Ocak 2023 tarihinde Salih Necefi’nin kaleme aldığı bu yazıyı Furuğ’un sesinin Ev Karadır filmi yoluyla yeniden duyulabilmesi umuduyla özgün Farsça dilinden çevirdim.
H.H.
İran sinema tarihinin en güçlü filmlerinden birini yirmi sekiz yaşında, hiç de sinemacı olması düşünülmeyen ve bu filmden başka karnesinde başka filmi bulunmayan bir kadın yapıyor. Ama Ev Karadır hakkındaki temel nokta, Furuğ’un kendi sesini bu filmde buluyor/yaratıyor olmasıdır. Ev Karadır, Furuğ’un en iyi şiirlerinden biri belki de en önemli şiirdir. Sadece bir eleştirmenin dediği gibi onun bu poetik belgeseli, edebiyattaki şairanelikle filmdeki şairaneliğin karması olması değil, aynı zamanda Furuğ’un Yeniden Doğuş’u onun İran’ın kuzey batısındaki cüzamlılar evinde on iki gün ikamet ettiği sırada gerçekleşmiş olmasıdır. Orada Furuğ’un sesi Eski Ahit düz yazı çevrisi ve onun filmin medyumuyla çatışması sonucunda dünyaya gelmiştir.
Furuğ işte bu cüzamlılar evinde Eyyûb’un Kitabı’nın satırlarında bir karşılık bulur: “Anımsa ki benim yaşamım rüzgardır ve gözlerim asla iyiliği görmeyecektir. Beni gören kimsenin gözü bir daha bana ağlamayacaktır ve gözlerin bana bakacak ve ben olmayacağım.” (Yedinci Bab, yedinci ve sekizinci ayetler) İlginç olan şu ki Yeryüzü Ayetlerinin dölü burada atılmıştır. Bu Kara Ev’dedir ki o “Umutsuzluğun Görkemi”nden, “Mahpus Ses”ten söz etmekte ve bu “lanetlenmiş geceden / ışığa bir yol açmaya çabalamıştır. Yeniden Doğuş’un her satırında dalgalanan tuhaf dişil-peygamberimsi sesin tınısı, o tuhaf düz yazının tercümesi ve bu tuhaf medyumun çakışması sonucudur:
‘Don’t forget!/ I beg you, God, don’t forget!/ My life is just a breath,/ and trouble lies ahead./ I will vanish from sight,/ and no one, including you,/ will ever see me again.’,
Dünyaya vasatlık egemen olmuştur; Vasat düşünceler, vasat hükümetler, vasat sanat, vasat edebiyat, vasat inanışlar… Garip denecek ölçekte kirletilen dünyanın bu hali doğal diye yansıtılan günümüzdeki toplumlara sıradanlık, tekdüzelik, düzeysizlik, düşünceden yoksunluk dayatılmıştır. Estetikten ve doğanın yansıması olan yaşamın farklı biçim, renk ve gönderilerinden oluşan algılardan, anlamlardan ve devinimlerden yoksunluk toplumlara pompalanmaktadır. İnsanoğlu, onun temel özelliklerinden biri olan doğayla iç içelikli yaratıcılıktan da uzaklaştırmış, yabancılaştırmıştır. Devletler yanında savaşlar, soykırımlar sıradan organize, sistematik ve planlı bir eylem olmuştur. İnsanları toplu halde aç ve susuz bırakıp öldürmek birilerinin hakkı diye tanınmıştır. Bu insanlıktan uzaklaşıp yabancılaşan dünyada, insanlar böcekten öte bir şey olarak görülmemekte bu devletler ve o devletlere egemen sermaye nezdinde. Ve insanlar bu tsunami dalgalarına benzer baskının altında boğulmamak için kafalarını bir anlığına çıkarıp derin nefes almaya çalışmaktalar. İşte böyle bir kirletilmiş, sıradanlaşmış, kokuşmuş düzen içinde güzellikten söz etmek delilik sayılır. Şiirden, resimden, müzikten kısacası insanı insan yapan sanattan söz etmek delilik sayılır. Dahi sanatçılar bu nedenle deliler kafilesindendir ve büyük bir dâhinin kaybı ise herhangi bir kayıp değil.
(Bu makalede çevirmeni belirtilmeyen metinler orijinal dilinden Haşim Hüsrevşahi tarafından Türkçeye çevrilmiştir.)
Yazan: Haşim Hüsrevşahi
“Hayatta öyle yaralar var ki ruhu cüzzam gibi yalnızlıkta yavaş yavaş yer bitirir. Bu dertler kimseye anlatılamaz…” cümlesi ile başlayan Sadık Hidayet’in kaleme aldığı Kör Baykuş adlı kısa romanı (uzun öyküsü) çağdaş Farsça romanlar arasında belki de en tanınmış ve üzerinde en çok yazılıp konuşulanıdır. Bu romanı farklı okumaları olmuştur[2],[3],[4],[5],[6]. Bu yazıda mümkün olan en kısa şekliyle bu romandaki “Bakmak” eylemine, anlatıcının anlattıklarına değinerek bakacağız. Makalenin hacmine zarar verme tehlikesi göze alınarak konunun daha iyi anlaşılması adına, romandan geniş pasajlar aktarılacaktır.
Öykünün başlarında anlatıcısının esiri olarak tanımladığı kadının evine gelişi, tek bir söz söylemeden gidip onun yatağında yatması, ravinin ona şarap içirerek (istemeden?) zehirleyip öldürmesi sahnesinde okuyoruz. Burada aktardıklarım Sepehr Yayınları 1972 Tahran baskısından Emir Hüseyin Henci tarafından .pdf formatında yayınlanan nüshasından çevrilmiştir. Roman bu cümleyle başlıyor:
“Hayatta öyle yaralar var ki yalnızlıkta ruhu cüzam gibi yavaş yavaş kemirir yer. Bu dertleri kimseye açmak olamaz… Ben bunlar sadece duvarda lambadan yansıyan kendi gölgem için yazıyorum, kendimi ona tanıtmalıyım.” (S 3-4)
“SES, neye yarar, duyulmayacağımızda.” Dan Davis[2]
Daha önce bazı konuşmalarımda bu kısa şiirimin yapısı ve kimi yerde şarap-kadeh, ney-nefes, ten-can gibi bağlamlarda onun gönderileri açısından, Mevlana, Hayyam ve Şirazlı Hafız gibi şairlerin temsil ettikleri İran irfan şiiri bağlamında ele almıştım, ancak bu kez biraz daha genişçe, onu dilsel okuma bağlamında içerdiği sorunların ifadelerini farklı açılardan ele almaya çalışacağım.
