Sermaye daha da saldırgan kurt olmaya devam ederken emekçi boyun eğen koyun olmaktan sıyrılamıyor!
Tahran’ın varoşlarında teneke “evlerde” yaşayan halk, Tahran belediye binasına yürüdü, halkın taş ve sopasına karşın Şah’ın polisi gerçek mermilerle halkı taradı ve onlarca insan öldü! Bu bir kıvılcımdı!

Yıllardan beri devam edegelen Şah’a karşı halk ayaklanmaları sırasında şehir gerilla hareketi de başlamıştı (1960’lar). Marksist-Leninistler, Maoistler, Eski Marksistler (uzun zamandan beri revizyonist olanlar), Ulusalcılar, Demokratlar, tek tük de var olan sivil kitle örgütleri, bireyler olarak aydınlar, üniversite, lise ve orta okul öğrencileri, mahalle esnafı, kapalı çarşı esnafı, son zamanlarda (1970’lerin sonuna doğru) etkileri artan din adamları ve onların camiler aracılığıyla var olan “doğal” örgütleri, din adamlarının geleneksel olarak evlerde dini vaazlar nedeniyle evlere girebilmeleri ve insanlarla doğrudan ilişki kurabilmeleri ve tüm bunların örgütsel ve dağınık mücadeleleri ve etkinlikleri sonucunda Şah’ın baskı, antidemokratik monarşi rejimine milyonlara ulaşan halkın artık boyun eğmeme ve giderek Şah’ın liderliğindeki egemenler de eskisi gibi halkı yönetememe dönemi başladı.
O fırıtnalı yılların sonunda nihayet okyanusun dibinden dev bir dalga yükseldi ve yola koyuldu! İşte Şubat Devrimi’nin öncesindeki hava budur: Grevler, boykotlar, yürüyüşler… İran’ı Büyük Uygarlık’a götüreceğini vaadeden Şah ve “benim polisim” ve “benim ordum” dediği polis ve özel birliklerine koca koca Amerikan uşağı generallerine emirler yağdırararak “Yüce Milletim” dediği halka saldırdı. On binler öldürüldü, hapihaneler, işkencehaneler doldu taştı, ancak halk geri oturmadı ve okyanustan yükselen dev dalgalar daha da yükseldi… Okulların, ticaret merkezlerinin kapanması, bankaların yakılması… devamında daha çok insanın ölümü, devamında ve sonrasında kışla kapılarının genç subaylar tarafından halka açılması ve silahların dağıtılması… Sonrasında Tahran’ın en büyük hapishanesi olan Evin Hapishanesi’nin silahlı halk tarafından işgali ve siyasi tutukluların serbest bırakılması, fabrikaların ve toprakların silahlı halk tarafından işgali, fabrikatörlerin ve toprak ağalarının kovulması… İşte böyleydi Şubat Devrimi’nin havası!

İşçi, köylü, öğrenci, esnaf, sonrasında kapalı çarşı tüccarları, sonrasında askerler… kadın, erkek, yaşlı, genç, çoluk çocuk! “Şah gitsin!” diye bağırıyordu sokaklarda, ama çok az kişi “ya sonra?” diye soruyordu kendine! Soranların ve bu soruyu yanıtlayanları ise o kargaşa, o gürültü içinde dinleyen, duyan çok az insan vardı. Sol devrimci örgütler halkı bütün ülkede sürükleyemiyorlardı… Sadece büyük şehirlerde o da sınırlı olarak! Halkın kendiliğinden hareketine din adamları bütün doğal olan ve olmayan olanaklarını kullanarak binmeye başladılar! Halkın hemen hemen hepsi ve devrimcilerden ve devrimci örgütlerden birçoğu buna “olsun!” dedi, “Hele Şah gitsin, sonra bakarız duruma…” dedi. Çok az devrimci örgüt burjuvazinin din adamlarının liderliğinde devlet mekanizmasını ele geçirdiğinde neler yapacağını tahmin ediyordu! Burjuvaziye inanaların, din adamlarının sınıfsal özelliklerinde soyutalyanların inanışı ne tuhaf, ne romantik saflıktı!
