatkın olduklarını ileri sürmüş ve bunu ‘Sylvia Plath etkisi’ olarak adlandırmıştır[6].
Furuğ şiirini üç döneme ayırmak mümkündür. İlk dönem, hamlık dönemi şiirlerini Tutsak, Duvar ve İsyan’da topladı. İkinci dönem Perviz’den ayrılıp Golestan’la tanıştıktan sonra kaleme aldığı Yeniden Doğuş toplu şiirlerini içeren şiirleri kapsar. İnanalım Soğuk Mevsimin Başlangıcına adı altında toplanan üçüncü dönem şiirleri ise ölümünden sonra okurlarıyla buluşmuştur.
Sylvia’nin şiirini de üç döneme ayırmak mümkündür: İlk gençlik yıllarında daha çok karalamaya benzer şiirleri, ikinci dönem 1956-1960 yılları yani 24-29 yaşları arası ve son dönem olgunluk yılları şiirleri. Ted Hughes’in onun şiirlerine yazdığı önsözde bu dönemi hakkında “Bazı şiirlerinin yeniden yazmış ve bazıları ise başkalarının şiirlerine yanıt olarak kaleme almış,”[7] der.
Sylvia, şiirlerinin yanı sıra öykü, roman, çocuk hikâyeleri ve makaleler yazdı. Furuğ şiirlerinin yanı sıra öykü, senaryo yazdı, film yönetmenliği üstlendi, resim çizdi, tiyatro oyunculuğu yaptı ve kısa filmlerde rol aldı.
Yarım yüzyıl geçmesine rağmen bu iki kadının yaşamı ve eserleri dünyanın dört bir yanında önemli eleştirmenlerin derin ve geniş yazınsal irdelemelerine konu olmaya devam etmektedir. Bu iki şairin benliklerini çırılçıplak bir hassasiyet, mazlumiyet, başkaldırı ve duyguyla yansıtan şiirleri kimi ortak özellikler içerir.
Ayna ve Zeval
Kadının biyolojik özelliği, eril toplumdaki geleneklerin ve inançların belirlediği yeri, kadının kendine ve topluma bakışı, onun yaşadığı sosyal ve kültürel çevrenden etkilenmesi ve o çevrene etkileri ve birçok faktörler sonucunda ortaya çıkan şiiri elbette ki tek bir şablon içinde ele almak mümkün değil. Hele ki kendine bakma ve egemen kültür ve yer ve konum belirleme zorbalığına karşı ve ondan uzaklaşma isteği kadın şiirinin temel dokusunu oluşturmada büyük rol oynarken. Diğer yandan, Hélène Cixous’nun Medusa’nın Gülüşü adlı çalışmasında vurguladığı gibi écriture feminine (kadın yazını)’de kadının kendi biyolojik ritminin de yansıdığı ve eril şiir ritminin parçalandığı, eril dil dizgesel yapının yadsındığı dişil şiir akışında şairin kendine tanıklığına tanık oluruz. “Kendilerine Ait Bir Edebiyat”[8] adlı akademik monografında Elaine Showalter de yüzlerce diğer araştırmacı, yazar, düşünür kadın gibi kadınların yazınsal eylemlerinin özelliklerine yakından irdelemektedir.
Gözün takılması ve göz atma ile bakmayı ayırıyorum. “Bakmak” bir nesneyi/kimseyi isteyerek gözlemlemek, onu anlamak eylemidir bir bakıma. Bir nesneye baktığımızda onu algılamamız için aslında o nesnenin somut varlığına bağlı olduğu halde yüzeyinden derinine inmek zorundayız. Bu süreçte, ister istemez, onu oluşturan kimi parçaları kaybederiz. Bu yitirme nesnede cereyan etmez. Biz onu kendi içimizde kaybedeceğiz ve böylece o nesneyi eksileni ile algılayacak, yaşamımıza dâhil edeceğiz, eksilenin ne olduğunu bilmesek de.