Bu kısa şiir üç sözcükten oluşmuş: 1- Ses(im), 2- Söz(le), 3- Ben(i)
Her üç sözcüğü de en az iki tür okumak mümkündür.
Birinci sözcük “Sesim”:
Birinci okuma: “Ben sesim”. Bu okuma “Ben”i tanımlıyor, imliyor ve muhatap (duyan, alıcı) söyleyen “Ben’in” bir “ses” olduğunu kabul eder.
İkinci okuma: “Ey sen ki benim sesimsin.” Ya da “Ey sesim!” İlkinde söyleyenin dışında bir varlığa hitap var. Gönderen, kendi varlığından bağımsız olarak karşısındaki alıcıyı kendi sesi olarak kabullenip ona “sesleniyor”: ey karşımdaki insan/varlık ki benim sesimsin diyor. İkincisinde ise gönderen doğrudan kendi sesine sesleniyor ve “Ey sesim! Ey duyulan ki benim sesimsin!” diyor.
İkinci sözcük: “Sözle”.
Burada gönderen emir kipi kullanılarak bir istekte bulunmuş fakat aynı zamanda bu emir kipindeki istek bildiriminin içeriğini de belirlemiş.
Birinci okuma: “Beni sözle doldur, sözle kapla (boyayla kaplar gibi), ört beni. Görüntü ver. Form.
İkinci okuma: “Beni söz haline getir. Anlamlandırarak ifade haline getir, sözcük yapıp anlam kazandır. İçerik ver.”
Geçenlerde Stanford İran Araştırma Merkezi, İbrahim Golestan’ın yayınlanmamış iki mektubunu yayınladı. Bunlardan biri Furuğ Ferruhzad’ın ölümünden yaklaşık dokuz ay sonra büyük yazar Sadık Çubek’e yazmış olduğu mektuptur. Golestan’dan Furuğ’a karşı beslediği derin sevgi hakkında kendi kaleminden ilk kez okuyoruz.
Farsçadan çeviri: Haşim Hüsrevşahi
Perşembe, 30 Kasım 67
Sevgili Çubek
Özlüyorum ve nasıl bir çıkmazda olduğumu biliyorum ve bu nedenle de hiç umudum ve sevincim kalmamış ve bunu bile biliyorum bağırmak ya da ağlamak bir kaçış değil, sakinleştirici değil ve elbette çare hiç değil. Şimdi Oxford’dayım. Dün gece Eprim’in yanına geldim ve iki gün burada kalacağım ve sonra da Londra’ya geçeceğim. Senden bir haber almadım daha. Umarım öncesinden daha iyisin.
Londra’da sadece tiyatroya, sinemaya ya da müzeye gidiyorum ve kalan saatlerimi sürekli odamdayım. Ama odamda suskunluk ve şaşkınlıkta kalıyorum, yazmak ya da düşünmekle değil. Ne düşünmesi? Yaşamımın rakamlarını alt alta yazmışım ve toplamışım ve sonucu da biliyorum ve defalarca bu toplamaları yinelemişim ve hep de aynı tek sonuç çıkmıştır. Bu nedenle geçmiş hakkında -ki her halükârda yararsızdır- ve gelecek hakkında -ki esasen benim için bir anlamı yok, düşünmek için bir düşüncem yok. Yazayım? Film yapayım? Bunlar lak lak etmektir.
Su başında durmuşuz, çınarla ben. Suda suretimiz çıkıyor, çınarla benim. Suyun şavkı vuruyor bize, çınarla bana.
Su başında durmuşuz, çınarla ben, bir de kedi. Suda suretimiz çıkıyor, çınarla benim, bir de kedinin. Suyun şavkı vuruyor bize, çınarla bana, bir de kediye.
Su başında durmuşuz, çınar, ben, kedi, bir de güneş. Suda suretimiz çıkıyor, çınarın, benim, kedinin, bir de güneşin. Suyun şavkı vuruyor bize, çınara, bana, kediye, bir de güneşe.
Su başında durmuşuz, çınar, ben, kedi, güneş, bir de ömrümüz. Suda suretimiz çıkıyor, çınarın, benim, kedinin, güneşin, bir de ömrümüzün. Suyun şavkı vuruyor bize, çınara, bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze .
Su başında durmuşuz. Önce kedi gidecek, kaybolacak suda sureti. Sonra ben gideceğim, kaybolacak suda suretim. Sonra çınar gidecek, kaybolacak suda sureti. Sonra su gidecek güneş kalacak; sonra o da gidecek…
Su başında durmuşuz. Su serin, Çınar ulu, Ben şiir yazıyorum. Kedi uyukluyor Güneş sıcak. Çok şükür yaşıyoruz. Suyun şavkı vuruyor bize Çınara bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze…
*
ben ırmağım akıp giderim
Haşim Hüsrevşahi
ben ırmağım akıp giderim gölgeni saklarım senin salkımsöğüt sesimi bırakırım sana …
ben ırmağım akıp giderim kanat çal benimle gel mavi kuş salkımsöğüt bizi izler bu şarkıda
ben ırmağım akıp giderim yıldızlı karanlık inince öykümü anlatırım salkımsöğütle mavi kuşa
ben ırmağım akıp giderim denizlere bırakırım koynumdaki balıkları sesim kalır arkamda bir de salkımsöğütle mavi kuş…
Yarı ölü bir adam! O adam, yurdunu terk etmek zorunda bırakılmadan tam yedi sene önce, şahlık rejiminin en korkunç hapishanesinde, iki çarpı iki, karanlık, nemli, penceresiz bir hücrede yarı ölü hale getirildi. İşkenceler başlamadan on sene önce yazmıştı Beyel’in Yas Tutanları’nı[1]. Yarı ölü olarak hapishaneden dışarı atılınca eli kalem tutmadı bir süre. Öfkeli ve küskündü. Ama buna rağmen Şubat Devrimi yenilmesin diye çok çabaladı. Ancak Devrim yenildi. Giderek ölü yanı yeniden dirilmeye yüz tutan adamın peşine bu kez Devrim Muhafızları takıldı. Bütün ailesi ölümle tehdit edildi. En yakın dostu idam edildi. Evden kaçtı. Karanlık bir ahırı andıran bir çatı arasında saklandı. Tam bir yıl. Şimdi bıyığı, saçı, sakalı kesilmiş, bir terzihaneye getirilmiş, saklanıyor. Terzihane karanlıktır. Görünmesin diye ışık yakmaz. Gözleri alışmış mutlak karanlığa. Kapı derzinden sızan ışıkla yetiniyor. Yazıyor. Duruyor. Tekrar yazıyor. Odanın duvarındaki delikten iki göz onu dikizliyor. Gözlerini o iki gözden alarak karanlıkta tekrar yazıyor. Yazmazsa, yarı diri yanı da ölecek. Terzihanedeki kadınların kahkahasını duyuyor. Onlar gülmezlerdi pek. Ama gülüyorlar. Rahşende’yle dilenci annenin de kahkahası var. Dilenci Anne’nin sesini duyuyor: “Torba dik! Torba dikmek uğurludur, bitince iyi haber alırsın.”[2] Kadınların alt kattan yükselen küfürlü konuşmalarına alışık. Yere uzanıyor. Kulağını ahırı andıran odanın tabanına dayıyor. Bir kadın sesini açık açık duyuyor: “Ağlayın, şifa bulun!” Hatırlıyor. Bunu Nene Hanım, hastaların boynuna zincir bağlayıp ve zincirin bir ucunu türbenin düğmelerine tutuşturduktan sonra söylemişti. Hastalar yere uzanarak ağlamaya başlayınca, Fatıma Nene de abdest almış, gidip kapının önünde durmuş ve yüksek sesle söylemeye başlamıştı: “Ya Hazret, ya İmam! Beyel’in hastalarına şifa ver!” Yarı ölü adamın kulakları yerde, gözleri bu ahırın bir köşesinde onu dikizleyen iki gözde. Köşedeki gözler ona yaklaşıyor. Daha da.
