Kâbusta Bir Yaşam

  1. Yarı ölü bir adam! O adam, yurdunu terk etmek zorunda bırakılmadan tam yedi sene önce, şahlık rejiminin en korkunç hapishanesinde, iki çarpı iki, karanlık, nemli, penceresiz bir hücrede yarı ölü hale getirildi. İşkenceler başlamadan on sene önce yazmıştı Beyel’in Yas Tutanları’nı[1]. Yarı ölü olarak hapishaneden dışarı atılınca eli kalem tutmadı bir süre. Öfkeli ve küskündü. Ama buna rağmen Şubat Devrimi yenilmesin diye çok çabaladı. Ancak Devrim yenildi. Giderek ölü yanı yeniden dirilmeye yüz tutan adamın peşine bu kez Devrim Muhafızları takıldı. Bütün ailesi ölümle tehdit edildi. En yakın dostu idam edildi. Evden kaçtı. Karanlık bir ahırı andıran bir çatı arasında saklandı. Tam bir yıl. Şimdi bıyığı, saçı, sakalı kesilmiş, bir terzihaneye getirilmiş, saklanıyor. Terzihane karanlıktır. Görünmesin diye ışık yakmaz. Gözleri alışmış mutlak karanlığa. Kapı derzinden sızan ışıkla yetiniyor. Yazıyor. Duruyor. Tekrar yazıyor. Odanın duvarındaki delikten iki göz onu dikizliyor. Gözlerini o iki gözden alarak karanlıkta tekrar yazıyor. Yazmazsa, yarı diri yanı da ölecek. Terzihanedeki kadınların kahkahasını duyuyor. Onlar gülmezlerdi pek. Ama gülüyorlar. Rahşende’yle dilenci annenin de kahkahası var. Dilenci Anne’nin sesini duyuyor: “Torba dik! Torba dikmek uğurludur, bitince iyi haber alırsın.”[2] Kadınların alt kattan yükselen küfürlü konuşmalarına alışık. Yere uzanıyor. Kulağını ahırı andıran odanın tabanına dayıyor. Bir kadın sesini açık açık duyuyor: “Ağlayın, şifa bulun!” Hatırlıyor. Bunu Nene Hanım, hastaların boynuna zincir bağlayıp ve zincirin bir ucunu türbenin düğmelerine tutuşturduktan sonra söylemişti. Hastalar yere uzanarak ağlamaya başlayınca, Fatıma Nene de abdest almış, gidip kapının önünde durmuş ve yüksek sesle söylemeye başlamıştı: “Ya Hazret, ya İmam! Beyel’in hastalarına şifa ver!” Yarı ölü adamın kulakları yerde, gözleri bu ahırın bir köşesinde onu dikizleyen iki gözde. Köşedeki gözler ona yaklaşıyor. Daha da.

Furuğ Ferruhzad ve Sylvia Plath: ayna, tanıklık ve zeval

Bir şiir çeşitli pencerelerden bakılarak ve farklı yöntemlerle ele alınarak irdelenebilir. Bakış açısı veya irdeleme yöntemi ne olursa olsun şiiri oluşturan sözcükleri ele almaya mecburdur. Şairin bir gönderiyi (anlamlandırmayı), bir imgeyi, bir müziksel bütünlüğü ya da buna benzer şiirin herhangi bir kaçınılmazını seçerken, o andaki ya da öncesindeki duygusal ve düşünsel dünyasının oluşumunda etkili olan koşulları ve etkenleri irdelemek de önerilebilir. Nihayetinde şairin seçtiği sözcükler onun yaşamıyla doğrudan ya da dolaylı ilintili olduğundan diyebiliriz ki şiir şairin yaşamının bir tanığıdır, ya da şair kendi yaşamının tanıklığını şiiri ile yapar. Bu bakışla şiir metnini ele alırken o metni yazanın bir yandan yaşam öyküsüne, sahip olduğu ya da olmadığı fiziksel, ruhsal durumları, sosyal konumları ve hatta eğitimsel kazanımlarına göz önünde bulundurulmalıdır. Elbette şairin “durumu” şiirin şiirsel ya da edebi değerini belirlemez ancak onu bağlamıyla anlamamıza yardımcı olur.

Şiirleri ve yaşamaları hakkında onlarca inceleme ve eleştirel makale yazılmış olan iki büyük ve dünyaca tanınmış şairi tüm yönleriyle karşılaştırmak kuşkusuz bir makalenin değil bir kitabın konusu olabilir. Yaşamlarının ve şiirlerinin benzeşmesi, aynı yıllarda yaşamış ve yaşama gözlerini yummuş Furuğ Ferruhzad ve Sylvia Plath’a yakından bakmak için birer bahanedir. Bu yazıda iki şairin yaşamlarına çok kısa bakış attıktan sonra şiirlerindeki ayna temasına değinilecek, iki şairin yaşam-öyküsel ve ruhsal benzerlikleri bağlamında ve kimi yerde ondan bağımsız olarak örneklemeye gidilecek.

Kısa Yaşamlarından Kısa Kesitler

Bir rastlantıydı! 27 Ekim 1932 tarihinde Amerika’nın Masaçuset eyaletinde Boston şehrinde iki üniversite mensubu olan bir çiftin bir kız çocuğu dünyaya geldi. Annesi Aurelia, Avusturya asıllı bir Amerikan, Boston Üniversitesi’nde kocasının öğrencisi. Babası Otto Plath; Polonya asıllı bir Alman, Boston Üniversitesi’nde biyoloji profesörü. Sylvia, ailenin iki çocuğundan ilki.

İki yıl iki ay sonra dünyanın diğer ucunda 29 Aralık 1934’te Tahran’da bir kız çocuğu dünyaya geldi. Annesi ev kadını Turan Veziritebar ve babası Albay Mohammed Ferruhzad. Adına Furuğuzzaman dendi. Ailenin üçüncü çocuğu. Ancak daha sonra birkaç çocuk daha bunlara katılacak.

Sylvia’nın babası arı ve bal uzmanıydı ve kendisi diyabet hastası. Hastalığının komplikasyonundan öldüğünde Sylvia sekiz yaşındaydı ve onun ölümü Sylvia’nın ciddi ruhsal sarsıntı geçirmesine yol açtı. Sylvia babasının ölümünden birkaç hafta sonra ilk şiirini yazdı ve Boston Herald’ın çocuklar sayfasında yayımlandı. “Babasının ölüm haberini aldığında annesine ‘Bir daha Tanrı’yla konuşmayacağım’ diyen Sylvia daha sonra günlüğüne şu notu düşüyor: ‘Sanırım aşağı yukarı 9 yaşıma kadar mutlu, gayet dertsiz tasasız biriydim. Dokuzuma geldiğimde hayallerim hepten yıkıldı.’”[1]

Furuğ’un babası faşist bir kralın jandarma komutanlarındandı ve kralın köylünün ya da bir feodallerin elinden alıp zorla sahiplendiği arsaların ve taşınmazların emlak işlerine bakardı. Zengin kütüphanesi vardı ve evde egemen kıldığı sarsılmaz askeri disiplini. Albay bireysel olarak aşık meşrep ve kadınlara özel yakınlık duyan biriydi. Sevgi doluydu ancak evde ve aile içinde kimse bu sevgiden açıktan nasibini almazdı. Albay on altısına gelmiş kızlarını evlendirerek ve oğlunu Almanya’ya eğitime göndererek evi oldukça tenhalaştırıp ve ikinci evliliğini gerçekleştirdi. Furuğ’un ablası Puran bir söyleşide şöyle der: “Babamızın ikinci evliliğe karar vermesi evi dağıttı. Aile içi atmosfer çok çalkantıyla ve kargaşayla doldu.”  Albayın ikinci evliliğinden çocukları oldu. Albay uzun yaşadı ve genç yaşta ölen kızı Furuğ’un toprağa verilişine tanık oldu.