Önce onlar yoktular! Halkın devrimci hedefleri giderek daha da netleşince (Örneğin Azerbaycan bölgesinde, Kuzeyde Türkmen Sahra’da, güneyde Fars bölgesinde silahlı halkın egemenliği günlük yaşama yansıyınca, işçiler ve köylüler üretim araçlarını ele geçirince) onlar da birilerinin yardımıyla peydahlandılar! Sonra kapalı çarşı esnafı onların peşlerine takıldı, sonra diğer esnaf, sonra birçok kitle örgütü ve öğrenciler, sonra kimi Devrimci örgüt takıldı onların peşine… Dinci akım lideri herkesin lideri oldu! Komünist diye bilinen örgütlerden bile (Rencberan, Peykar vs), eski Marksist Tudeh Partisi, Halkın Fedaileri (Çoğunluk) şehir gerilla örgütü, Halkın Mücahitleri gerilla örgütü O’nu desteklediler… Ve Şah gitti! Herkes sevindi! Ne romantik bir havaydı. Bu örgütlerin katılımı halkın gözüne kum serpti. Ortalığı bulandırdı. Gericlerin elini güçlendirdi. Aradaki çizgiler silindi!
Devrim günlerinde halk arasında herkes kardeşti. Diktatör kaçmıştı. Şah yıkılmıştı. SAVAK işkence örgütü alaşağı edilmişti! Amerika kovulmuştu! Amerikan üsleri kaptaılmış, halk tarafından işgal edilmişti. Siyonistlerin İran için uydurdukları 2500 senelik Pers imparatorluğunun sonu gelmişti! Aaaah ne güzel günlerdi! Herkes gülüyordu. Herkes umut ve gelecek aydın günleri kurma arzusuyla doluydu. Herkesin kapısı herkese açıktı. Herkes her şeyi gönülden paylaşıyordu. Aylardan Şubat’tı fakat sanki bahar çok erken gelmişti. Herkesin içi sımsıcaktı. Kimsenin kimseye karşı nefret ve öfke duygusu yoktu. Devrim ve özgürlük bu demekti demek ki! Halk bu güzel havayı soluyor, yaşıyor ve fakat sorgulayamıyordu: Peki neden daha önce böyle bir kardeşlik hissi yoktu?! ve sorgulayamıyordu: Bu günün yarını nasıl olacak, nasıl olmalı?
Fikirler açık açık ve çekinmeden tartışılabiliyordu…Şah Caddesi’nin adı değişmiş İŞçi Caddesi olmuş, onu kesen cadde ise Ekinci Caddesi olmuştu. İşçi Caddesi’nde Tahran Üniversitesi. Kaldırımlar dolu gazeteler, kitaplar. Kitaplar, kitaplar, kitaplar… Televizyonda Maksim Gorki filmleri, Eisenstein’ın Potemkin Zırhlısı, Kızılderililere ve zencilere yapılan soykıyımlara ait belgeselleri, Şah işkencecilerinin sorgulanmaları… İşte o günler içinde, halkın silahlı mücadelesi sırasında nüvesi atılan Mahallelerde Devrim Şuraları (Mahalle Sovyetleri) kuruldu. Silahlı gençler sosyalist ideallerle halkın yararına ne gerekiyorsa günlük pratiklerinde icra ediyorlardı. Polisin, ordunun, ağanın, patronun, Şah mahkemelerinin hükmü silinmişti! Halk dimdik ayaktaydı. Halk, işkencecileri yakaladıkları yerde mahallede sorgulayıp, yargılayıp idam ediyorlardı…
Ama sanki kimse Paris Kommün’ünün başına gelenlerden habersizdi. Din adamları hızla kendi silahlı ordusu olan Devrim Muhafızları ordusunu kurmaya başladı. Dini inanç ve duygu kapılarından girerek kadınları, köylüleri (Besic), öğrencileri ve hemen hemen herkesi örgütlemeye başladı. İş yerlerinde İslami Dernekler kurdular… Halk, özgürlüğün sarhoşuydu onların yaptıklarını sorgulamıyordu, onlardan adeta habersizdi, ancak onlar uyanıktı ve örgütleniyorlardı… hızla. sivil ve silahlı örgütlerini kısa sürede kurup tamamladılar. Halk konseyinden birçok genci dini duygu ve kökeni olan inançlarına vurgu yaparak kendi yanlarına çekip kendi örgütlerine soktular ve yer yer devrimci halk konseyleri dinci Mahalle Komitelerine dönüştü. Halk bilmiyordu ki bu komiteler yakında onların işkence olacakları, öldürülecekleri odaklar olacak!