Bu denemedeki şiirler yazar tarafından özgün dilinden çevrilmiştir.
Bir şiir çeşitli pencerelerden bakılarak ve farklı yöntemlerle ele alınarak irdelenebilir. Bakış açısı veya irdeleme yöntemi ne olursa olsun şiiri oluşturan sözcükleri ele almaya mecburdur. Şairin bir gönderiyi (anlamlandırmayı), bir imgeyi, bir müziksel bütünlüğü ya da buna benzer şiirin herhangi bir kaçınılmazını seçerken, o andaki ya da öncesindeki duygusal ve düşünsel dünyasının oluşumunda etkili olan koşulları ve etkenleri irdelemek de önerilebilir. Nihayetinde şairin seçtiği sözcükler onun yaşamıyla doğrudan ya da dolaylı ilintili olduğundan diyebiliriz ki şiir şairin yaşamının bir tanığıdır, ya da şair kendi yaşamının tanıklığını şiiri ile yapar. Bu bakışla şiir metnini ele alırken o metni yazanın bir yandan yaşam öyküsüne, sahip olduğu ya da olmadığı fiziksel, ruhsal durumları, sosyal konumları ve hatta eğitimsel kazanımlarına göz önünde bulundurulmalıdır. Elbette şairin “durumu” şiirin şiirsel ya da edebi değerini belirlemez ancak onu bağlamıyla anlamamıza yardımcı olur.
Şiirleri ve yaşamaları hakkında onlarca inceleme ve eleştirel makale yazılmış olan iki büyük ve dünyaca tanınmış şairi tüm yönleriyle karşılaştırmak kuşkusuz bir makalenin değil bir kitabın konusu olabilir. Yaşamlarının ve şiirlerinin benzeşmesi, aynı yıllarda yaşamış ve yaşama gözlerini yummuş Furuğ Ferruhzad ve Sylvia Plath’a yakından bakmak için birer bahanedir. Bu yazıda iki şairin yaşamlarına çok kısa bakış attıktan sonra şiirlerindeki ayna temasına değinilecek, iki şairin yaşam-öyküsel ve ruhsal benzerlikleri bağlamında ve kimi yerde ondan bağımsız olarak örneklemeye gidilecek.
Kısa Yaşamlarından Kısa Kesitler
Bir rastlantıydı! 27 Ekim 1932 tarihinde Amerika’nın Masaçuset eyaletinde Boston şehrinde iki üniversite mensubu olan bir çiftin bir kız çocuğu dünyaya geldi. Annesi Aurelia, Avusturya asıllı bir Amerikan, Boston Üniversitesi’nde kocasının öğrencisi. Babası Otto Plath; Polonya asıllı bir Alman, Boston Üniversitesi’nde biyoloji profesörü. Sylvia, ailenin iki çocuğundan ilki.
İki yıl iki ay sonra dünyanın diğer ucunda 29 Aralık 1934’te Tahran’da bir kız çocuğu dünyaya geldi. Annesi ev kadını Turan Veziritebar ve babası Albay Mohammed Ferruhzad. Adına Furuğuzzaman dendi. Ailenin üçüncü çocuğu. Ancak daha sonra birkaç çocuk daha bunlara katılacak.
Sylvia’nın babası arı ve bal uzmanıydı ve kendisi diyabet hastası. Hastalığının komplikasyonundan öldüğünde Sylvia sekiz yaşındaydı ve onun ölümü Sylvia’nın ciddi ruhsal sarsıntı geçirmesine yol açtı. Sylvia babasının ölümünden birkaç hafta sonra ilk şiirini yazdı ve Boston Herald’ın çocuklar sayfasında yayımlandı. “Babasının ölüm haberini aldığında annesine ‘Bir daha Tanrı’yla konuşmayacağım’ diyen Sylvia daha sonra günlüğüne şu notu düşüyor: ‘Sanırım aşağı yukarı 9 yaşıma kadar mutlu, gayet dertsiz tasasız biriydim. Dokuzuma geldiğimde hayallerim hepten yıkıldı.’”[1]
Furuğ’un babası faşist bir kralın jandarma komutanlarındandı ve kralın köylünün ya da bir feodallerin elinden alıp zorla sahiplendiği arsaların ve taşınmazların emlak işlerine bakardı. Zengin kütüphanesi vardı ve evde egemen kıldığı sarsılmaz askeri disiplini. Albay bireysel olarak aşık meşrep ve kadınlara özel yakınlık duyan biriydi. Sevgi doluydu ancak evde ve aile içinde kimse bu sevgiden açıktan nasibini almazdı. Albay on altısına gelmiş kızlarını evlendirerek ve oğlunu Almanya’ya eğitime göndererek evi oldukça tenhalaştırıp ve ikinci evliliğini gerçekleştirdi. Furuğ’un ablası Puran bir söyleşide şöyle der: “Babamızın ikinci evliliğe karar vermesi evi dağıttı. Aile içi atmosfer çok çalkantıyla ve kargaşayla doldu.” Albayın ikinci evliliğinden çocukları oldu. Albay uzun yaşadı ve genç yaşta ölen kızı Furuğ’un toprağa verilişine tanık oldu.