Sylvia 18 yaşında koleje girerek üniversite eğitimine başladı ve başarılı eğitim hayatının yanı sıra kaleme aldığı yazıları dergilerde yayınlamaya başladı. Ödüller aldı ve New York’a giderek Mademoiselle dergisinde düzeltmen olarak çalışsa da sadece bir ay çalıştığı bu görevde uğradığı başarısızlıkla ve depresif bir ruhla Boston’a döndü ve ilk kez 24 Ağustos 1953’te intihara kalkıştı.  Ruh hastalıkları kliniğinde yattı ve elektrik şoku aldı. Sonraki yıllarda bunları Sırça Fanus adlı eserinde kaleme aldı.

Furuğ düzenli bir akademik eğitim almadı. Liseyi bitiremeden iki yıllık sanat okuluna katıldı. Çok okudu ve sürekli yazdı. On altı yaşındayken kendinden yaşça büyük ünlü edebiyatçı Perviz Şapur’la evlendi. Ahvaz şehrine taşındı. On yedisinde Tutsak adlı toplu şiirlerini yayımladı. On sekizinde bir çocuğu oldu ve on dokuzunda kocası onu boşadı, çocuğuyla görüşmeyi ona yasakladı. Yirmisinde Tahran’da baba evinden kovulduktan sonra yalnız bir kadın olarak yaşamaya devam etti. Yirmi bir yaşındayken derin bir depresyondayken intihara kalkıştı. Hastaneye yatırıldı elektrik şok verildi. Hastaneden çıktıktan sonra iki yıl içinde Duvar ve İsyan adlı eserlerini yayımladı. Birçok dergide şiirleri yayımlanmaya başladı.

Sylvia ilk ulusal çapta şiirini yayımladığında on sekiz yaşındaydı ve bunu takibinde yirmi üç yaşına geldiğinde ikinci kez intihara kalkıştı. Aynı yıl Cambridge Üniversitesi’nden burs kazanarak Londra’ya geçti ve orada 24 yaşındayken kendinden iki yaş büyük ünlü şair Ted Hughes’la evlendi ve bir sene sonra onunla birlikte Amerika’ya döndü. 1960 yılında 28 yaşındayken ilk toplu eseri The Colossus and Other Poems adı altında yayımlandı. İki sene sonra ikinci çocuğu dünyaya geldiği yıl kocasının onu aldatması nedeniyle boşandı ve iki küçük çocuğuyla birlikte Londra’nın banliyösüne yerleşti. Syliva yalnız ruhuna dost bir eş bulmak için şair Richard Murphey ve şair, editör Al Alvarez ile tanıştıysa da bu ilişkiler asla Sylvia’nın ruhsal yalnızlığına yanıt vermedi ve onun acılarını dindiremedi. Al Alvarez bir konuşmasında bu durumu kısa ve kesin bir şekilde dillendirmişti: “Ben aptaldım!”[2] Ted’den ayrıldıktan sonra, Londra’da şair William Butler Yeast’in yaşadığı eve taşınarak aylar içinde görülmemiş bir enerji ile peş peşe şiirler yazdı ve bir yıl sonra görülmemiş bir soğuk bir kış günü 11 Şubat 1963’te intihar ederek otuz bir yaşındayken yaşamına son verdi.

Furuğ yalnız yaşarken tanıştığı bir derginin sahibi ve editörü, Fruruğ’la daha evliyken yaşadığı aşk hayatını bir öykü olarak yayımladı. Edebiyat dünyasının ileri gelenlerinden birçoğu, dergiler, entelektüel topluluklar onun şiirini ve bir kadın olarak şahsını en acımasız eleştiri, iftira ve yaftalara maruz bıraktılar. Yirmi üç yaşındayken otuz altı yaşındaki ünlü sinemacı, yazar, evli ve çocuk sahibi İbrahim Golestan’la tanıştı ve onunla aşk dünyasına adım attı. Golestan’ın eşi ve çocukları bu ilişkiden habersiz değillerdi. Beş sene sonra Yeniden Doğuş adlı toplu şiirlerini yayımlayan Furuğ Ev Karadır filmini yönetti. Şair ve ressam Sohrab Sepehri’nin atölyesinde resimler çizdi. Yoğun toplumsal baskılar altında iki kez daha intihara kalkıştı. Kurtardılar. 13 Şubat 1967’te soğuk, karlı bir kış gününde bir araba kazasında otuz iki yaşındayken yaşama gözlerini yumdu.

Ne acı ironidir ki Syliva’nın mezar taşında onu aldatan ve kadın topluluklarının bütün itirazlarına rağmen Hughes soyadı kazınmış ve Furuğ’un mezar taşında ise onu evinden kovan “Albay Mohammed Ferruhzad’ın çocuğu” ibaresi yazılıdır!

Sylvia ve Furuğ genç yaşlarında şiir yazmaya başlamışlarsa da onların adlarını ülkelerinde ve dünyada kalıcı kılan, önemli bir bölümü ölümlerinden hemen önce ya da ölümlerinden sonra yayınlanan şiirleri dolaysıyla olmuştur. Her iki kadın toplumda hakkettikleri yere varmak için bir yandan eril dünyanın acımasız kurallarına ve geleneklerine karşı olağanüstü mücadele vermek zorunda bırakılmışlar diğer yandan ise kocalarının rollerinden dolayı moral zorbalıklara maruz kalmışlardır.

Ted Hughes Amerika’da ünlendikçe Sylvia “eş”, “anne” ve “ev kadını” rollerini taşımaya mecbur kılınmış ve yaratıcılığı için gereksinimi olan “kendine ait bir oda”[3] ve kendine ait bir zaman bulmakta zor koşullar yaşamıştır. Boston’dan tekrar İngiltere’ye döndükten sonra bile Sylvia zamanını “çocuklara kurabiye yapmakla” ve vaktini mutfakta geçirmekle harcar olmuş ve ancak sabah saat 4’te başlayan iki ya da üç saatlik kendine ait “özel” zaman bulabilmiştir. İşte bu “meşgul” zamanlar döneminde kocası başka bir kadınla onu aldatmaya başlamış. Eylül ayında Ted eşyalarını toplamaya geldiğinde Sylvia’ya onunla yaşamaktan ne kadar çok nefret ettiğini dile getirmiş, bu ise babasının ölümünden sonra belki de Sylvia’yı derinden yaralayan ikinci darbe olmuş ve bu duygularla 11 Ekim ile 4 Kasım arasında yani ölümünden yaklaşık üç ay önce yirmi sekiz önemli şiirini yazmış ve bu şiirler onun ölümünden sonra Ariel adlı toplu şiir kitabında yer almıştır.

Bir mektubunda Furuğ’a “Karşı cinse pek hoş düşünceler beslemiyorum. Sizin [kadınların, h.h.] yanınızda bir hakikatin var olduğuna inanamıyorum ve şayet bulunursa da çok az ve değersiz olduğundan eminim…” diye yazan Perviz’in Furuğ’u ev kadını olmaya zorlamış, şiir yazmasına karşı çıkmış, sosyal ilişkilerini kısıtlayıp ve nihayetinde onu boşadıktan sonra tekçe çocuğu Kamyar’la görüşmeyi ona yasaklamış bu ise Furuğ’u derinden yaralamıştır. Golestan’la karşılaşması Furuğ’a yeni bir dünya ve yeni bir sevda kapısı açmışsa da Golestan’ın kişisel ve kişiliksel yapısından dolayı Furuğ daha büyük sıkıntılar içine girmiş ve daha fazla çaba harcamak zorunda kalmıştır. Furuğ birinde Golestan Avrupa gezisindeyken Stüdyo’da çalışırken Golestan’ın çekmecesinde bulduğu eşine hitaben yazdığı mektupta, başka sevdiği bir kadın olmadığını ve Furuğ’un onun için ancak geçici bir meşguliyet olduğunu, yazdığını görünce büyük hayal kırıklığı yaşamış ve derinden yaralanmıştır. Ablası Puran’ın anlattığına göre “Bu adamın (Golestan’ın, h.h.) Furuğ’a yarattığı rahatsızlıklardan dolayı Furuğ intihara kalkıştı.”[4] Furuğ bir öyküsünde şöyle yazar: “Dudaklarımdan öptü. Dudakları soğuktu. Birbirimizi bulmak için boşuna uğraştık. Geç olmuştu artık. O, ‘Ben karımdan ayrılırım ve şayet istersen sen hep burada kalırsın!’ dedi.”[5]

Ted ve İbrahim’in Sylvia ve Furuğ üzerindeki etkisi çelişik olsa da Sylvia evlendikten sonra yazıdan giderek uzaklaşmaya başladığı bir gerçektir. Buna karşı Furuğ, İbrahim’le tanıştıktan sonra daha çok yazmaya yüz koydu. Bir rastlantıdır: İki genç kadın şair Furuğ ve Sylvia, iki kendini beğenmiş şair, yazar ve sanatçı adam (Perviz’i saymazsak) İbrahim ve Ted!