Burada belki, yanıt bekleyen daha ciddi sorun oluşturan o soruyu sormalı: “Acaba o kaybolan kısma ne olacak?” Oyuncaklarıyla oynayan bir çocuğa bakıyoruz diyelim. Onun oturuşundan, el hareketlerinden, mimiklerinden, çıkardığı seslerden ve hatta onun oynadığı objeye bakışının toplamından o çocuğu ve durumunu algılıyoruz diyelim. Fakat, gözlemlememizdeki tüm titizliğimize rağmen, bizde onun dünyasında var olandan daha eksik bir “duygu ya da bilgi” oluşacağından, kaybolan parçadan dolayı biz hâlâ işin eksik yanında duruyoruz olacağız. Ayrıca diyelim ki o anda o çocuğun büyüdüğünü, ona bakan kişinin yani bizim yaşımıza geldiğini düşünelim. O çocuğun o “anının” kaybolup gideceği başka bir eksikliğin kaynağı olacak! Bu eksilmeler kümesi ve yitirilmişler dünyası bir hüzün kaynağı olur.
Ayna önünde duruyoruz. “Kendimizi” izliyoruz. Bu izlemede, tüm dikkatimize rağmen bir karanlık, gölgeli yan olduğunun da farkındayız. Karşıdakinin gözüyle bu yana bakmak belki bu karanlığın derinliğini azaltır diye düşünürüz belki, emin değilim. Aynanın önünden çekildiğimizde iki dünya aynı anda kaybolur: aynaya bakanın ve aynadaki bakanın dünyaları! Bu kayboluşlar gelecekteki ölüm aldı mutlak zeval oluşun bir provasıdır. Aynaya bakan aynadan uzaklaşınca kendisiyle bir imge taşıyabilir ve onu kendi içinde canlı tutabilir ancak aynadakinin ne olacağı hakkında bir bilgimiz yok! Aynaya bakan kişinin yeniden o aynaya dönemeyeceği, dönse dahi o geçmiş andaki kaybolup giden yüzle bir daha asla buluşamayacağı gerçeğini algılamak, bir tanıklık olarak bu eksilmeleri ele almak başka bir konudur.
Şair kendine tanıklık etmediği sürece onun dürüstlüğüne nasıl güvenebiliriz? Tanıklık eden bakışlardan biri de yaşam aynasına bakışla olasıdır. Erkek sadece sakalını tıraş etmek için ya da kadın sadece saçlarını taramak için durmaz ayna karşısında. İnsan bilinci ya da bilinçaltı önünde sonunda ona aynadakinin gözlerinin içine bakmayı dikte eder. Cereyan eden bu bakışmayı hem aynaya bakan hem de aynadakinin ona bakışı yönünde irdelemek olasıdır -ki çokça irdelenmiştir-. Aynaya bakmak belki de Derrida’nın kedisinin ona banyoda çıplakken bakışı gibidir. Derrida’ya göre kedinin o bakışı ona şu soruyu sorduruyor: Ben kimim?[9]
Birine baktığımızda onu kendinden soyutlayıp kendimize yaklaştırmıyor ya da uzaklaştırmıyor muyuz? Sevmek için ya da yok etmek için! Bu bakış bir bakıma onu kendinden edip kendime mal etmek değil mi? Kendime mal ederken ondan neler kaybettirdiğini algılayabiliyor muyuz? Yoksa kaybedilenler, tam bir bilinçaltında yitirilmiş gibi saklananlar gibi mi? Bakışta yok olmaktan önce, aynada zevali yaşamaktan önce bir yok ediliş söz konusu mudur?
Hemen hemen hepimiz sıkıntı verecek ölçüde rutinleşmiş bir şekilde sabahları ayna karşısında dururuz. Görüntümüzü “gözden geçiririz”. Ne zamanki bakmak için aynanın önünde dururuz işte o zaman var olma durumumuz açısından bir tanıklık süreci yaşanır. Tanıklık bir şeyi ispat için ya da kendinden sonra başkasına aktarırken doğruluğuna inandırmak için değil mi? Hayır değil. Aynanın bu yanındaki benim kendime ait, ruhuma ait tanıklığımın yanı sıra, belki de ondan daha önemlisi aynadaki benin bana gösterdiklerinin gerçekliğine tanık olmaktır. Burada nesnelere baktığımızda sebep olduğumuz soyutlama –örneğin şiir oluştuğunda- ve bu süreç içinde yol açtığımız kayıplar çoğalmıyor mu?
Aynanın önünden ayrılmalıyız. Kendimizden ve işte bu yaşamdan ayrılmalıyız. Aynadaki suretimin yok olması, hayattaki suretimin yok oluşundan ne farkı var?