Sylvia 18 yaşında koleje girerek üniversite eğitimine başladı ve başarılı eğitim hayatının yanı sıra kaleme aldığı yazıları dergilerde yayınlamaya başladı. Ödüller aldı ve New York’a giderek Mademoiselle dergisinde düzeltmen olarak çalışsa da sadece bir ay çalıştığı bu görevde uğradığı başarısızlıkla ve depresif bir ruhla Boston’a döndü ve ilk kez 24 Ağustos 1953’te intihara kalkıştı. Ruh hastalıkları kliniğinde yattı ve elektrik şoku aldı. Sonraki yıllarda bunları Sırça Fanus adlı eserinde kaleme aldı.
Furuğ düzenli bir akademik eğitim almadı. Liseyi bitiremeden iki yıllık sanat okuluna katıldı. Çok okudu ve sürekli yazdı. On altı yaşındayken kendinden yaşça büyük ünlü edebiyatçı Perviz Şapur’la evlendi. Ahvaz şehrine taşındı. On yedisinde Tutsak adlı toplu şiirlerini yayımladı. On sekizinde bir çocuğu oldu ve on dokuzunda kocası onu boşadı, çocuğuyla görüşmeyi ona yasakladı. Yirmisinde Tahran’da baba evinden kovulduktan sonra yalnız bir kadın olarak yaşamaya devam etti. Yirmi bir yaşındayken derin bir depresyondayken intihara kalkıştı. Hastaneye yatırıldı elektrik şok verildi. Hastaneden çıktıktan sonra iki yıl içinde Duvar ve İsyan adlı eserlerini yayımladı. Birçok dergide şiirleri yayımlanmaya başladı.
Sylvia ilk ulusal çapta şiirini yayımladığında on sekiz yaşındaydı ve bunu takibinde yirmi üç yaşına geldiğinde ikinci kez intihara kalkıştı. Aynı yıl Cambridge Üniversitesi’nden burs kazanarak Londra’ya geçti ve orada 24 yaşındayken kendinden iki yaş büyük ünlü şair Ted Hughes’la evlendi ve bir sene sonra onunla birlikte Amerika’ya döndü. 1960 yılında 28 yaşındayken ilk toplu eseri The Colossus and Other Poems adı altında yayımlandı. İki sene sonra ikinci çocuğu dünyaya geldiği yıl kocasının onu aldatması nedeniyle boşandı ve iki küçük çocuğuyla birlikte Londra’nın banliyösüne yerleşti. Syliva yalnız ruhuna dost bir eş bulmak için şair Richard Murphey ve şair, editör Al Alvarez ile tanıştıysa da bu ilişkiler asla Sylvia’nın ruhsal yalnızlığına yanıt vermedi ve onun acılarını dindiremedi. Al Alvarez bir konuşmasında bu durumu kısa ve kesin bir şekilde dillendirmişti: “Ben aptaldım!”[2] Ted’den ayrıldıktan sonra, Londra’da şair William Butler Yeast’in yaşadığı eve taşınarak aylar içinde görülmemiş bir enerji ile peş peşe şiirler yazdı ve bir yıl sonra görülmemiş bir soğuk bir kış günü 11 Şubat 1963’te intihar ederek otuz bir yaşındayken yaşamına son verdi.
Furuğ yalnız yaşarken tanıştığı bir derginin sahibi ve editörü, Fruruğ’la daha evliyken yaşadığı aşk hayatını bir öykü olarak yayımladı. Edebiyat dünyasının ileri gelenlerinden birçoğu, dergiler, entelektüel topluluklar onun şiirini ve bir kadın olarak şahsını en acımasız eleştiri, iftira ve yaftalara maruz bıraktılar. Yirmi üç yaşındayken otuz altı yaşındaki ünlü sinemacı, yazar, evli ve çocuk sahibi İbrahim Golestan’la tanıştı ve onunla aşk dünyasına adım attı. Golestan’ın eşi ve çocukları bu ilişkiden habersiz değillerdi. Beş sene sonra Yeniden Doğuş adlı toplu şiirlerini yayımlayan Furuğ Ev Karadır filmini yönetti. Şair ve ressam Sohrab Sepehri’nin atölyesinde resimler çizdi. Yoğun toplumsal baskılar altında iki kez daha intihara kalkıştı. Kurtardılar. 13 Şubat 1967’te soğuk, karlı bir kış gününde bir araba kazasında otuz iki yaşındayken yaşama gözlerini yumdu.
Ne acı ironidir ki Syliva’nın mezar taşında onu aldatan ve kadın topluluklarının bütün itirazlarına rağmen Hughes soyadı kazınmış ve Furuğ’un mezar taşında ise onu evinden kovan “Albay Mohammed Ferruhzad’ın çocuğu” ibaresi yazılıdır!
Sylvia ve Furuğ genç yaşlarında şiir yazmaya başlamışlarsa da onların adlarını ülkelerinde ve dünyada kalıcı kılan, önemli bir bölümü ölümlerinden hemen önce ya da ölümlerinden sonra yayınlanan şiirleri dolaysıyla olmuştur. Her iki kadın toplumda hakkettikleri yere varmak için bir yandan eril dünyanın acımasız kurallarına ve geleneklerine karşı olağanüstü mücadele vermek zorunda bırakılmışlar diğer yandan ise kocalarının rollerinden dolayı moral zorbalıklara maruz kalmışlardır.
Ted Hughes Amerika’da ünlendikçe Sylvia “eş”, “anne” ve “ev kadını” rollerini taşımaya mecbur kılınmış ve yaratıcılığı için gereksinimi olan “kendine ait bir oda”[3] ve kendine ait bir zaman bulmakta zor koşullar yaşamıştır. Boston’dan tekrar İngiltere’ye döndükten sonra bile Sylvia zamanını “çocuklara kurabiye yapmakla” ve vaktini mutfakta geçirmekle harcar olmuş ve ancak sabah saat 4’te başlayan iki ya da üç saatlik kendine ait “özel” zaman bulabilmiştir. İşte bu “meşgul” zamanlar döneminde kocası başka bir kadınla onu aldatmaya başlamış. Eylül ayında Ted eşyalarını toplamaya geldiğinde Sylvia’ya onunla yaşamaktan ne kadar çok nefret ettiğini dile getirmiş, bu ise babasının ölümünden sonra belki de Sylvia’yı derinden yaralayan ikinci darbe olmuş ve bu duygularla 11 Ekim ile 4 Kasım arasında yani ölümünden yaklaşık üç ay önce yirmi sekiz önemli şiirini yazmış ve bu şiirler onun ölümünden sonra Ariel adlı toplu şiir kitabında yer almıştır.