Hem Furuğ hem Sylvia ruhsal olarak bipolar (çift kutup, manik-depresif) ruh hastalığı belirti ve bulguları verdikleri ve her iki şairin coşkun dönemlerinin yanı sıra çöküntü süreçleri yaşadıkları bilinir. Furuğ çöküntü dönemlerinde günlerce odasına kapanır, kimseyle konuşmaz, yemez, içmezdi. Sylvia’nın dönem dönem depresyona girdiği özellikle evlendikten sonra, Rock Harbor’da Midye Avcısı ve Noktürn (Gece Serenadı) adlı şiirlerinin yayımlanmasının ardından ve Ted’den ayrıldıktan sonra derin depresyona girmiştir. Psikolog James C. Kaufman, Sylivia’nın yaşamını ve bir depresyon döneminde intihar etmesini inceleyerek şairlerin diğer yaratıcı yazarlara göre bir fenomen olarak ruhsal rahatsızlıklara daha yatkın olduklarını ileri sürmüş ve bunu ‘Sylvia Plath etkisi’ olarak adlandırmıştır[6].  

Furuğ şiirini üç döneme ayırmak mümkündür. İlk dönem, hamlık dönemi şiirlerini Tutsak, Duvar ve İsyan’da topladı. İkinci dönem Perviz’den ayrılıp Golestan’la tanıştıktan sonra kaleme aldığı Yeniden Doğuş toplu şiirlerini içeren şiirleri kapsar. İnanalım Soğuk Mevsimin Başlangıcına adı altında toplanan üçüncü dönem şiirleri ise ölümünden sonra okurlarıyla buluşmuştur.

Sylvia’nin şiirini de üç döneme ayırmak mümkündür: İlk gençlik yıllarında daha çok karalamaya benzer şiirleri, ikinci dönem 1956-1960 yılları yani 24-29 yaşları arası ve son dönem olgunluk yılları şiirleri. Ted Hughes’in onun şiirlerine yazdığı önsözde bu dönemi hakkında “Bazı şiirlerinin yeniden yazmış ve bazıları ise başkalarının şiirlerine yanıt olarak kaleme almış,”[7] der.

Sylvia, şiirlerinin yanı sıra öykü, roman, çocuk hikâyeleri ve makaleler yazdı. Furuğ şiirlerinin yanı sıra öykü, senaryo yazdı, film yönetmenliği üstlendi, resim çizdi, tiyatro oyunculuğu yaptı ve kısa filmlerde rol aldı.

Yarım yüzyıl geçmesine rağmen bu iki kadının yaşamı ve eserleri dünyanın dört bir yanında önemli eleştirmenlerin derin ve geniş yazınsal irdelemelerine konu olmaya devam etmektedir. Bu iki şairin benliklerini çırılçıplak bir hassasiyet, mazlumiyet, başkaldırı ve duyguyla yansıtan şiirleri kimi ortak özellikler içerir.

Kadının biyolojik özelliği, eril toplumdaki geleneklerin ve inançların belirlediği yeri, kadının kendine ve topluma bakışı, onun yaşadığı sosyal ve kültürel çevrenden etkilenmesi ve o çevrene etkileri ve birçok faktörler sonucunda ortaya çıkan şiiri elbette ki tek bir şablon içinde ele almak mümkün değil. Hele ki kendine bakma ve egemen kültür ve yer ve konum belirleme zorbalığına karşı ve ondan uzaklaşma isteği kadın şiirinin temel dokusunu oluşturmada büyük rol oynarken. Diğer yandan, Hélène Cixous’nun Medusa’nın Gülüşü adlı çalışmasında vurguladığı gibi écriture feminine (kadın yazını)’de kadının kendi biyolojik ritminin de yansıdığı ve eril şiir ritminin parçalandığı, eril dil dizgesel yapının yadsındığı dişil şiir akışında şairin kendine tanıklığına tanık oluruz. “Kendilerine Ait Bir Edebiyat[8] adlı akademik monografında Elaine Showalter de yüzlerce diğer araştırmacı, yazar, düşünür kadın gibi kadınların yazınsal eylemlerinin özelliklerine yakından irdelemektedir.

Gözün takılması ve göz atma ile bakmayı ayırıyorum. “Bakmak” bir nesneyi/kimseyi isteyerek gözlemlemek, onu anlamak eylemidir bir bakıma. Bir nesneye baktığımızda onu algılamamız için aslında o nesnenin somut varlığına bağlı olduğu halde yüzeyinden derinine inmek zorundayız. Bu süreçte, ister istemez, onu oluşturan kimi parçaları kaybederiz. Bu yitirme nesnede cereyan etmez. Biz onu kendi içimizde kaybedeceğiz ve böylece o nesneyi eksileni ile algılayacak, yaşamımıza dâhil edeceğiz, eksilenin ne olduğunu bilmesek de.

Burada belki, yanıt bekleyen daha ciddi sorun oluşturan o soruyu sormalı: “Acaba o kaybolan kısma ne olacak?” Oyuncaklarıyla oynayan bir çocuğa bakıyoruz diyelim. Onun oturuşundan, el hareketlerinden, mimiklerinden, çıkardığı seslerden ve hatta onun oynadığı objeye bakışının toplamından o çocuğu ve durumunu algılıyoruz diyelim. Fakat, gözlemlememizdeki tüm titizliğimize rağmen, bizde onun dünyasında var olandan daha eksik bir “duygu ya da bilgi” oluşacağından, kaybolan parçadan dolayı biz hâlâ işin eksik yanında duruyoruz olacağız. Ayrıca diyelim ki o anda o çocuğun büyüdüğünü, ona bakan kişinin yani bizim yaşımıza geldiğini düşünelim. O çocuğun o “anının” kaybolup gideceği başka bir eksikliğin kaynağı olacak! Bu eksilmeler kümesi ve yitirilmişler dünyası bir hüzün kaynağı olur.

Ayna önünde duruyoruz. “Kendimizi” izliyoruz. Bu izlemede, tüm dikkatimize rağmen bir karanlık, gölgeli yan olduğunun da farkındayız. Karşıdakinin gözüyle bu yana bakmak belki bu karanlığın derinliğini azaltır diye düşünürüz belki, emin değilim. Aynanın önünden çekildiğimizde iki dünya aynı anda kaybolur: aynaya bakanın ve aynadaki bakanın dünyaları! Bu kayboluşlar gelecekteki ölüm aldı mutlak zeval oluşun bir provasıdır. Aynaya bakan aynadan uzaklaşınca kendisiyle bir imge taşıyabilir ve onu kendi içinde canlı tutabilir ancak aynadakinin ne olacağı hakkında bir bilgimiz yok! Aynaya bakan kişinin yeniden o aynaya dönemeyeceği, dönse dahi o geçmiş andaki kaybolup giden yüzle bir daha asla buluşamayacağı gerçeğini algılamak, bir tanıklık olarak bu eksilmeleri ele almak başka bir konudur.

