Bir Törenin Ardından…

Tören günü DTCF’nin yan sokağında arabayla ilerlediğimizde Fakülte’ye giriş bulamadık. Derken Anatominin orada iki araba çıktı biz de onların peşinden içeri girdik. Parkın kapısı kapanınca fark ettik, meğerse çıkış için kapı kumandası olması gerekirmiş. Eskiden böyle bir şey yoktu. Bu park yeri de okula girişlerden birinin yoluydu. Neyse.

Arabadan inince içimde tuhaf bir ürperti duyumsadım. Bu hissi yurt dışında çalıştığım, eğitim aldığım ya da gözlemci olarak bulunduğum onlarca hastaneye, üniversiteye girdiğimde duyumsamamıştım. Anatominin bu kapısına veda edeli 55 sene oluyordu!

Binanın arkasındaki ince patikadan geçtim. İki spor kortu yapmışlar. Bizim zamanımızda bunlar da yoktu. Soldan şimdi olmayan eski kantine göz attım. O dostça sıcak sohbetlerimizin geçtiği, salonun sonundaki masa tenisindeki oyunlarımız, çaylarımız, kahvelerimiz geldi aklıma… Bir de askeri darbe öncesi okuldaki çatışmalar, kavgalar, silah sesleri!

Morfoloji’nin geniş merdivenlerine gelince beni karşılayan tarifsiz bir heyecan, bir gurur ve kocaman bir “İşte!” idi. Tabutları son veda için merdivenlerin sonlandığı o geniş alana konan hocalarımızı minnetle andım. Binaya girer girmez sağ bloka giden merdivenlere baktım. Aliye Hoca durmuş bizi izliyordu sanki! Soldaki merdivenlerde ise Mehmet Hoca! “Aferin size çocuklar… Başardınız!” diyorlardı. Salona gitmek için merdivenlerden inerken Ayhan Hoca ve Ayten Hoca ile karşılaştım. Yine çok ciddi, yine güler yüzlü!

Hatırlarım, Harvard ile afiliye İran Pahlevi Üniversite Çocuk bölümünü bitirdikten sonra ve korkunç zor olan İran Pediatri Board sınavını verdikten sonra Türkiye’ye geri gelmiştim. Sağlık Bakanlığı’nca değerlendirme sınavı alınacaktı. Dört yıl süre ile pediatri asistanı olduğum Cebeci’deki klinikte sınav yapılacaktı. Karşımda değerli hocam Ayhan Çavdar vardı. Sorular, sorular… Sınav sonunda Ayhan Hocanın ayağa kalkıp bana doğru geldiğini, elini uzatarak: “Tebrik ederim Haşim… Uzun zamandır bu kadar başarılı bir sınav almamıştım,” dediğini dün gibi hatırlarım. O anki mutluluğumun tanımlanması olası değil. Sınavı başarmak mesele değildi. Bu mutluluğun nedeni büyük bir hocanın alçak gönüllülükle genç bir hekimi taltif edişine tanık olmamdı. Bir ders daha vermişti hocam.

Buna benzer bir olay da Kanada’da Toronto’da Hospital For Sick Children’de (HSC) yaşamıştım. Unutmam. doksanlı yılların başı. Hastanenin kardiyoloji bölümü direktörü Robert M. Freedom’la görüşmek istiyordum. Aylar süren telefon çabam işe yaramayıp doğrudan kendisine yazdığım mektup sonrasında bölümünden aranmıştım. Hoca ile 5 dakika görüşme şansı elde edebilmiştim. Sabah saat 7 ile 7’yi 5 geçe! Yarım saat öncesinde kapısında oturuyordum. Güler yüzle karşılamış odasına almıştı. Sohbetimiz ısınınca 5 dakikalık randevu tam kırk dakika sürmüş ve benim o hastanedeki bulunma maceram başlamıştı. Birkaç ay sonra hoca, biz Fellowlar ona Bob derdik, beni yanına çağırdı. Bir konu verdi. Bilimsel bir araştırma konusu. Hummalı bir çalışmaya girmiştim. Hastanenin mikrofilmlerini, yüzlerce EKG’yi, hasta dosyalarını didik didik ederek ilerliyordum. Ara sonuçları Bob’la paylaşıyordum. Birinde bana “Bu atrial isomerism konusunu ilk kez ben yetmişli yıllarda rapor ettim… ilginç bir konudur!” dedi. Onun bu sözü bana Queens’ Hospital’deki büyük insan, büyük düşünür, Çocuk Kardiyoloji alanında dahi, Dr. J. G. Shakibi hocamın sözünü anımsattı: “Aklına bir konu geliyorsa bil ki senden önce onu düşünenler olmuştur!” İçime kurt düşmüştü. Gece geç saatlere kadar HSC’nin kütüphanesinde İngilizce literatürü tarayarak “ilk” raporu bulmaya çalıştım. Sonuç: sıfır! Konunun peşini bırakmadım. Bu kez günler sürecek Almanca literatürü taramaya koyuldum. Ve sonunda buldum. Freedom’dan yaklaşık 6-7 sene önce bir Alman bilim insanı konu hakkında bulgularını ve düşüncelerini bildirmişti. Heyecandan kalbim duracaktı. İçim içime sığmıyordu. Ertesi günü Almanca makalenin özetini İngilizceye çevirerek Bob’ın masasına koydum. “Bob! İlk rapor senin değilmiş!” dedim ve gülümsedim. O büyük hoca, pediatrik kardiyolojinin babası, erdemli hekim, dünyaca tanınmış bilim insanı kitabını yazmakta olduğu masasından kalktı (o kitabı yayınlatınca bir nüshasını imzalayarak bana hediye etmişti. Hala kitaplığımda durur.) yanıma geldi elini uzattı gülümseyerek, “Teşekkür ederim, teşekkür ederim Haşim,” dedi. Hocam, bu alçak gönüllü hareketi ile bana ders vermişti. Onu büyük bir yanılgıdan kurtardığım için mutluydu. Minnet duyuyordu. Ancak bu davranışıyla bana verdiği dersi de asla unutmadım. Araştırma bitince makalede ilk isim olarak onun adını yazmıştım doğal olarak. Ancak o, “Hayır Haşim! İlk isim olarak kendi adını yaz!” dedi. Freedom Hocam 2004 yılında vefat etti.