Bir mektubunda Furuğ’a “Karşı cinse pek hoş düşünceler beslemiyorum. Sizin [kadınların, h.h.] yanınızda bir hakikatin var olduğuna inanamıyorum ve şayet bulunursa da çok az ve değersiz olduğundan eminim…” diye yazan Perviz’in Furuğ’u ev kadını olmaya zorlamış, şiir yazmasına karşı çıkmış, sosyal ilişkilerini kısıtlayıp ve nihayetinde onu boşadıktan sonra tekçe çocuğu Kamyar’la görüşmeyi ona yasaklamış bu ise Furuğ’u derinden yaralamıştır. Golestan’la karşılaşması Furuğ’a yeni bir dünya ve yeni bir sevda kapısı açmışsa da Golestan’ın kişisel ve kişiliksel yapısından dolayı Furuğ daha büyük sıkıntılar içine girmiş ve daha fazla çaba harcamak zorunda kalmıştır. Furuğ birinde Golestan Avrupa gezisindeyken Stüdyo’da çalışırken Golestan’ın çekmecesinde bulduğu eşine hitaben yazdığı mektupta, başka sevdiği bir kadın olmadığını ve Furuğ’un onun için ancak geçici bir meşguliyet olduğunu, yazdığını görünce büyük hayal kırıklığı yaşamış ve derinden yaralanmıştır. Ablası Puran’ın anlattığına göre “Bu adamın (Golestan’ın, h.h.) Furuğ’a yarattığı rahatsızlıklardan dolayı Furuğ intihara kalkıştı.”[4] Furuğ bir öyküsünde şöyle yazar: “Dudaklarımdan öptü. Dudakları soğuktu. Birbirimizi bulmak için boşuna uğraştık. Geç olmuştu artık. O, ‘Ben karımdan ayrılırım ve şayet istersen sen hep burada kalırsın!’ dedi.”[5]
Ted ve İbrahim’in Sylvia ve Furuğ üzerindeki etkisi çelişik olsa da Sylvia evlendikten sonra yazıdan giderek uzaklaşmaya başladığı bir gerçektir. Buna karşı Furuğ, İbrahim’le tanıştıktan sonra daha çok yazmaya yüz koydu. Bir rastlantıdır: İki genç kadın şair Furuğ ve Sylvia, iki kendini beğenmiş şair, yazar ve sanatçı adam (Perviz’i saymazsak) İbrahim ve Ted!
Furuğ şiirini üç döneme ayırmak mümkündür. İlk dönem, hamlık dönemi şiirlerini Tutsak, Duvar ve İsyan’da topladı. İkinci dönem Perviz’den ayrılıp Golestan’la tanıştıktan sonra kaleme aldığı Yeniden Doğuş toplu şiirlerini içeren şiirleri kapsar. İnanalım Soğuk Mevsimin Başlangıcına adı altında toplanan üçüncü dönem şiirleri ise ölümünden sonra okurlarıyla buluşmuştur.
Sylvia’nin şiirini de üç döneme ayırmak mümkündür: İlk gençlik yıllarında daha çok karalamaya benzer şiirleri, ikinci dönem 1956-1960 yılları yani 24-29 yaşları arası ve son dönem olgunluk yılları şiirleri. Ted Hughes’in onun şiirlerine yazdığı önsözde bu dönemi hakkında “Bazı şiirlerinin yeniden yazmış ve bazıları ise başkalarının şiirlerine yanıt olarak kaleme almış,”[7] der.
Sylvia, şiirlerinin yanı sıra öykü, roman, çocuk hikâyeleri ve makaleler yazdı. Furuğ şiirlerinin yanı sıra öykü, senaryo yazdı, film yönetmenliği üstlendi, resim çizdi, tiyatro oyunculuğu yaptı ve kısa filmlerde rol aldı.
Yarım yüzyıl geçmesine rağmen bu iki kadının yaşamı ve eserleri dünyanın dört bir yanında önemli eleştirmenlerin derin ve geniş yazınsal irdelemelerine konu olmaya devam etmektedir. Bu iki şairin benliklerini çırılçıplak bir hassasiyet, mazlumiyet, başkaldırı ve duyguyla yansıtan şiirleri kimi ortak özellikler içerir.
Ayna ve Zeval
Kadının biyolojik özelliği, eril toplumdaki geleneklerin ve inançların belirlediği yeri, kadının kendine ve topluma bakışı, onun yaşadığı sosyal ve kültürel çevrenden etkilenmesi ve o çevrene etkileri ve birçok faktörler sonucunda ortaya çıkan şiiri elbette ki tek bir şablon içinde ele almak mümkün değil. Hele ki kendine bakma ve egemen kültür ve yer ve konum belirleme zorbalığına karşı ve ondan uzaklaşma isteği kadın şiirinin temel dokusunu oluşturmada büyük rol oynarken. Diğer yandan, Hélène Cixous’nun Medusa’nın Gülüşü adlı çalışmasında vurguladığı gibi écriture feminine (kadın yazını)’de kadının kendi biyolojik ritminin de yansıdığı ve eril şiir ritminin parçalandığı, eril dil dizgesel yapının yadsındığı dişil şiir akışında şairin kendine tanıklığına tanık oluruz. “Kendilerine Ait Bir Edebiyat”[8] adlı akademik monografında Elaine Showalter de yüzlerce diğer araştırmacı, yazar, düşünür kadın gibi kadınların yazınsal eylemlerinin özelliklerine yakından irdelemektedir.
Gözün takılması ve göz atma ile bakmayı ayırıyorum. “Bakmak” bir nesneyi/kimseyi isteyerek gözlemlemek, onu anlamak eylemidir bir bakıma. Bir nesneye baktığımızda onu algılamamız için aslında o nesnenin somut varlığına bağlı olduğu halde yüzeyinden derinine inmek zorundayız. Bu süreçte, ister istemez, onu oluşturan kimi parçaları kaybederiz. Bu yitirme nesnede cereyan etmez. Biz onu kendi içimizde kaybedeceğiz ve böylece o nesneyi eksileni ile algılayacak, yaşamımıza dâhil edeceğiz, eksilenin ne olduğunu bilmesek de.