Şair kendine tanıklık etmediği sürece onun dürüstlüğüne nasıl güvenebiliriz? Tanıklık eden bakışlardan biri de yaşam aynasına bakışla olasıdır. Erkek sadece sakalını tıraş etmek için ya da kadın sadece saçlarını taramak için durmaz ayna karşısında. İnsan bilinci ya da bilinçaltı önünde sonunda ona aynadakinin gözlerinin içine bakmayı dikte eder. Cereyan eden bu bakışmayı hem aynaya bakan hem de aynadakinin ona bakışı yönünde irdelemek olasıdır -ki çokça irdelenmiştir-. Aynaya bakmak belki de Derrida’nın kedisinin ona banyoda çıplakken bakışı gibidir. Derrida’ya göre kedinin o bakışı ona şu soruyu sorduruyor: Ben kimim?[9]

Birine baktığımızda onu kendinden soyutlayıp kendimize yaklaştırmıyor ya da uzaklaştırmıyor muyuz? Sevmek için ya da yok etmek için! Bu bakış bir bakıma onu kendinden edip kendime mal etmek değil mi? Kendime mal ederken ondan neler kaybettirdiğini algılayabiliyor muyuz? Yoksa kaybedilenler, tam bir bilinçaltında yitirilmiş gibi saklananlar gibi mi? Bakışta yok olmaktan önce, aynada zevali yaşamaktan önce bir yok ediliş söz konusu mudur?

Hemen hemen hepimiz sıkıntı verecek ölçüde rutinleşmiş bir şekilde sabahları ayna karşısında dururuz. Görüntümüzü “gözden geçiririz”. Ne zamanki bakmak için aynanın önünde dururuz işte o zaman var olma durumumuz açısından bir tanıklık süreci yaşanır. Tanıklık bir şeyi ispat için ya da kendinden sonra başkasına aktarırken doğruluğuna inandırmak için değil mi? Hayır değil. Aynanın bu yanındaki benim kendime ait, ruhuma ait tanıklığımın yanı sıra, belki de ondan daha önemlisi aynadaki benin bana gösterdiklerinin gerçekliğine tanık olmaktır. Burada nesnelere baktığımızda sebep olduğumuz soyutlama –örneğin şiir oluştuğunda- ve bu süreç içinde yol açtığımız kayıplar çoğalmıyor mu?

Aynanın önünden ayrılmalıyız. Kendimizden ve işte bu yaşamdan ayrılmalıyız. Aynadaki suretimin yok olması, hayattaki suretimin yok oluşundan ne farkı var?

Şiiri genel olarak incelerken onun dilinin ve bu dili bir araç ya da teknik olarak şair tarafından nasıl işlendiğinin öncelikle biçimine ve bütünündeki kendi içindeki referanslarıyla ele almak kabul edilir bir yöntem olabilir. Sylvia ve Furuğ şiirinde biz sözcüklerin alışılagelmiş yer ve referanslarından farklı bir yer ve referansla, alıştığımız gelenekseli yadsıyan bir yer ve referansta olduklarıyla karşılaşırız.

Örneğin Sylvia Ayna adlı şiirinde şairin sesini duyacağımıza onun sesini ayna tarafından duymaktayız. Nesne aynaya bakacağına, ayna nesneye bakmaktadır.

Ayna

Ben gümüşüm[1] ve eksiksiz. Ön yargısız

Gördüklerimi hemen yutarım

Olduğu gibi, aşkla ya da nefretle buğulanmadan

Zalim değilim, sadece içtenim

Küçük tanrının gözü, her bir köşede.

Çoğu zaman gözlerim karşı duvara dalar

Pembedir, benek dolu. Uzun süre baktım ona

Sanırım kalbimin bir parçasıdır o. Ama titreyen alevdir o

Yüzler ve karanlık ayırır bizi durmadan

Şimdi ben bir gölüm. Bir kadın eğilir üzerime

Gerçekten o kadın nedir diye benim ulaştıklarımı arayarak

Sonra o yalancılara döner; mumlara ya da aya

Sırtını görürüm onun ve dürüstçe yansıtırım

Beni gözyaşları ve ellerin heyecanı ile ödüllendirir

Onun için önemliyim. Gelir ve gider.

Her sabah karanlıkla yer değiştiren onun yüzüdür

İçimde genç bir kızı boğmuştur o, içimde yaşlı bir kadın

Peş peşe gelen günlere doğar, korkunç bir balık gibi.

Bir tanıklık şiiri olarak Syliva’nın uzunca bir şiiri:

Lady Lazarus

Yine yaptım işte.

Her on yılda bir kez

Üstesinden gelirim ——-

Bir çeşit ayaklı mucize, cildim

Nazi lambası kadar parlak

Sağ ayağım

Bir kâğıt ağırlığı,

Mimiksiz suratım, ince

Yahudi keten bezi.

Sıyır çarşafı üzerimden

Ey düşmanım benim!

Korkutuyor muyum? ——-

Burun, göz çukurları, tekmil dişler?

Kekremmiş nefes

Bir günde kaybolacak.

Yakında, pek yakında

Mezar ininin yediği et üzerimde olacak

Evimde

Ve ben gülümseyen bir kadın.

Ben daha otuz yaşındayım.

Ve bir kedi gibi dokuz canım var ölmek için

Bu Üçüncüdür

Ne muhteşem bir çöp

Her on yılda bir imha etmek için.

Ne tuhaf milyonlarca flaman.

Fıstık kıtırdatan kalabalık

Doluşur görmek için

Soyarlar beni el ve ayak—-

Büyük striptiz

Beyler, hanımlar

Bunlar benim ellerimdir

Bunlar da dizlerim

Ben belki de bir deri ve kemiğim,

Ama hala aynı kadınım, tıpatıp

İlk kez olduğunda on yaşındaydım

Bir kazaydı

İkincisinde kastettim

Asla geri gelmemek üzere bitirmeye

Kapatmıştım kendimi

Bir deniz kabuğu gibi

Bağırmaları gerekiyordu durmadan

Ve kurtçukları yapışkan inciler gibi üzerimden almaları gerekiyordu

Ölmek

Bir sanattır, diğer her sanat gibi

Onu öyle müstesna bir kusursuzlukla yaparım

ki cehennem gibi sanılır

ki gerçekmiş gibi

Sanırım bir çağrım olduğunu söyleyebilirsiniz.

Bir hücrede yapacak kadar kolaydır

Kımıltısız yapacak kadar kolaydır

Teatraldir.

Gündüz gözü geri gel

Aynı yere, aynı yüze, aynı yabana

Aynı şaşılası çığlığa:

“Mucize!”

İşte o beni devirir.

Bir bedeli var

Yara bereme bakmanın, bedeli var

Kalbimi dinlemenin ——–

O gerçekten çekip gider.

Ve bir bedeli var, çok büyük bir bedeli

Bir sözcüğün ya da dokunuşun

Ya da bir nabza kanın

Ya da bir saç telimin ya da giysilerimden bir parçanın.

İşte böyle Herr Doktor.

İşte, Herr Düşman.

Ben sizin eserinizim,

Ben sizin değerinizim

Saf altın bebeğiniz

Bir çığlığa eriyen.

Döner ve yanarım.

Sizin endişenizi hafife aldığımı sanmayın.

Kül, kül—–

Karıştırıp sıkıştırdığınız.

Et, kemik, burada başka bir şey yok–

Bir kalıp sabun,

Bir alyans,

Bir de altın dolgu.

Herr Tanrı, Herr Şeytan

Sakın

Sakın.

Külümden

Kızıl saçlarımla kalkarım

Ve insanları hava misali yerim.

Furuğ şiirinde ayna: (Değişik şiirlerinden parçalar)

gün boyu aynada ağlıyordum

bahar penceremi

ağaçların yeşil evhamına bırakmıştı

tenim sığmıyordu yalnızlığımın kozasına

ve kağıttan tacımın kokusu

o güneşsiz hükümranlığın havasını

kirletmişti   

***

küçük odama adım atar

benden sonra anılarımdan habersiz biri

bağrımda ayna durur

bir tarak bir tel saç bir elin izi 

***

dinle

sabah virtlerinin kalın sisinde

benim uzaklardaki sesimi dinle!

beni aynaların suskusunda seyret

***

korkuyor herkes

korkuyor herkes, ancak sen ve ben

ışığa, suya ve aynaya kavuştuk

ve korkmadık.

