Azalya, başını masaya dayadı ve çok geçmeden uyku göz kapaklarına dayandı, ayaklarının altındaki toprak yumuşadı, alnının altındaki eli ve dayandığı masa derinleşti. Kendini, resimdeki kadının açık avuçlarından başlayan, üzerinde asılı durduğu boşluğa bıraktı.
“Sen kimsin?”
“Sen kimsin?”
“Ben Rana…”
“Ha ha… Ne hoş bir isim…”
“Ya sen kimsin?”
“Ben Azalya!”
“Aaaaa! Olamaz!”
“Neden olamazmış?”
“Seni tanıyorum.”
“İlginç!”
“İlginç! Şu anda senin öykünü okuyorum. Yaaa! Ne kadar acı bir hikâyen varmış senin!”
“Nasıl acı?”
“Bilmiyor musun?”
“Neyi?”
“Kendi öykünü.”
“Ne olmuş ki bana?”
“Ailen, evin… Hem o kadar sevdiğin erkek… Aquilla, tapınağı sana yeğledi ya… Sonra… Yani çok acı çekmişsin…”
“Ya? Olanları biliyorum… Ya sonra?”
“Sonrasını okumadım daha…”
“Nasıl yani? Sen herkesin kaderini okur musun?”
“Hayır öyle değil!”
“Ya nasıl?”
“Bir kitap okuyorum… Senin hayatını anlatan bir kitap!”
“Öyleyse benim hayatımın sonunu biliyorsun, bilmiyor musun?”
“Hayır! Daha bilmiyorum!”
“İlginç! Okumuş olsaydın, bana geleceğimden haber vermiş olurdun öyle mi?”
“Şimdiki sana göre, yani o zamandaki, öyküdeki banyo yaptıktan sonra Aquilla’yı beklerkenki sana göre öyle…”
“Geleceğimi bilemezsin… Sadece kaderleri çizen… Sadece Tanrı bilir geleceği…”
“Bu bir öykü…”
“Ne yani… Benim tüm acılarım bir masal mı? Bir hiç mi?”
“Hiç değil tabii… Sen bir öykünün gerçeğisin… Acıların gerçek tabii ki… Ama ne bileyim…”
“Ne fark eder!”
“Ne bileyim!”
“Bir öyküyse peki, benim bu çektiklerim ne olacak? Kim verecek bunun hesabını?”
“Bana niye kızıyorsun?”
“Hayır, kızmıyorum… Zaten kime kızmam gerektiğini de bilmiyorum.”
“Hikâyeni bilemiyorum.”
“Hem bilemezsin; çünkü, öykü bitince oradakilere ne oluyor, onu da bilemezsin. Biliyor musun? Orada bekliyorlar mı yani? Sen öyküde değilsin ki bilesin!”
“Kitabı bitirdiğimde senin öykün de son bulacak… Ama öykü bittiğinde sana ne olacağını, yani sonra ne olup biteceğini bilebilmem için kitabı okumalıyım! Okuyup kapadıktan sonra ne olacak, onu bilemem!”
“Ha ha! Ne kadar ilginç… Yani sen şimdi kitabı okumuş olsaydın, benim bilmediğim kaderimin ne olacağını bana söyleyebilirdin… Bitirince de ben bitmiş olacağım, öyle mi?”
“Öyle galiba!”
“Başkası okuyamaz mı senin okuduklarını?”
“Okur tabii…”
“O zaman, ben yeniden mi başlarım yaşamaya?”
“Öyle galiba!”
“Yani benim yaşamım bitip bitip başlanacak mı? Ben, ölüp ölüp dirilecek miyim?”
“Bu çok korkunç… Yani, senin ruhun ölümsüzleşiyor… Yani, amaaan ne bileyim ben!”
“Sonsuz acılar… Ben bu öyküden kaçamaz mıyım?”
“Ama seni yazan da başka bir öykü içinde yazmıştır seni belki.”
“Kaderimi okusana!”
“Kitap uçakta kaldı… Yani ben uçaktaydım. Şimdi de orada olmalıyım. Öykünü orada okudum.”
“Uçak da ne? Kim yazmış benim öykümü?”
“Ben, kentimden kaçıyorum. Uçakla… Uçuyorum!”
“Aaaaaaa! İlginç! Sen uçuyor musun? Yani, sen de bir çeşit meleksin! Hem, benim gibi memleketinden kaçıyorsun ha? Bana da melek diyorlar…”
“Evet… Ama ben melek falan değilim!”
“Ben de değilim; ama onlar bana sürekli ‘melek’ diyorlar! Aquilla’ya da defalarca söyledim melek olmadığımı; ama… Öykümün neresindesin? Yani, tapınağın olduğu kentten ayrıldıktan sonra ne oldu bana biliyor musun?”
“Sen kentten ayrılmak üzeresin… Tam Aquilla’dan ayrılıp o kentten gitmek istediğin yerdeyim. Ben de merak ediyorum. Daha okumadım.”
“İlginç! Aquilla ha?”
“Evet…”
“Bir şey kafamı kurcalıyor… Adın neydi senin?”
“Rana!”
“Ha, evet Rana! Ben senin öykünü okumadığıma göre, seni rüyamda görüyor olmalıyım.”
“Ya da sen benim rüyama geldin! Olamaz mı?”
“Ya da sen benim!”
“Nasıl olur bu? Bir kere, sen çok uzun bir zaman önce vardın… Yani var mıydın yok muydun onu da bilmiyorum. Sen uzun bir zaman önce bir öyküde yaşamışsın… Hayır, ben senin rüyana gelemem.”
“Benim düşüme hangi kapıdan girdin Rana?”
“Bunu sana, o ihtiyar topal öğretti değil mi? Rüyanın kapıları! Ben, Tahran’da doğduğuma göre, senin girdiğin kapıdan çıkmış olamam!”
“Ya ben senin gerçeğinsem?”
“Senin gözlerine geri dönmeliyim o zaman Azalya!”
“Yollar, senin düşlerinden başlar.”
“Yangın, harman yerini sarar gibi sardı düşlerimi.”
“Ve bir gün, beni görmek için ruhun tenini terk ettiğinde geri dönmediğini söyle bana!”
“Ben, senin masalınla mı geri dönmekteyim tenime?”
“Ne kadar acı! Sen uyandığında yok olacağım.”
“Beni düşleyerek yarattığını, ilkin o geyikli bahçede söylemiştin.”
“O zaman ‘ben’ yoktu ki, yaseminlerle sarılmıştık.”
“Aaah, her şey bir çırpıda nasıl da yok oluverecek! Bir el çırpması, bir göz kırpması…”
“Bizler, birer incirdik.”
“Ve sen, evreni ağzında taşıyordun.”
“Benim ağzımdan evrenin salkımlarını kimse dermedi.”
“Evet… Evet. Bu bir tesadüftü. Biliyorum ne yazık ki! Ancak, rastlantıların ışığı, ilişkilerin bilge düzeni sonucunda yollarımızı aydınlatıyor… Bunu ancak aptallar yadsır.”
“Usun zincirlerine boyun eğmeseymişim keşke. Aşk, ey zehirli meyve, keşke çürütmeseydin inançlarımı; keşke ruhuma kanat vermeseydin.”
“Ben, sana dönerek aşkımı bulmalıyım. Aşk, aşk, ah ey o ilk gülüş, ilk gözyaşları…”
“Ne kadar acı tadıyor sesin!”
“Ne kadar acı tadıyor sesin!”
Azalya, roman, H.H., Arkadaş Yayınları