Burada belki, yanıt bekleyen daha ciddi sorun oluşturan o soruyu sormalı: “Acaba o kaybolan kısma ne olacak?” Oyuncaklarıyla oynayan bir çocuğa bakıyoruz diyelim. Onun oturuşundan, el hareketlerinden, mimiklerinden, çıkardığı seslerden ve hatta onun oynadığı objeye bakışının toplamından o çocuğu ve durumunu algılıyoruz diyelim. Fakat, gözlemlememizdeki tüm titizliğimize rağmen, bizde onun dünyasında var olandan daha eksik bir “duygu ya da bilgi” oluşacağından, kaybolan parçadan dolayı biz hâlâ işin eksik yanında duruyoruz olacağız. Ayrıca diyelim ki o anda o çocuğun büyüdüğünü, ona bakan kişinin yani bizim yaşımıza geldiğini düşünelim. O çocuğun o “anının” kaybolup gideceği başka bir eksikliğin kaynağı olacak! Bu eksilmeler kümesi ve yitirilmişler dünyası bir hüzün kaynağı olur.
Ayna önünde duruyoruz. “Kendimizi” izliyoruz. Bu izlemede, tüm dikkatimize rağmen bir karanlık, gölgeli yan olduğunun da farkındayız. Karşıdakinin gözüyle bu yana bakmak belki bu karanlığın derinliğini azaltır diye düşünürüz belki, emin değilim. Aynanın önünden çekildiğimizde iki dünya aynı anda kaybolur: aynaya bakanın ve aynadaki bakanın dünyaları! Bu kayboluşlar gelecekteki ölüm aldı mutlak zeval oluşun bir provasıdır. Aynaya bakan aynadan uzaklaşınca kendisiyle bir imge taşıyabilir ve onu kendi içinde canlı tutabilir ancak aynadakinin ne olacağı hakkında bir bilgimiz yok! Aynaya bakan kişinin yeniden o aynaya dönemeyeceği, dönse dahi o geçmiş andaki kaybolup giden yüzle bir daha asla buluşamayacağı gerçeğini algılamak, bir tanıklık olarak bu eksilmeleri ele almak başka bir konudur.
Şair kendine tanıklık etmediği sürece onun dürüstlüğüne nasıl güvenebiliriz? Tanıklık eden bakışlardan biri de yaşam aynasına bakışla olasıdır. Erkek sadece sakalını tıraş etmek için ya da kadın sadece saçlarını taramak için durmaz ayna karşısında. İnsan bilinci ya da bilinçaltı önünde sonunda ona aynadakinin gözlerinin içine bakmayı dikte eder. Cereyan eden bu bakışmayı hem aynaya bakan hem de aynadakinin ona bakışı yönünde irdelemek olasıdır -ki çokça irdelenmiştir-. Aynaya bakmak belki de Derrida’nın kedisinin ona banyoda çıplakken bakışı gibidir. Derrida’ya göre kedinin o bakışı ona şu soruyu sorduruyor: Ben kimim?[9]
Birine baktığımızda onu kendinden soyutlayıp kendimize yaklaştırmıyor ya da uzaklaştırmıyor muyuz? Sevmek için ya da yok etmek için! Bu bakış bir bakıma onu kendinden edip kendime mal etmek değil mi? Kendime mal ederken ondan neler kaybettirdiğini algılayabiliyor muyuz? Yoksa kaybedilenler, tam bir bilinçaltında yitirilmiş gibi saklananlar gibi mi? Bakışta yok olmaktan önce, aynada zevali yaşamaktan önce bir yok ediliş söz konusu mudur?
Hemen hemen hepimiz sıkıntı verecek ölçüde rutinleşmiş bir şekilde sabahları ayna karşısında dururuz. Görüntümüzü “gözden geçiririz”. Ne zamanki bakmak için aynanın önünde dururuz işte o zaman var olma durumumuz açısından bir tanıklık süreci yaşanır. Tanıklık bir şeyi ispat için ya da kendinden sonra başkasına aktarırken doğruluğuna inandırmak için değil mi? Hayır değil. Aynanın bu yanındaki benim kendime ait, ruhuma ait tanıklığımın yanı sıra, belki de ondan daha önemlisi aynadaki benin bana gösterdiklerinin gerçekliğine tanık olmaktır. Burada nesnelere baktığımızda sebep olduğumuz soyutlama –örneğin şiir oluştuğunda- ve bu süreç içinde yol açtığımız kayıplar çoğalmıyor mu?
Aynanın önünden ayrılmalıyız. Kendimizden ve işte bu yaşamdan ayrılmalıyız. Aynadaki suretimin yok olması, hayattaki suretimin yok oluşundan ne farkı var?
Örnek Şiirler
Şiiri genel olarak incelerken onun dilinin ve bu dili bir araç ya da teknik olarak şair tarafından nasıl işlendiğinin öncelikle biçimine ve bütünündeki kendi içindeki referanslarıyla ele almak kabul edilir bir yöntem olabilir. Sylvia ve Furuğ şiirinde biz sözcüklerin alışılagelmiş yer ve referanslarından farklı bir yer ve referansla, alıştığımız gelenekseli yadsıyan bir yer ve referansta olduklarıyla karşılaşırız.
Örneğin Sylvia Ayna adlı şiirinde şairin sesini duyacağımıza onun sesini ayna tarafından duymaktayız. Nesne aynaya bakacağına, ayna nesneye bakmaktadır.
ve benim yarı yanım olan kimse, benim dölümün içine dönmüştü
ve ben onu aynada görüyordum
ayna gibi duru ve aydındı
***
ne de sevecendin ey sevgili, ey biricik sevgili!
ne de sevecendin yalan söylerken
ne de sevecendin aynaların gözkapaklarını kapatırken
yalnızlık boyutlarındaki bir odada
aşk boyutlarındaki yüreğim
kendi mutluluğunun sade bahanelerini seyreder,
saksılardaki çiçeklerin güzelim yok oluşunu
ve senin bahçemizde diktiğin fidanı
ve bir pencere boyutlarında öten
kanarya ötüşlerini…
ah…
budur benim payıma düşen
budur benim payıma düşen
benim payıma düşen
bir perde asılmasının benden aldığı gökyüzüdür
benim payıma düşen, terk edilmiş merdivenden inmektir
ve ulaşmaktır bir şeylere
çürüyüşte ve gurbette
“Ben gecenin sonundan söz ediyorum Karanlığından sonundan Ve gecenin sonundan söz ediyorum Evime gelirsen şayet Benim için ey sevgili Bir ışık getir Ve mutlu sokağın kalabalığına bakacağım Bir pencere”
“Harlı alevlerin ortasında bile altın nilüfer yetiştirilebilir.”
