Fısıltı haberlerine göre dünyanın öteki ucunda birileri bir hastalık yaratmış. Hızla yayılıyormuş. Zaten dünyanın kaç ucu var ki! Müşterilerimden biri bu hastalığı bir zamanlar patlak veren Rusya’daki Çernobil olayına benzetiyordu. Benim aklıma ise İzlanda’daki o adını bir türlü okuyamadığım Eyjaf bilmem ne yanardağı patlamasını getiriyor. Dünyanı her bir köşesine yayılan öldürücü bulutları… Ama bültenlerde buluttan söz edilmiyor. Düşündüm ki bir hastalık nükleer bulut kadar öldürücü olamaz, inşallah onun kadar hızlı yayılmaz da.
Dükkânı kapatıp çıkmıştım. Komşu evden bu kısık sesli gülüşmeleri duyunca az da olsa neşelendim, içimden gülümsedim. BHirkça gün sonra eve dönerken manava uğradım. Manav elindeki bezle elmaları temizleyip tezgâha dizerken kendi kendine konuşuyor ve biraz da ayıplanacak bir sesle gülüyordu. Neyse… Aldırmadım. Adamın neşesini de kaçırmak istemedim doğrusu. Üç beş bir şeyler alıp eve yöneldim. Hanım rahmetli olalı kaç yıl olmuş… İki oğlan da evlenmiş, her biri başka büyük bir şehre göçmüşlerdi. Yani yalnız yaşıyorum.
Bir sabah işe gitmek üzere evden çıkmıştım. Çok uzaklaşmadan, karşı kaldırımda bir adamın katıla katıla güldüğünü gördüm. Münasebetsiz dedim içimden. Adam kesintisiz kahkaha atıyor, nefesi kesilecek gibi oluyor, kaykılıyor, bir sarhoş gibi sağa sola yalpalayarak yürüyordu. Şaşırmıştım da. Ama benim de dudaklarıma elimde olmadan bir gülümseme yerleştiğini fark ettim. Sarhoş mu diye dikkatle bakınca o, beklenmedik bir anda caddeye adım attığı gibi hızla geçen bir arabanın çarpmasıyla havaya fırlayıp yere kapaklandı. Kahkahası kesilmişti ama kan revan içindeki ağzı hâlâ geniş geniş gülüyor gibiydi. Kalabalık anında başına üşüştü. O an herkes doktordu. Kimisi kolunu oynatıyor, kimisi bacağını kaldırıyor; kimisi parmağını neredeyse gözüne, burnuna sokuyordu. Biri de eğilip filmlerde gördüğümüz gibi ağzını ağzına dayadı ve nefes vermeye başladı. Yanındakine de “Haydi göğsüne masaj versenize!” diye bağırıyordu. Benim gibi kalabalığın dış sırasında bekleyen ve merakla olup bitenleri izleyen genç bir kadın, herhâlde kocası olan adamın elini sıkı sıkı tutmuş gülümsüyordu. Kocası da komik bir şey duymuş gibi kıkırdıyordu. Çok bozuldum. Ambulans gelmeden oradan uzaklaştım.
Sanırım bir hafta falan sonrasındaydı dükkânı besmeleyle açtım. Işıkları yaktım. Televizyonun düğmesine bastım. Çayımı demledim. Çamaşır kurutmalığını dükkânın önüne kurdum. Bir iki havlu astım askıya. Dükkân kapısında durup ilk sigaramı yaktım. Çok geçmeden itfaiye arabaları peş peşe ve hızla kavşağı geçip gitti. Yandaki zücaciyeci arabaları izlemek için dışarı çıktı. “Ne oldu komşu?” diye sordum. Dudak büzerek bilmediğini ima etti. Ama televizyon birkaç dakika içinde haberi alt yazı olarak geçti. Güya ötedeki mahalle büyük bir yangın çıkmış. İtfaiye arabaları sokaklara giremediğinden çok sayıda vatandaş mahsur kalmış. Tehlike büyükmüş. Öğlen bülteninde onlarca vatandaşın yanarak öldüğünü duyduk. Elimin altında sakalını düzenlediğim adam, sinir bozucu bir şekilde giderek kahkahaya dönüşen gülüşü arasında anlatıyordu yangını: “Sokakları haha… baştannn… geniş tutmazlar… eh işte hahaha… olacağı bu işte!” diyordu. Bunun neresi komik diye düşünüyorken adam kasılıp katılmaya başladı. Daha ben beyefendi demeye kalmadan yerinden kalktı. Suratının ortasındaki köpükle dükkândan fırladı. İki eli karnında, ikiye katlanmış gülüyordu. Peşinden koştum. Ama bir şey söylemeden adam yere yığıldı. Nefes almıyordu. “Hay Allah!” dedim korkarak. Millet yine toplandı. Genç sayılan bir adam gülerek, “Adam ölmüş! Ama ne olur ne olmaz, yine de ambulans çağırmalı!” dedi.