***

sen ışıklarınla gelirdin

çocuklar gidince

ve akasya başakları uyuyunca

ve ben aynada yalnız kalınca

sen ışıklarınla gelirdin…

***

ve benim yarı yanım olan kimse, benim dölümün içine dönmüştü

ve ben onu aynada görüyordum

ayna gibi duru ve aydındı  

***

ne de sevecendin ey sevgili, ey biricik sevgili!

ne de sevecendin yalan söylerken

ne de sevecendin aynaların gözkapaklarını kapatırken

yalnızlık boyutlarındaki bir odada

aşk boyutlarındaki yüreğim

kendi mutluluğunun sade bahanelerini seyreder,

saksılardaki çiçeklerin güzelim yok oluşunu

ve senin bahçemizde diktiğin fidanı

ve bir pencere boyutlarında öten

kanarya ötüşlerini…

ah…

budur benim payıma düşen

budur benim payıma düşen

benim payıma düşen

bir perde asılmasının benden aldığı gökyüzüdür

benim payıma düşen, terk edilmiş merdivenden inmektir

ve ulaşmaktır bir şeylere

çürüyüşte ve gurbette

“Ben gecenin sonundan söz ediyorum
Karanlığından sonundan
Ve gecenin sonundan söz ediyorum
Evime gelirsen şayet
Benim için ey sevgili
Bir ışık getir
Ve mutlu sokağın kalabalığına bakacağım
Bir pencere”
“Harlı alevlerin ortasında bile altın nilüfer yetiştirilebilir.”

[1] Gümüştenim olarak çevrilebilir.


[1] http://www.agos.com.tr/tr/yazi/9814/gozlerimi-kapatirim-ve

[2] https://www.theguardian.com/books/2000/mar/19/poetry.features

[3] Virginia Woolf’un bir eseri.

[4] Önce Ben Öleceğim, İkinci Cilt, çeviren ve derleyen Haşim Hüsrevşahi, Yayına hazır.

[5] Son Gün, Önce Ben Öleceğim, Birinci cilt, çeviren ve derleyen Haşim Hüsrevşahi, Totem Yayınları, 2019

[6] James C. Kaufman. The Sylvia Plath effect: Mental illness in eminent creative writes, January 2001, The Journal of creative behavior, 35(1):37-50

[7] Sylvia Ploth’ın yaşamı hakkındaki bilgilerin kaynakçası: https://www.feelthewords.com/author/sylvia-plath

[8] A Literature of Their Own Analysis – eNotes.com

[9] The Animal That Therefore I Am (More to Follow), Jacques Derrida; David Wills Critical Inquiry, Vol. 28, No. 2. (Winter, 2002)

Bir şiirim dört dilde: Seni yeniden seveceğim!

seni yeniden seveceğim
damdaki kuşları bulutlara uçurduktan sonra
hırsız babam fahişe annemi öpüp boğduktan sonra
enseme inen son yumruktan sonra
kırık kaburgalarım bir elimde öptüğüm zarlar ötekinde
seni yeniden seveceğim
 
sanki bahar yeni gelmiş gibi
güneş yeni parlıyormuş gibi yağmur sonrası bir ormanda
kuşlarımın ölüsünü sana göstermeden gideceğim
döndüğümde bekler bulacağım seni

yeniden seveceğim saçlarını koklamadan
bir öykü anlatacaksın gibi bakacaksın gözlerin ıslak
sümüğünü çekerek güleceksin
 
dişlerini öpeceğim yeniden
alaca bir mavilik esecek alnından
sanki martılar köpüklü dalgalara inip kalkıyormuş gibi
dudaklarım dudaklarından kanat çırpacak
seni yeniden seveceğim

تو را دوباره دوست خواهم داشت

تو را دوباره دوست خواهم داشت

بعداز آنکه پرنده‌ها را از پشت بام به سوی ابرها پرواز دادم

بعداز آنکه پدر دزدم بوسید مادر روسپی‌ام را و خفه کرد او را

بعداز آخرین ضربه به پس گردنم

دنده‌ی شکسته‌ام در یک دست و در دست دیگرم طاس‌هائی را که هی بوسیدم

تو را دوباره دوست خواهم داشت

انگار که بهار تازه از راه رسیده

و انگار خورشید تازه دمیده به جنگل پس از باران

خواهم رفت بی آنکه لاشه پرندگانم را نشانت دهم

و آنگاه که برگشتم تو را در انتظار خواهم یافت

تو را دوباره دوست خواهم داشت بی آنکه گیسوانت را بو کنم

تو نگاهم خواهی کرد انگار که روایت قصه‌ایست در چشمان خیس تو

لبخند خواهی زد و دماغت را بالا خواهی کشید

دندان‌هایت را دوباره خواهم بوسید

از پیشانی تو آبی گرگ ومیش خواهد زد

گوئی که مرغان دریائی بلند شده می‌نشینند روی موج‌های کف آلود

لب‌های من از لب‌های تو بال خواهند گشود

تو را دوباره دوست خواهم داشت

I will love you again

I will love you again
after sending the birds on the roof flying into the clouds
after my thieving father kisses and strangles my whore mother
after the last blow to my neck
with broken ribs in one hand and the dices I kissed in the other

I will love you again

as if spring has just arrived
as if the sun is just now shining, in a forest after the rain
I will leave without showing you the corpses of my birds
when I return, I will find you waiting

I will love you again without smelling your hair
you will look to me as though to tell a story, eyes wet
you will laugh, blowing your nose

I will kiss your teeth again
a mottled blue will blow across your forehead
as if seagulls were rising and falling on frothy waves
my lips will flutter from yours
I will love you again.

سأحبك مرة أخرى

سأحبك مرة أخرى

بعد أن أرسل الطيور من على السطح لتحلق في السحاب

بعد أن يقبّل والدي اللص أمي العاهرة ويخنقها

بعد آخر ضربة على عنقي

بأضلاع مكسورة في إحدى يدي والنرد الذي قبلتُه في الأخرى

سأحبك مرة أخرى

كما لو أن الربيع قد بدأ للتو

كما لو أن الشمس تشرق لتوها في الغابة بعد المطر

سأرحل دون أن أريك جثث طيوري

وحين أعود، سأجدك تنتظرني

سأحبك مرة أخرى دون أن أشم شعرك

وسوف تنظرين إليّ وكأنك تحكين قصة، وعيناك مبللتان

ستضحكين وأنت تنظفين أنفك

سأقبل أسنانك مرة أخرى

ويمر الأزرق المرقط عبر جبينك

وكأن طيور النورس تعلو وتنقض على زبد الموج

وترجف شفتاي على شفتيك

سأحبك مرة أخرى.

Umay Nereye Gitti?

Yatağımız olacak, hafif kokuyla dolu,
Divanımız olacak, bir mezar gibi derin;
Bizim için açılmış, en güzel iklimlerin
O garip çiçekleri süsleyecek konsolu

Charles Baudelaire

Ahmed Ağa ne kadar da güzeldi!