Türkçe yazdığım bir şiirimin dört dilde çevirisini vermek istedim.
Arapçası Şair Raed Al-Jishi, Farsçası H.H., İngilizcesi A. E. Khosroshahi
seni yeniden seveceğim
seni yeniden seveceğim damdaki kuşları bulutlara uçurduktan sonra hırsız babam fahişe annemi öpüp boğduktan sonra enseme inen son yumruktan sonra kırık kaburgalarım bir elimde öptüğüm zarlar ötekinde seni yeniden seveceğim
sanki bahar yeni gelmiş gibi güneş yeni parlıyormuş gibi yağmur sonrası bir ormanda kuşlarımın ölüsünü sana göstermeden gideceğim döndüğümde bekler bulacağım seni
yeniden seveceğim saçlarını koklamadan bir öykü anlatacaksın gibi bakacaksın gözlerin ıslak sümüğünü çekerek güleceksin
dişlerini öpeceğim yeniden alaca bir mavilik esecek alnından sanki martılar köpüklü dalgalara inip kalkıyormuş gibi dudaklarım dudaklarından kanat çırpacak seni yeniden seveceğim
تو را دوباره دوست خواهم داشت
تو را دوباره دوست خواهم داشت
بعداز آنکه پرندهها را از پشت بام به سوی ابرها پرواز دادم
بعداز آنکه پدر دزدم بوسید مادر روسپیام را و خفه کرد او را
بعداز آخرین ضربه به پس گردنم
دندهی شکستهام در یک دست و در دست دیگرم طاسهائی را که هی بوسیدم
تو را دوباره دوست خواهم داشت
انگار که بهار تازه از راه رسیده
و انگار خورشید تازه دمیده به جنگل پس از باران
خواهم رفت بی آنکه لاشه پرندگانم را نشانت دهم
و آنگاه که برگشتم تو را در انتظار خواهم یافت
تو را دوباره دوست خواهم داشت بی آنکه گیسوانت را بو کنم
تو نگاهم خواهی کرد انگار که روایت قصهایست در چشمان خیس تو
لبخند خواهی زد و دماغت را بالا خواهی کشید
دندانهایت را دوباره خواهم بوسید
از پیشانی تو آبی گرگ ومیش خواهد زد
گوئی که مرغان دریائی بلند شده مینشینند روی موجهای کف آلود
لبهای من از لبهای تو بال خواهند گشود
تو را دوباره دوست خواهم داشت
I will love you again
I will love you again after sending the birds on the roof flying into the clouds after my thieving father kisses and strangles my whore mother after the last blow to my neck with broken ribs in one hand and the dices I kissed in the other
I will love you again
as if spring has just arrived as if the sun is just now shining, in a forest after the rain I will leave without showing you the corpses of my birds when I return, I will find you waiting
I will love you again without smelling your hair you will look to me as though to tell a story, eyes wet you will laugh, blowing your nose
I will kiss your teeth again a mottled blue will blow across your forehead as if seagulls were rising and falling on frothy waves my lips will flutter from yours I will love you again.
سأحبكمرةأخرى
سأحبك مرة أخرى
بعد أن أرسل الطيور من على السطح لتحلق في السحاب
بعد أن يقبّل والدي اللص أمي العاهرة ويخنقها
بعد آخر ضربة على عنقي
بأضلاع مكسورة في إحدى يدي والنرد الذي قبلتُه في الأخرى
Yatağımız olacak, hafif kokuyla dolu, Divanımız olacak, bir mezar gibi derin; Bizim için açılmış, en güzel iklimlerin O garip çiçekleri süsleyecek konsolu
Charles Baudelaire
Yanarım da esas kendi bahtıma yanarım. Dedim tamam dayak atıyor atsın, işte bir lokma ekmek, bir tas sıcak çorba var evimde. Çok şükür. Şükrettim de ne oldu? İlk karın hamile kaldığımda kızım dünyaya gelir gelmez alıp götürdüler bebeğimi. Beni de kolumdan tutup kapıya koydular. Yaşım kaç? On dört! Ana evim yoksul ki ne yoksul. Annemle gündelikçiliğe gittim. Ta ki Hasan talip oldu bana. Yaşı kırk. Mahalle hamamında tellak. Sıska yüzünde iri kara gözleri vardı bir de önceki karısından iki kızı! Karısı bir gece yatmış sabah kalkmamış. O da Hasan’ın çalıştığı hamamda kadın günlerinde natır. Kızları büyükmüş, ere gitmişler. Annem illa ki kız he de, dedi. Dedim. Esas o iskelet yüzündeki fersiz bakışlı kara gözlerine he dedim. Bir de çok şükür bir evim olur dedim. Başımın üstünde bir erim olur, bir çatı… Çatı oldu üstüne iki karın da kız doğurdum. Biri Umay, diğeri Tümay. Şükrettim de ne oldu? Bir akşam, sofraya çökmüş Hasan’ı beklerken eve gelmedi. O gelmeyince telaşlandım. Yine de sabırsız bekliyordum. Ki geç vakit kapım çalındı. Hasan’dan haber. Hamamda kaymış düşmüş, dediler. Kolu kırılmış. Hastanedeymiş. Zaten, bir deri bir kemik iskelet. Hamamda bütün eti erimişti zavallının. Kemik kırılmış. Kırık kemik sinirini bıçak gibi kesmiş. Kol gitti. Kol gidince işi de bitti. Kaldık aç bi ilaç! Ben hiç, Hasan hiç ama ya çocuklar? Kirayı veremeyince evden attılar. Avare kaldık. Ta ki bir gün eski mahalleden bildiğim, halimden haberdar olan Gülsüm Bacı geldi yanıma. Kız kabristanda işe alım var, git de bi bak, dedi. Gittim. Ölü yıkama işi. Hasan olmaz, dedi. Yapma dedi. Ben açız, dedim. Bebeler aç, dedim. Sonunda da tamam dedim. Çalışmaya başladım. Hasan çok üzüldü. Hem kendi işsiz haline, hemi de benim o pis işte çalışmama içerledi. Kabristan müdürü evimizin olmadığını öğrenince gelin burada kalın dedi. Mezarlığın bir köşesinde izbe, kâgir bir oda. Taşındık. Gece ben duvarlarda süzülen akrepleri, çıyanları, örümcekleri avlardım. Her gece üç beş. Örümcekler inmezdi pek. Tepede köşede dururlar öylece bizi seyrederdi. Ben de onları izlerdim. Bu tenha izbe yerde birileri eve girer kızlarıma zarar verir diye gözüme uyku girmezdi. Bağdaş kurur otururdum sabaha kadar. Uykuyu bağdaş uyurdum. Hasan o izbede aya kalmadan çatladı. Belki açlıktan belki üzüncünden dayanamadı öldü. İzbenin az ötesindeki çukurda verdik toprağa. Ersiz kaldım.