Akşam bülteninde ülkede insanların sokak ortasında aniden ölüp yere yığıldıkları, hepsinin bir gülme şikâyeti olduğu, kesilmeyen kahkahalarla hastaneye gelenlerin sayısının hızla arttığı bilgisini veren spiker kadının yüzünde basbayağı bir gülümseme vardı. Şaşırmıştım. Bunca pahalılık, yoksulluk varken millet mutluluktan ölüyor! O sel felaketinden kaç hafta geçiyor ki? Onca ev yıkıldı, onca insan öldü, hayatlar yok olup gitti! Hala üzülmemiz gerekmez mi? Bu acı dururken dükkândan çıkmadan karşı mağazanın vitrinindeki televizyonu seyreden bir grup insanın kahkahalar attığını gördüm. Büyük bir deprem olmuş, on binlerce bina çökmüş, on binlerce insan ölmüş. Ne haber ne de milletin kahkahalarla bu acı haberi izlemeleri hiç ama hiç hoşuma gitmedi. Üzüntüyü seven birtek beni miydim bu memlektte? Herkes keyfindeyken. Bu kadarı da fazlaydı artık. İlginç olan da şu ki gülerek ölenlerin çoğu aklı başında anne babalar, emekli, yaşlı başlı, kelli felli insanlardı. Hele bu züğürt takımının kahkahalarına düpedüz gıcık oluyorum. Onlar niye gülüyorlar ki kendi felaketlerine?
Akşam merakla televizyonu açtığımda Sağlık Bakanı vatandaşlar arasında sebebi bilinmeyen Gülme Hastalığı’nın bütün şehirlerde yayıldığını anlatıyor, rakamlar veriyordu. Bakan’a göre daha çok yoksulları etkiliyormuş, ağır geçiyormuş. En çok da emeklileri öldürüyormuş. Nasıl bulaştığı belli değilmiş. Moralim çok bozuldu. Artık televizyon haberlerini izlememeye, gazete okumamaya karar verdim. Bana ne! Ben mi kurtaracaktım memleketi?
Bir hafta, on gün önce manavın kapalı olduğunu gördüm. Zücaciyeci komşuma sordum. “Allah rahmet eylesin!” dedi, “Neyse ki gülerek öldü!”
İş giderek çığırından çıktı. Millet evine, işine giderken caddelerde, metrolarda, otobüslerde gülerek sapır sapır düşüp ölünce şehirde bir panik havası esmeye başladı. İlgili bakanlıklar her daim milletin evden çıkmamasını öğütlüyorlar. “Sokağa çıkan bir güler, evde kalan hep güler!” diye bir mottoyu da tekrarlıyorlar. Ama doğrusunu isterseniz pek dinleyen de yok. “Tamam, evde oturalım da ekmek parası nasıl çıkacak?”
Fabrikalardan, büyük firmalardan geniş gruplar hâlinde işçi çıkarmalar, çalışanların işine son vermeler başladı. Aniden büyük bir pahalılık patlak verdi. Yokluk, yoksulluk alıp başını gidiyor. Pahalılık, yoksulluk arttıkça gülerek ölenlerin sayısı da artıyor. Yani millet ekmeği bire alıyorken ona almaya başladı ve gülerek mezarı boyladı. Bu arada ben de mecburen saç kesme fiyatımı artırdım tabii.
İşin çivisi çıkmış artık. İnsanların kahkaha atarak dükkânları yağmalamaya başlamasıyla kolluk kuvvetleri duruma el koydu. Sokaklara tanklar, askerler yerleşti. Gülerek ölenlerin sayısı bilinmiyor. Konu hakkında konuşanlar da kodesi boyluyorlar. Bakan’ın verdiği rakamların uydurmaca olduğuna inanıyor herkes. Birbirinin aynı bütün televizyon kanalları ve hemen hemen aynı koca manşeti atan gazeteler, her şeyin kontrol altında olduğunu iddia ediyor. Benim genç müşterilerim ise sosyal medyanın bu konu hakkında yıkıldığını anlatıyorlar. Ben şahsen bu medyayı kullanamıyorum.
İki gün önce insanlar kahkahalar ve sloganlar arasında iki dükkân ötedeki büyük bir süpermarketi yağmaladıktan sonra, kavşaktaki bankayı da kundaklayınca çok korktuğum doğrusu. Korktum ama gülmemin önünü de alamadım.
Şimdi hastanede acil serviste gözlem altındayım. Doktor bekliyorum. Servisler, yoğun bakımlar dolu. Doktorlar, hemşireler de gülerek öteki dünyayı boyluyorlar. Bakalım bu işin sonu nereye varacak? Kahkahalarım izin verse anlatacağım da nefesim yetmiyor…