Belkıs:

Ben artık bu evde kalacak değilim. Geceleri kim bahçeye çıkmaya cüret eder! Aman Allah’ım. Gasilahene gibi. İnsanın ödü kopuyor. Cihan Sultan orada oturmuş, aniden insanın üzerine abanıyor. Ağzından yel alsın! Sabahtı Pastacı Hacı Sadık’ın evine gittiğimde. Yıkadım çamaşırlarını, serdim güneşe. Öğlen vakti yorgun argın döndüm eve. Bir lokma ekmek yedik. Mangala Meşdi için köz attım. Çay demledim, önüne koydum. Oturdu, başladı esrar çekmeye. Ben de şöyle bir uzanayım dedim. Yorgunluk atayım dedim. Sırtımın kemikleri takır takır ses veriyordu. Daha gözlerim uykuya ısınmadan Ahmed Ağa kapıya gelerek, “Cihan Sultan, işte böyle böyle olmuş,” dedi, “gözünüz Kakol Zeri’nin üzerinde olsun. Ölünün bulunduğu odaya gitmesin. Ben çarşıdan birini bulayım, kaldırsınlar onu.” Kakol Zeri’nin eli onun elindeydi. Bizim odaya soktu. Pek yürekli adam. Gözleri kupkuruydu. İçim acıdı. Gözlerim karardı birden. Sanki evi kaldırıp tepeme indirdiler. Kakol Zeri, bir saat sarkacı gibi karşımda salınıyor, parmağını emiyordu. Ya bu gece nerede uyuyacak? Annesi yok, Cihan Sultan da göçtü öte dünyaya. Ya bizim yanımızda yatacak ya da Ahmed Ağa’nın. Şayet geceye kadar kaldırmazlarsa ölüsünü, şeytan kalıbına girer, gelir hepimizi boğar. O yaşarken kımıldayamıyordu, ölüyken nasıl kalkıp yürüyecek? Dilini ısır! Tanrı isterse her şey olur. Şeytan kalıbına girerse kalkar yürür. Ölü günahkâr ise ve cenazesi hemen kaldırılmazsa şeytan girer onun kalıbına, başlar yürümeye.

Servi gibi üç genç varmış. Bir gece gasilhanenin oradan geçiyorlarmış. Hani o külhanbeyi gençlerden; su kenarında oturur, gümüş çubuklar ellerinde. Biri demiş ki kim sıkıysa girsin gasilhaneye, oradaki ölünün tabutuna bir çivi çakıp gelsin. Hepsinden daha ciğerli olanı, kavgacısı ben girerim, demiş. Yarı gece, gitmiş bir çivi bulmuşlar, vermişler gence, haydi bakalım demişler, göster kendini, git de çivile! O da bir aslan gibi gitmiş, gasilhanenin kapısını zorlamış, menteşesinden sökmüş kapıyı açmış, girmiş içeri. Arkadaşları kapıda beklemişler. Ama ne kadar beklemişlerse adam çıkmamış. Bir saat orada durmuşlar, gelmemiş. Sonra besmele çekmişler, mum yakmışlar, içeri girmişler. Birde ne görmüşler! Arkadaşları bir tabutun kenarında yere düşmüş. Bir ölü de kefeni üzerinde, tabuttan çıkmış onun üzerinde. Arkadaşları baygınmış. Kaldırmak istemişler. Ölü öyle sıkı tutmuş kucaklamışmış ki genci zorla ayırmışlar. Arkadaşını kaldırmak isterlerken elbisesinin tabuta yapıştığını görmüşler. İyice bakınca, adam çiviyi tabuta çivileyeceğine kendi elbisesinin kenarına çivilediğini görmüşler. Sonra zavallı genç adam kafayı yemiş, dağlara kaçmış.

Meşdi kalkıp evi terk etti. Ona, “Ben korkuyorum,” dedim, “bu evde ölüyle tek başıma kalmaya korkuyorum.” Bana aldırış etmeden kapıyı çekip kahvehaneye gitti. Kalkıp geldim, sokak kapısının eşiğinde durdum. Evde yalnız kalmaya korkuyordum. Kakol Zeri kapının yanında sokakta oynuyordu. Cihan Sultan’ın odasına giremiyordum, ödüm patlıyordu. Kakol Zeri’ye sordum: “Cihan Sultan nasıl, gördün mü onu?” O da gözlerini Şam zencisi gibi gözlerime dikti, dedi ki: “Uyuyor ama gözleri açık! Seslen, seslen uyanmıyor.” Aman Allah’ım. Bir karış velet nelere bakıyor! Korkudan yüreğim ağzımda benim, bu velet gitmiş onun gözlerinin içine bakmış. Çarşıdaki adamlar, Ahmed Ağa ile onu kaldırmaya geldiler. Ben anlamıyorum, Ahmed Ağa niye hiç ağlamadı. Yüzü her zamanki gibi dümdüz, gözleri ise kupkuru. Tabutu görünce dizlerimin bağı çözüldü, sırtım ürperdi. Hepsi birlikte ahıra girdiler. Ahırın kapısı adamlarla doldu. Sanırsam sevabına bu kadar adam gelmiş. Kim bilir! Şeyh Mahmut diyor ki o, namazını hiç bırakmadı. Eğer sevap işlemişse cenazesi hafif olur. Ruhu gırtlağında hırlarken bir cimcik türbe suyu damlatan olmadı ağzına. Şayet sevap işlemişse neden kimse gelip de türbe suyu dökmedi gırtlağına. Adamların hepsinin ahıra girdiklerini görünce ben de peşlerine takıldım. Ahmed Ağa, dosdoğru başucuna gitti. Yüzü donuktu, ağlamadı. Sonra hızla geldi, ahırın bu ucunda kustu. İşkembeci Meşdi Hacı yüksek sesle ağlıyordu. Kel Bemun, çulun kıyısından tuttu. Meşdi Hacı ise ayak tarafından. Kaldırıp tabuta koydular. Sonra da yorganı üzerine örttüler. Yorgan da Gevher’in Hasırcılar Tepesi’nden aldığı yırtık pırtık bir şeydi. Züleyha’nın ciğeri gibi paramparçaydı. Ciğeri yanası Kakol Zeri de kavruk cin gibi oracıkta durmuş öööööyle bakıyordu ölüye. Sonra adamlar hep beraber tabutu kaldırdılar, altına girdiler. Tabut, saman gibi hafifti. Öyle hafifti ki az kalsın düşecekti. Sanki tabutun içi boştu. Mutlaka çok sevabı varmış. Adamlar sokağa çıktılar. Artık gürültü yoktu. Ev tenhaydı. Kakol Zeri de cenazenin peşinden koşmaya başladı. Mezarlığa… Ahmed Ağa onlarla gitmedi. Odasına geçti, kapıyı kapattı. Yumurcağın nasıl bir yüreği var! Öğlen vaktiydi ama hava gece gibiydi ve yağmur çiseliyordu. Yorganı ıslanacak, yağmur etine işleyecek. Seyit Hacı Ali Mezarlığı epeyi uzakta. Evde kimse yoktu. Ahmed Ağa yalnızdı odasında. Ben evde korkuyordum. Ben ve Ahmed Ağa’dan başka kimse evde yoktu. Meşdi de yoktu. Gevher de kayıp zaten. Cihan Sultan da öldü. Kakol Zeri cenazenin peşinde. Ben ve Ahmed Ağa evdeyiz. Sokak kapısını kilitledim, parmaklarımın ucuyla kapısına kadar gittim. İçeri girmek istedim. Ama korktum bağırır diye. Bir gün ne yapıyor diye odasına girdim, gördüm ki odanın bir köşesinde durmuş kendi kendine konuşuyor. Korkuyorum sonunda kafayı yiyecek. Öyle bakarken odasına farkında olmadan elim kapıya dokundu. Kapı gıcırdadı. Aniden yerinden fırlayarak bana bağırdı: “Neyiniz var sürekli beni gözetliyorsunuz? Ben ne yaptım ki hepinizin gözü benim üzerimde?”

Ona dedim ki, “Ben bir şey yapmadım. Şayet kirli çamaşırın varsa alayım, yıkayayım dedim.”

Kirli çamaşırlarını yıkamaya götürdüğümde pantolonun ağını koklarım, öperim, sonra da yasemin gibi yıkar getirir kendisine veririm. Bu defa, odasına uğradığımda evde kimse yoktu. Oturmuş bir şeyler yazıyordu. Girip selam verdim. Bağıracak diye korkuyordum. “Evde kimse yok, ödüm kopuyor,” dedim. Sonra başladım ağlamaya, yağmur gibi gözyaşı dökmeye.

Yerinden kalkarak yanıma geldi. Elimden tutarak “Neden ellerin soğuk?” dedi.

Ben de, “Çok korkuyorum,” diyor, durmadan gözyaşı döküyordum. Sonra bana acımış gibi, yüzüme baktı, bakışları yüzümde gezindi. Hep böyle baksın bana istedim. Sonra bana dedi ki: “Meşdi evde değil mi?”

“Hayır,” dedim.