Örnek Şiirler
Şiiri genel olarak incelerken onun dilinin ve bu dili bir araç ya da teknik olarak şair tarafından nasıl işlendiğinin öncelikle biçimine ve bütünündeki kendi içindeki referanslarıyla ele almak kabul edilir bir yöntem olabilir. Sylvia ve Furuğ şiirinde biz sözcüklerin alışılagelmiş yer ve referanslarından farklı bir yer ve referansla, alıştığımız gelenekseli yadsıyan bir yer ve referansta olduklarıyla karşılaşırız.
Örneğin Sylvia Ayna adlı şiirinde şairin sesini duyacağımıza onun sesini ayna tarafından duymaktayız. Nesne aynaya bakacağına, ayna nesneye bakmaktadır.
Ayna
Ben gümüşüm[1] ve eksiksiz. Ön yargısız
Gördüklerimi hemen yutarım
Olduğu gibi, aşkla ya da nefretle buğulanmadan
Zalim değilim, sadece içtenim
Küçük tanrının gözü, her bir köşede.
Çoğu zaman gözlerim karşı duvara dalar
Pembedir, benek dolu. Uzun süre baktım ona
Sanırım kalbimin bir parçasıdır o. Ama titreyen alevdir o
Yüzler ve karanlık ayırır bizi durmadan
Şimdi ben bir gölüm. Bir kadın eğilir üzerime
Gerçekten o kadın nedir diye benim ulaştıklarımı arayarak
Sonra o yalancılara döner; mumlara ya da aya
Sırtını görürüm onun ve dürüstçe yansıtırım
Beni gözyaşları ve ellerin heyecanı ile ödüllendirir
Onun için önemliyim. Gelir ve gider.
Her sabah karanlıkla yer değiştiren onun yüzüdür
İçimde genç bir kızı boğmuştur o, içimde yaşlı bir kadın
Peş peşe gelen günlere doğar, korkunç bir balık gibi.
Bir tanıklık şiiri olarak Syliva’nın uzunca bir şiiri:
Lady Lazarus
Yine yaptım işte.
Her on yılda bir kez
Üstesinden gelirim ——-
Bir çeşit ayaklı mucize, cildim
Nazi lambası kadar parlak
Sağ ayağım
Bir kâğıt ağırlığı,
Mimiksiz suratım, ince
Yahudi keten bezi.
Sıyır çarşafı üzerimden
Ey düşmanım benim!
Korkutuyor muyum? ——-
Burun, göz çukurları, tekmil dişler?
Kekremmiş nefes
Bir günde kaybolacak.
Yakında, pek yakında
Mezar ininin yediği et üzerimde olacak
Evimde
Ve ben gülümseyen bir kadın.
Ben daha otuz yaşındayım.
Ve bir kedi gibi dokuz canım var ölmek için
Bu Üçüncüdür
Ne muhteşem bir çöp
Her on yılda bir imha etmek için.
Ne tuhaf milyonlarca flaman.
Fıstık kıtırdatan kalabalık
Doluşur görmek için
Soyarlar beni el ve ayak—-
Büyük striptiz
Beyler, hanımlar
Bunlar benim ellerimdir
Bunlar da dizlerim
Ben belki de bir deri ve kemiğim,
Ama hala aynı kadınım, tıpatıp
İlk kez olduğunda on yaşındaydım
Bir kazaydı
İkincisinde kastettim
Asla geri gelmemek üzere bitirmeye
Kapatmıştım kendimi
Bir deniz kabuğu gibi
Bağırmaları gerekiyordu durmadan
Ve kurtçukları yapışkan inciler gibi üzerimden almaları gerekiyordu
Ölmek
Bir sanattır, diğer her sanat gibi
Onu öyle müstesna bir kusursuzlukla yaparım
ki cehennem gibi sanılır
ki gerçekmiş gibi
Sanırım bir çağrım olduğunu söyleyebilirsiniz.
Bir hücrede yapacak kadar kolaydır
Kımıltısız yapacak kadar kolaydır
Teatraldir.
Gündüz gözü geri gel
Aynı yere, aynı yüze, aynı yabana
Aynı şaşılası çığlığa:
“Mucize!”
İşte o beni devirir.