Geceleri yakınlarını kaybedip de ölülerini toprağa vermek isteyenler gelirlerdi mezarlığa. Bekçiler hallederdi işlerini. Ama bazen de bizim ışığın açık olduğunu görür kapımızı çalarlardı. Ölüleri ellerinde. Gel de yıka diye, verelim mezara diye.
Yıllar geçmiyordu ama geçti işte. Kızları er evine gönderdim. Gönderdim de ne oldu? Aha işte, Tümay mutluyum derdi. Umay’dan haber almazdım. Nereye gitti bilmem. Kocası alıp başka şehirlere taşımış. Dedikodusu gelir kendi gelmez. Bir süre sonra Tümay da geldi koca evinden, kucağında bir, elinde bir çocuk. Kocası bağımlı. Her gün dayak, her gün dayak. Dayaklara dayanmış dayanmasına ama para için başka erkeklerle yatacaksın diye zorlayınca çekmiş kapıyı gelmiş yanıma. Kocası olan herif almaya gelince kazmayla kovaladım mezarlıkta. Umay’dan yine haber yok. Allah’ıma dua ederdim hep sağ olsun yeter. Yansın çırağı gelsin ışığı.
Bir kış gecesi kapım çalındı. Dışarıda inceden kar yağıyor, rüzgâr kapı derzinde uğulduyordu. Fenerin fitilini az kaldırdım oda aydınlandı. Kalktım. Anamdan hatıra şala sarındım. Battaniye perdeyi kaldırdım. Kapıyı açınca kaç adım ötede uzun siyah bir gölge, omuzunda bir karartı. Dehşetle çığlık attım. Çığlığıma çocuklar geldi. Onlar da çığlık atıp arkama sığındılar, başladılar ağlamaya. Az sonra fenerin ışığında seçebildim. Uzun paltolu adamın omuzundaki bir ölü.
Akrep sokmuştu ruhumu!
*
Dün gece elinde fener kapıyı açıp çığlıklar atınca karşısında duran adam siyah gölge önce kıpırdamadı. Sanki kadının gözü alışsın diye öylece bekledi. Kadın feneri az kaldırınca, “Kimsin, ne istiyorsun?” diye bağırınca adam bir adım yaklaştı. Tok bir sesle, “Bizi içeri al!” dedi. Kadının yanıtını beklemeden, bekçiler uyanmadan içeri girdi. Omuzundaki ölüyü itinayla taşı toprağı ayağın altında duyulan kilimin üzerinde yatırdı. Kar kaplı yün şapkasını çıkardı. Kadın ağzını açamadan adam aynı dinginlik içinde, “Ana affedersin!” dedi. Kadının dizlerinin bağı çözüldü. Adam yineledi: “Başka çarem yoktu. Hem o kendi istedi.”
Tümay annesinin arkasında duruyordu. Elleri çocuklarının başında, gözleri adamın kalın karakaşları altında parlayan gözlerinde. Kadın ancak, “Sen kimsin? Bu kim?” diyebildi. Adam eliyle yerde yatan ölüyü gösterdi, bir şey söylemeden Tümay eğildi, ölünün yüzünü örten battaniyeyi kaldırınca kardeşi Umay’ın ak yüzü, mor dudaklarını görünce sesi kesildi. Önce kadın sonra Tümay çöktü. Kadının içindeki fenerin alevi söndü. Adam, “Bu mektubu o yazdı size!” dedi ve cebinden bir parça kâğıdı çıkarıp kadına uzattı. Kadın duymadı, adamın eli havada kaldı. Adam da yere çöktü. Şimdi üzerindeki karlar erimiş boncuk boncuk su olmuştu. Elini kadının omuzuna koydu. Sonra da kağıdın katını açarak okudu:
“Merhaba canım annem. Bunca yıl sana haber yollayamadığım için özür dilerim. Utanarak söylüyorum ki ben çok mutlu yaşadım. Bu mutluluğu sizinle paylaşmak istedim. Sizi çocukluğumun geçtiği o izbeden, o karanlıktan kurtarmak için bir kavgaya girdim. Son çatışmada yaralandım. Yaram derin. Kalırsam gelir bir gün hikayemi anlatırım, sizi görmeden ölürsem affedin beni. Kardeşime selam ederim. İkinizin de gözlerinizden, yanaklarınızdan hasretle öperim. Ben anladım, diğerlerine de söyleyin! Bu karanlıktan kurtulmanın yolu var, çaresi var.”
*
Ay birkaç geceye bedir olur. Şimdi bulutsuz. Ayaz. Mezarlık sessiz. Tek bir çıtırtı yok. Kar durmuş, rüzgâr susmuş. Mezarlığı sınırlayan duvar kenarındaki ağaçlar çıplak. Ay ışığı karanlığın ağırlığını alıp götürüyordu sanki kadının ruhundan. Uzakta parlayan yıldızlar akrep.
Kadın yeni kazınmış, adsız mezarın kıyısına yere çökmüştü. Ay ışığı düğümlenmiş gibi kıvrılan siyah saçları arasından eti erimiş, kemiği çıkmış kavruk suratına vuruyordu. Kol ağızları eprimiş siyah elbisesinin söküğünden sarkan ipleriyle tırtıklı etek uçları dizlerini ancak kapatıyordu. Çıplak ayaklarına lastik terlik geçirmişti. Sigarasından derin bir soluk aldı. Göğün karanlık göğsünde, aydan uzakta, parlayan yıldızlara karşı üfledi. Yüzü ekşidi.
*
Körsen gözlerimi koyayım gözlerine… Sağırsan savaştan dönüyormuşsun gibi tefler çalayım yolunda, yanımda topuk çırpıyormuşsun gibi çıngıraklar çalayım… Dilsiz kalmışsan sana ezgiler söyleyeyim. Söyle bana! Yılların molozları ardından seni duyacağım. Yeter ki bir ses ver.
*
Kadın ayağa kalktı. Belini doğrulttu. Elindeki kâğıda baktı. Katlayıp sol memesinin üzerine koydu.
Tümay annesinin elini sıktı. Birlikte eve geçtiler.