İki elini koltuğuma sokarak kucakladı. Sıkı sıkı sarıldı bana. Memelerimi peş peşe sıktı durdu. Artık yüzünü görmüyordum. Yüzüm ve bütün vücudum tandır gibi yanıyordu. “Derdin canıma değsin! Seni çok seviyorum,” dedim. Bir şey söylemedi. Soluk soluğa kalmıştı. Nefesi ensemi yakıyordu. Sonra elini karnımda gezdirdi, okşadı. Şeyimi avuçladı. İçim bayıldı. Ağzım kurudu. Sonra elimden tutarak hemen odasının köşesine koyduğu yatağına attı. İçim dağıldı. İnanamıyordum. Çok uzun zamandır canım istiyordu. Ona, “Kurbanın olurum senin,” diyecektim. Ama dişlerim kilitlenmişti. Sesim çıkmıyordu. Suratı seğiriyordu. Sanki bir yerleri acıyor gibiydi. Yatağına atınca tekrar gözlerini gördüm. Canım çekti. Yüzüne baktım. Dilim tutulmuştu. Memelerim çok acıdı. Ama daha da acısın istiyordum. İçim durmadan dağılıp duruyordu içimde. Yerden beni kaldırmak isterken ağırlaşmıştım. Kımıldayamıyordum. Üzerime çıktı. Sanırım bayılmak üzereydim. Artık yüzünü pek göremiyordum. Yüzü gözlerimin önünde dönüp duruyordu. Ama gövdesi pek ağır değildi. Canım istiyordu ki odanın tavanı ikimizin de üzerine yıkılıversin. Sonra kulağıma dedi ki: “Kocan gelse ne yapar?” Sesi kuyunun dibinden geliyordu sanki. Cevap veremedim. Sonra güldü sanırım. Çünkü dişleri parladı. Sonra gömleğimi kaldırdı, memelerimi yedi. Süt emmek isteyen bir bebek gibiydi. O kadar yedi ki memelerimi, az kalsın canım çıkacaktı.

Sonra bana dedi ki: “Memelerin taş gibidir.”

Ama sanki başka biriyle konuşuyordu. Benimle değildi. Benimle o işi yapacağına inanamıyordum.

Sonra dedi ki: “Sanırım Meşdi seninle güreşmiyor!” Sonra da dedi ki: “Beni istediğini biliyordum.” Sanki kuyunun dibinden geliyordu sesi.

Ona dedim ki: “Biliyor musun? Ben hâlâ bakire bir kızım.”

Güldü. Dedi ki: “Ha! Biliyorum… dokuz kapılısın sen… ya Meşdi? Ne güne duruyor?”

Dedim ki: “Daha bir iş becerebildiği yok.”

Üzerimden kalkmak isterken sıkıca yapıştım ona. “Yalan, yalan,” dedim. İşte o zaman birden içim yandı ve kaynar yağ gibi dağıldım ve gözümün kenarından gözyaşım kulağıma aktı. Karnım kasıldı. Kendimi önleyemiyordum sanki. Sanki altıma kaçıracak gibi oldum. Onun altında ölmek istiyordum. Sanki ona, “Feda olayım sana… öleyim sana,” diyordum ama kendi sesimi duymuyordum. Sonra yüzünü gördüm. Ekşimişti. Ağlayacak gibiydi. Havuza atmışlar gibi sırılsıklam olmuştum. İşte o zaman gözlerimin görmediğini anladım.

Yatağa kan akmıştı. Ahmed Ağa, kızlığımı almıştı. Ona dedim ki: “Ben senin kenizinim, kölenim… Ben sana feda olayım.”

Bana, “Namazsızdıysan[1] madem, neden geldin yatağımı kana buladın?” dedi.

Ona dedim ki: “Ben bakire kızdım, sen yırttın beni.”

İnanmadı. “Yatağı kendin sökeceksin; yüzünü, yününü yıkayacaksın,” dedi.

“Başımın üstüne,” dedim.

Sonra koşarak kendi odama gittim ve bir ölü gibi düştüm yatağıma. Gördüm ki Cihan Sultan beyaz bir ata binmiş, Şeyh Mahmut da yularından tutmuş, salâvat getirerek Balık Havuzu’nun merdivenlerinden aşağı indiriyor. “Geri çekilin, kimse yaklaşmasın, kimse inmesin, burası kapatıldı” diyor. Şeyh Mahmut’un meleklerinki gibi kanatları vardı. Çok gençleşmiş, güzelleşmişti. Göğsü aha şu kadar genişti. Sakalı simsiyahtı. Yüzünden nur yağıyordu. Cihan Sultan da peri kızları gibi yavaş yavaş Balık Havuz’unun merdivenlerinden iniyordu. İki de zenci köle onun bohçalarını, mücevherlerini taşıyordu. O kadar güzelleşmişti ki, yeme de yanında yat. Balık Havuzu’nun dibindeki çakıllar da Tanrı’nın kudretiyle hepsi mücevherat olmuştu. Balıklar da altın…

“Bütün bu mal, bu varlığın hepsi, cennete giden Cihan Sultan’ındır,” dediler. Sanki rüya âleminde gelip karşımda durdu ve dedi ki “Can çekişirken ne kadar Belkıs, Belkıs diye bağırdıysam, gel bir damla su dök boğazıma, boğazım yanıyor dediysem gelmedin. Yerine bu gördüğün melek var ya, o kendisi geldi, cennetten getirdiği türbe suyundan içirdi, ‘İç, iç. Bu dünya da çok çektin sen,’ dedi. Şimdi de Tanrı’nın yanına gidiyorum. Ondan genç, Rüstem gibi güçlü bir koca isteyeceğim senin için. Bir bebe atsın senin karnına. İşi iş olsun. Durmadan parmak atan bu Meşdi gibi olmasın.”

Ona, “Ben az önce Ahmed Ağa’nın odasındaydım. Kızlığımı aldı. Karnıma şirin bir bebe attı. Ben artık koca istemiyorum. Ahmed Ağa benim kocam oldu,” dedim.

Bana dedi ki, “Ahmed Ağa böyle haltlar işlemez. Gevher’i bırakıp senin koynuna girmez.”

Kapı menteşesinden koptu sanki. Ahmed Ağa’nın sesiyle uyandım. Odama gelmiş soruyordu: “Kalk bak bakalım Kakol Zeri nerede?”

“Mezarlıktan dönmedi daha,” dedim.

“Ben de camiye, Şeyh Mahmut’a uğrayacağım. Belki de dönmüştür,” dedi.

Ben de dedim ki, “Evde yalnız kalmaktan korkuyorum.”

“Neden korkuyorsun? Çocuğun olsaydı benim boyumda olurdu!” dedi.

“Cihan Sultan’dan korkuyorum. Rüyamda gördüm onu. Cennete gitmiş,” dedim.

Beni hiç tanımıyor gibiydi. Sanki benimle o işi yapmamıştı. “Cihan Sultan patladı,” dedi ve sokak kapısını çarparak çekip gitti. Sinirli değildi. Her zamanki gibiydi. Hatırlıyorum, yüzü kırıştığında bir yeri acıyor gibiydi, ağlayacak gibi. Şeyh Mahmut kaybolmuş, diyor. Sanırsam Gevher’le işi pişirmiş, birlikte camiye gitmişler. Gevher’i bir an bile düşünmeden edemiyor. Aklı sürekli onda. Şeyh Mahmut’un zavallı karısının bir parmağı bin tane Gevher’e değer. İçeri girdi, bana hiç aldırmadı. Önce doooğru ahıra gitti, Cihan Sultan’ın yerine baktı. Koca çocuk hâlâ baldırı çıplak dolaşıyor. Kocaman da çükü var. Koca adamlarınki gibi… Geldi, ahıra baktı. Ne kadar cesaretli! Sonra da havuz kenarına gitti.

Ona, “İçeri gir, ıslanırsın, şimdiye kadar neredeydin?” dedim. Hiçbir şey söylemedi. Her zamanki gibi balıklarla oynuyordu. Yağmur çiseliyordu.