Bir bedeli var
Yara bereme bakmanın, bedeli var
Kalbimi dinlemenin ——–
O gerçekten çekip gider.
Ve bir bedeli var, çok büyük bir bedeli
Bir sözcüğün ya da dokunuşun
Ya da bir nabza kanın
Ya da bir saç telimin ya da giysilerimden bir parçanın.
İşte böyle Herr Doktor.
İşte, Herr Düşman.
Ben sizin eserinizim,
Ben sizin değerinizim
Saf altın bebeğiniz
Bir çığlığa eriyen.
Döner ve yanarım.
Sizin endişenizi hafife aldığımı sanmayın.
Kül, kül—–
Karıştırıp sıkıştırdığınız.
Et, kemik, burada başka bir şey yok–
Bir kalıp sabun,
Bir alyans,
Bir de altın dolgu.
Herr Tanrı, Herr Şeytan
Sakın
Sakın.
Külümden
Kızıl saçlarımla kalkarım
Ve insanları hava misali yerim.
Furuğ şiirinde ayna: (Değişik şiirlerinden parçalar)
gün boyu aynada ağlıyordum
bahar penceremi
ağaçların yeşil evhamına bırakmıştı
tenim sığmıyordu yalnızlığımın kozasına
ve kağıttan tacımın kokusu
o güneşsiz hükümranlığın havasını
kirletmişti
***
küçük odama adım atar
benden sonra anılarımdan habersiz biri
bağrımda ayna durur
bir tarak bir tel saç bir elin izi
***
dinle
sabah virtlerinin kalın sisinde
benim uzaklardaki sesimi dinle!
beni aynaların suskusunda seyret
***
korkuyor herkes
korkuyor herkes, ancak sen ve ben
ışığa, suya ve aynaya kavuştuk
ve korkmadık.
***
sen ışıklarınla gelirdin
çocuklar gidince
ve akasya başakları uyuyunca
ve ben aynada yalnız kalınca
sen ışıklarınla gelirdin…
***
ve benim yarı yanım olan kimse, benim dölümün içine dönmüştü
ve ben onu aynada görüyordum
ayna gibi duru ve aydındı
***
ne de sevecendin ey sevgili, ey biricik sevgili!
ne de sevecendin yalan söylerken
ne de sevecendin aynaların gözkapaklarını kapatırken
yalnızlık boyutlarındaki bir odada
aşk boyutlarındaki yüreğim
kendi mutluluğunun sade bahanelerini seyreder,
saksılardaki çiçeklerin güzelim yok oluşunu
ve senin bahçemizde diktiğin fidanı
ve bir pencere boyutlarında öten
kanarya ötüşlerini…
ah…
budur benim payıma düşen
budur benim payıma düşen
benim payıma düşen
bir perde asılmasının benden aldığı gökyüzüdür
benim payıma düşen, terk edilmiş merdivenden inmektir
ve ulaşmaktır bir şeylere
çürüyüşte ve gurbette


Karanlığından sonundan
Ve gecenin sonundan söz ediyorum
Evime gelirsen şayet
Benim için ey sevgili
Bir ışık getir
Ve mutlu sokağın kalabalığına bakacağım
Bir pencere”


[1] Gümüştenim olarak çevrilebilir.
[1] http://www.agos.com.tr/tr/yazi/9814/gozlerimi-kapatirim-ve
[2] https://www.theguardian.com/books/2000/mar/19/poetry.features
[3] Virginia Woolf’un bir eseri.
[4] Önce Ben Öleceğim, İkinci Cilt, çeviren ve derleyen Haşim Hüsrevşahi, Yayına hazır.
[5] Son Gün, Önce Ben Öleceğim, Birinci cilt, çeviren ve derleyen Haşim Hüsrevşahi, Totem Yayınları, 2019
[6] James C. Kaufman. The Sylvia Plath effect: Mental illness in eminent creative writes, January 2001, The Journal of creative behavior, 35(1):37-50
[7] Sylvia Ploth’ın yaşamı hakkındaki bilgilerin kaynakçası: https://www.feelthewords.com/author/sylvia-plath
[8] A Literature of Their Own Analysis – eNotes.com
[9] The Animal That Therefore I Am (More to Follow), Jacques Derrida; David Wills Critical Inquiry, Vol. 28, No. 2. (Winter, 2002)