İşte sonra giderek çok azınlıkta olan birkaç devrimci örgüt tarafından öngörülenler cereyan etmeye başladı! Başta Tahran’da dalgalanan kızıl bayraklar zorla kaldırıldı, palalılar işbaşındaydı… 1 Mayılar’da kızıl bayrak açanlara, kamalarla, dikenli teller, zincirler, çivili sopalarla saldırılar başladı. Ve en çok da kadınlara. Halk ordusuna karşın lümpenler ordusu! Dini lider “Kızıl ordu olmaz” dedi, “eski ordu -Şah’ın ordusu- Milli ordudur, dağıtılmamalı” dedi… ve üç gün içinde Şahın komutanlarıyla anlaştılar… Ve ardından Devrim boğulmaya başlandı! Sonrasında başörtüsü-türban zorunluluğu adı altında kadınlara saldırılar arttı! “Devrim İslam devrimidir” dendi. Verdikleri tüm sözleri ,nkar ettiler ve teker teker geri aldılar. Kendi seçtikleri Başbakanı ve Cumhurbaşkanını (Beni Sadr) alaşağı ettiler. Din rejimini destekleyen o devrimciler uyanmaya başladılar! Düne kadar dini liderin peşine düşenler bu kez diğer yandan uç sapmaya gittiler: Silahlı ayaklanma provası yaparcasına, Tahran caddelerinde silahlı sıralarda binleri yürüttüler! Silahları omuzlarında kadınlı-erkekli gençlerin yürüyüşü! Ama artık çok geçti! Burjuvazi devlet makinesini ele geçirip kendi çıkarları doğrultusunda yeniden organize etmiş ve şimdi konumunu tespit etmek için kılıçları çekmişti!

Çok kan döküldü çok! Hapishaneler yine doldu taştı, idam mangaları aralıksız çalıştı, sokaklarda palalı-makinelileri ellerinde lümpen ordusu cirit attı… Bulutlar kalınlaştıkça kalınlaştı… O hengamede sesleri pek duyulmayan birkaç devrimci örgüt dışında kimse Allah adıyla gelenlerin, Allah adıyla idam mangalarını bu denli sıcak tutacaklarını tahmin etmemişti… Sanki daha önce kimse Müslüman değilmiş gibi Müslümanlığa yeni yeni yorumlar, şartlar ve zorunluluklar getirildi. Halk bunalmaya başladı. Din devleti olduğundan karşı koymaya cesaret edemiyorlardı! Devlete karşı koymak Allah’a karşı koymak anlamına gelmişti! Irak, İran’a saldırınca işler daha da sarpa sarmıştı zaten! Kimisi savaş varken sermaye devleti olsa da kendi devletimizle savaşmamalı dedi, kimisi hem burjuva devletini yıkmalı hem saldırganlarla savaşmalı dedi… Ama devrim kitaplarda okunduğu gibi bir hikâye değildi… Toplumun altı üstüne gelmişti, her an devinim vardı, her an yeni bir olay, yeni bir tavır, yeni bir engel, yeni bir zafer ve yenilgi cereyan ediyordu!