“Gir içeri, ıslanacaksın,” dedim. Aldırmadı. Sonra Mirza Esedullah geldi.

“Allah rahmet eylesin! Rahatladı. Ellerine sağlık, kalk bu ahırı bir süpür,” dedi. Ben de gidip süpürdüm. Mirza Esedullah da avludaydı. Ahmed Ağa’ya feda olayım inşallah! Ne kadar da güzeldi.


[1] Ay hali demek.

Bir Deyim ve Bir Mit!

Ve sen, evreni ağzında taşıyordun…

Azalya, başını masaya dayadı ve çok geçmeden uyku göz kapakla­rına dayandı, ayaklarının altındaki toprak yumuşadı, alnının altında­ki eli ve dayandığı masa derinleşti. Kendini, resimdeki kadının açık avuçlarından başlayan, üzerinde asılı durduğu boşluğa bıraktı.

“Sen kimsin?”

“Sen kimsin?”

“Ben Rana…”

“Ha ha… Ne hoş bir isim…”

“Ya sen kimsin?”

“Ben Azalya!”

“Aaaaa! Olamaz!”

“Neden olamazmış?”

“Seni tanıyorum.”

“İlginç!”

“İlginç! Şu anda senin öykünü okuyorum. Yaaa! Ne kadar acı bir hikâyen varmış senin!”

“Nasıl acı?”

“Bilmiyor musun?”

“Neyi?”

“Kendi öykünü.”

“Ne olmuş ki bana?”

“Ailen, evin… Hem o kadar sevdiğin erkek… Aquilla, tapınağı sana yeğledi ya… Sonra… Yani çok acı çekmişsin…”

“Ya? Olanları biliyorum… Ya sonra?”

“Sonrasını okumadım daha…”

“Nasıl yani? Sen herkesin kaderini okur musun?”

“Hayır öyle değil!”

“Ya nasıl?”

“Bir kitap okuyorum… Senin hayatını anlatan bir kitap!”

“Öyleyse benim hayatımın sonunu biliyorsun, bilmiyor mu­sun?”

“Hayır! Daha bilmiyorum!”

“İlginç! Okumuş olsaydın, bana geleceğimden haber vermiş olur­dun öyle mi?”

“Şimdiki sana göre, yani o zamandaki, öyküdeki banyo yaptıktan sonra Aquilla’yı beklerkenki sana göre öyle…”

“Geleceğimi bilemezsin… Sadece kaderleri çizen… Sadece Tan­rı bilir geleceği…”

“Bu bir öykü…”

“Ne yani… Benim tüm acılarım bir masal mı? Bir hiç mi?”

“Hiç değil tabii… Sen bir öykünün gerçeğisin… Acıların gerçek tabii ki… Ama ne bileyim…”

“Ne fark eder!”

“Ne bileyim!”

“Bir öyküyse peki, benim bu çektiklerim ne olacak? Kim vere­cek bunun hesabını?”

“Bana niye kızıyorsun?”

“Hayır, kızmıyorum… Zaten kime kızmam gerektiğini de bilmi­yorum.”

“Hikâyeni bilemiyorum.”

“Hem bilemezsin; çünkü, öykü bitince oradakilere ne oluyor, onu da bilemezsin. Biliyor musun? Orada bekliyorlar mı yani? Sen öyküde değilsin ki bilesin!”

“Kitabı bitirdiğimde senin öykün de son bulacak… Ama öykü bit­tiğinde sana ne olacağını, yani sonra ne olup biteceğini bilebilmem için kitabı okumalıyım! Okuyup kapadıktan sonra ne olacak, onu bi­lemem!”

“Ha ha! Ne kadar ilginç… Yani sen şimdi kitabı okumuş olsaydın, benim bilmediğim kaderimin ne olacağını bana söyleyebilirdin… Bi­tirince de ben bitmiş olacağım, öyle mi?”

“Öyle galiba!”

“Başkası okuyamaz mı senin okuduklarını?”

“Okur tabii…”

“O zaman, ben yeniden mi başlarım yaşamaya?”

“Öyle galiba!”

“Yani benim yaşamım bitip bitip başlanacak mı? Ben, ölüp ölüp dirilecek miyim?”

“Bu çok korkunç… Yani, senin ruhun ölümsüzleşiyor… Yani, amaaan ne bileyim ben!”

“Sonsuz acılar… Ben bu öyküden kaçamaz mıyım?”

“Ama seni yazan da başka bir öykü içinde yazmıştır seni belki.”

“Kaderimi okusana!”

“Kitap uçakta kaldı… Yani ben uçaktaydım. Şimdi de orada ol­malıyım. Öykünü orada okudum.”

“Uçak da ne? Kim yazmış benim öykümü?”

“Ben, kentimden kaçıyorum. Uçakla… Uçuyorum!”

“Aaaaaaa! İlginç! Sen uçuyor musun? Yani, sen de bir çeşit me­leksin! Hem, benim gibi memleketinden kaçıyorsun ha? Bana da me­lek diyorlar…”

“Evet… Ama ben melek falan değilim!”

“Ben de değilim; ama onlar bana sürekli ‘melek’ diyorlar! Aquilla’ya da defalarca söyledim melek olmadığımı; ama… Öykümün neresin­desin? Yani, tapınağın olduğu kentten ayrıldıktan sonra ne oldu bana biliyor musun?”

“Sen kentten ayrılmak üzeresin… Tam Aquilla’dan ayrılıp o kent­ten gitmek istediğin yerdeyim. Ben de merak ediyorum. Daha oku­madım.”

“İlginç! Aquilla ha?”

“Evet…”

“Bir şey kafamı kurcalıyor… Adın neydi senin?”

“Rana!”

“Ha, evet Rana! Ben senin öykünü okumadığıma göre, seni rü­yamda görüyor olmalıyım.”

“Ya da sen benim rüyama geldin! Olamaz mı?”

“Ya da sen benim!”

“Nasıl olur bu? Bir kere, sen çok uzun bir zaman önce vardın… Yani var mıydın yok muydun onu da bilmiyorum. Sen uzun bir zaman önce bir öyküde yaşamışsın… Hayır, ben senin rüyana gelemem.”

“Benim düşüme hangi kapıdan girdin Rana?”

“Bunu sana, o ihtiyar topal öğretti değil mi? Rüyanın kapıları! Ben, Tahran’da doğduğuma göre, senin girdiğin kapıdan çıkmış ola­mam!”

“Ya ben senin gerçeğinsem?”

“Senin gözlerine geri dönmeliyim o zaman Azalya!”

“Yollar, senin düşlerinden başlar.”

“Yangın, harman yerini sarar gibi sardı düşlerimi.”

“Ve bir gün, beni görmek için ruhun tenini terk ettiğinde geri dönmediğini söyle bana!”

“Ben, senin masalınla mı geri dönmekteyim tenime?”

“Ne kadar acı! Sen uyandığında yok olacağım.”

“Beni düşleyerek yarattığını, ilkin o geyikli bahçede söylemiş­tin.”

“O zaman ‘ben’ yoktu ki, yaseminlerle sarılmıştık.”

“Aaah, her şey bir çırpıda nasıl da yok oluverecek! Bir el çırpma­sı, bir göz kırpması…”

“Bizler, birer incirdik.”

“Ve sen, evreni ağzında taşıyordun.”

“Benim ağzımdan evrenin salkımlarını kimse dermedi.”

“Evet… Evet. Bu bir tesadüftü. Biliyorum ne yazık ki! Ancak, rastlantıların ışığı, ilişkilerin bilge düzeni sonucunda yollarımızı ay­dınlatıyor… Bunu ancak aptallar yadsır.”

“Usun zincirlerine boyun eğmeseymişim keşke. Aşk, ey zehirli meyve, keşke çürütmeseydin inançlarımı; keşke ruhuma kanat ver­meseydin.”

“Ben, sana dönerek aşkımı bulmalıyım. Aşk, aşk, ah ey o ilk gü­lüş, ilk gözyaşları…”

“Ne kadar acı tadıyor sesin!”

“Ne kadar acı tadıyor sesin!”