Bütün o hocalarımı, bana kazandırmaya çalıştıkları, sundukları bilgi, görgü, bilime heves, araştırmaya açlık, meslektaşlarına etik, hastalarına şefkati ve sayamadığım binlerce erdem için hepsini rahmetle, şükranla, minnetle anıyorum. Onlardan binde bir de almışsam bunca çabaya değer!

Morfoloji’nin kokteyl salonuna dönüştürülmüş bölümünde 50 sene sonra karşılaştığım arkadaşlar elli senenin hasretini kucaklaşarak, gülüşerek gideriyorlardı. Görüşüp sarıldığım, göremeyip sarılamadığım arkadaşlar… Elli altı yıl çalışkanlık, elli yıllık bilfiil insanlara hizmet. Hizmet dediysem öyle bakanlık, milletvekilliği falandan söz etmiyorum. O makamları küçümsemiyorum tabi, ama bana göre o hizmetlerin topu bir hekimin tababet hizmetinin tırnağı bile olamaz. Neden mi? Hayattan daha değerli ne olabilir ki! Bu muazzam görkemli varlığın bir parçası olarak nefes alıp vermekten daha güzel ne olabilir ki! Bu güzelliği görmekten, onu hissetmekten, mutlu olup onu duyumsamaktan daha görkemli ne olabilir ki. İnsanları acılarından, dertlerinden kurtarmaktan daha kutsal ne olabilir ki! İşte bir tabip insanlara yitirdikleri bu yetilerini yeniden kazandırdıkları için “olağandışı varlıklar”dır benim gözümde. Tanrıya inanalar yanında bu bir tanrısal görevdir, onun temsilciliğidir. Tanrıya inanmayanlar için ise o büyük evrensel bilgeliğin yeryüzündeki örneğidir! Ve bu yeryüzünde kutsallık varsa kuşkusuz o da hekimlik ve öğretmenliktir.

Çevremdeki elli yıl önce aynı sıralarda oturduğum, birbirimizi anımsayalım ya da anımsamayalım, dostlarımı görüyordum. Çok mutluydum. Mutluydum demek yetersiz kalıyor, kıvanç duyuyordum, onur duyuyordum. Ülkenin bu zeki, cefakeş, emeklerini alçak gönüllükle sunan çalışkan, bilim emekçisi, vatansever, diğerlerinin yolunu pırıl pırıl yıldızlar gibi, güneş gibi aydınlatan hekimlerin bir parçası olmak işte bu onurun kaynağıdır! Bu nedenle de bu değerli meslektaşlarımın, dostlarımın yüzüne bakarken ne kadar onur duysam azdı, ne kadar şişinsem azdı, ne kadar gözlerime yaş dolarak, kalbim kabararak “Şükürler olsun, bugünü de gördüm!” desem azdı.

Bir hastamı ziyaret etmem gerektiği nedeniyle törenden erken ayrıldım. Dostlarımla daha uzun süre birlikte olma şansım olmadı. Şimdi ve her daim hepsini teker teker dostlukla selamlıyor, kucaklıyor, bir dahaki görüşmemizi hasretle beklemeye koyuluyorum!

Bu anlamlı, kutlu töreni gerçekleştirmede emeği geçen herkese minnet ve şükranla…

26 Mart 2024

Prof. Dr. Haşim Hüsrevşahi

Hepsi içinde yayınlandı

Bir Törenin Ardından…” için 2 yorum

  1. Hakkiyla icra edildiginde hekimlik tam da sizin anlattiginiz degerde bir meslek,hatta sanat.Tebrik ederim.

Yorum bırakın