Sonunda görkemli Şubat Devrimi yenildi. Sermaye devletini destekleyenler de dâhil olmak üzere “benden değilsen düşmanımsın” mantığıyla hepsi kılıçtan geçirildi… taaaa ki kimse kalmayınca kadar, sonra mollalar mollalara saldırdı… birbirine düştüler… Sonra mı? Çok acı günler! Kurdun insafına sığınan kuzuların trajedisi! Halkın trajedisi! Çok acı olaylar oldu. Ya evet diyecektin ya da idam mangasının karşısında yer alacaktın. Evet diyenler ise tetiği çekenlerin yanında durmaya zorlandılar! Hayır demek cesaret, ölüm-kalım meselesi haline gelmişti. korku hükümranlığı ağırlığını gittikçe artırıyordu ve bu egemenliğin en geçerli akçesi ise halkın dini inançlarıydı, sonra vatanı savunmak! Vatan ise devlet makinesini ele geçirmiş olan yeni sermayenin vatanıydı. Emekçilerin vatanını, sömürünün olmadığı bir vatanı, özgürlüğün ve refahın olduğu bir vatanı savunmak suçtu!
Ve bir acı daha vardı: Yakalanıp işkence gören o devrimci örgütlerin liderlerinden kimileri Evin Hapishanesi’nin yeni sorgu memuru oldular. Halkın Mücahitleri Saddam’la ve şimdilerde de Amerika ile aynı saflara katıldılar ve kendi halkına karşı savaş açtılar…
Halkın devriminin temelleri nelerdi? Özgürlük yoktu, pahalılık, işsizlik vardı, millet evsiz yurtsuzdu, açtı, ülke yabancıların sultasındaydı, halkın kültürü yozlaştırılıyordu, dilleri yozlaştırılıyor ve batı hayranlığı almış başını gidiyordu, uyuşturucu yaygınlaşmıştı, fuhuş, mafya egemenliği ve adeta sorgulanmayan küstahlığı, aracılar-tefeciler sultası, bankalar aracılığıyla faiz ve üretmeyen finans kapital, bir avuç yüzsüz milyarlar dolara el koyarak zevk sürdürürken milyonluk halk ekmeğini bulmak için gece gündüz çalışmak zorundaydı, çlışıyordu ancak yine açtı, evsizdi, eşitlik yoktu, özgürlük yoktu, insan onuru ayaklar altındaydı… ve ve… Ama tüm bu zorluklara rağmen halkı aydınlatan aydınlar halkla birlik oluşturmayı başardı, yeni bir dünya yaratmak için halk giderek cesaret kazandı… Halk Şah’ın yıkılışını yeni bir dünyanın yaşanmasını mümkün kılacağına inandı. Halk ölü verdikçe, Şah’ın askerini ve polisini yerle bir ettikçe cesareti daha da arttı! İşte Şubat Devrimi’nin havası böyleydi!
Karşı taraf boş oturmadı, halk tekrar ayaklanmasın diye tedbir alındı: Halkın cesaretini kırmalı, korkutmalı (Tanrıyla, cehennemle, hapisle, ölümle…), birliğini dağıtmalı, saflara ayırmalı (kadını erkekten ayırarak, halkı etnik bağlarına göre, dinlerine göre, dinlerinde mezheplere göre, mezheplerinde tarikatlarına göre, tarikatlarında şeyhlerine göre, şeyhlerinde…) Ve bunların yanı sıra lümpenler ordusu, Devrim Muhafızlar ordusu, Besiç ordusu…
İşte 1979 İran’ın görkemli Şubat Devrimi’nden sonra Emperyalistler tecrübe kazandı. Bir daha gerçek halk devrimi olmasın diye emperyalistler ve halk düşmanları yüzlerce dinci, İslamcı örgüt yarattılar. Bütün dünyada ayaklanmaya yeltenen Müslümanları ezmek için yarattığı bu dinci örgüt, parti, çete vs ile işe koyuldular! 1980 yılından beri… Sovyet Birliği’ndeki sosyalizm ideali hainler tarafından alaşağı edildikten sonra, NATO dağılmamak için yeni düşmanlar yaratmalıydı: İşte El Kaide… ve sonrasında IŞİD, El Nusra, ve bölge savaçlarıyla yarattıkları kukla devletler ve kukla özerk bölgeler… O gün, bugün sözde “Müslümanlar” eşitlik için özgürlük için ayaklanan Müslümanları kılıçtan geçiriyor! Hikayemiz burada bitmiyor.