Kategori: Hepsi
Kâbusta Bir Yaşam
Kâbusta Bir Yaşam
Ve Beyel’in Yas Tutanları
Yazan: Haşim Hüsrevşahi*
- Yarı ölü bir adam! O adam, yurdunu terk etmek zorunda bırakılmadan tam yedi sene önce, şahlık rejiminin en korkunç hapishanesinde, iki çarpı iki, karanlık, nemli, penceresiz bir hücrede yarı ölü hale getirildi. İşkenceler başlamadan on sene önce yazmıştı Beyel’in Yas Tutanları’nı[1]. Yarı ölü olarak hapishaneden dışarı atılınca eli kalem tutmadı bir süre. Öfkeli ve küskündü. Ama buna rağmen Şubat Devrimi yenilmesin diye çok çabaladı. Ancak Devrim yenildi. Giderek ölü yanı yeniden dirilmeye yüz tutan adamın peşine bu kez Devrim Muhafızları takıldı. Bütün ailesi ölümle tehdit edildi. En yakın dostu idam edildi. Evden kaçtı. Karanlık bir ahırı andıran bir çatı arasında saklandı. Tam bir yıl. Şimdi bıyığı, saçı, sakalı kesilmiş, bir terzihaneye getirilmiş, saklanıyor. Terzihane karanlıktır. Görünmesin diye ışık yakmaz. Gözleri alışmış mutlak karanlığa. Kapı derzinden sızan ışıkla yetiniyor. Yazıyor. Duruyor. Tekrar yazıyor. Odanın duvarındaki delikten iki göz onu dikizliyor. Gözlerini o iki gözden alarak karanlıkta tekrar yazıyor. Yazmazsa, yarı diri yanı da ölecek. Terzihanedeki kadınların kahkahasını duyuyor. Onlar gülmezlerdi pek. Ama gülüyorlar. Rahşende’yle dilenci annenin de kahkahası var. Dilenci Anne’nin sesini duyuyor: “Torba dik! Torba dikmek uğurludur, bitince iyi haber alırsın.”[2] Kadınların alt kattan yükselen küfürlü konuşmalarına alışık. Yere uzanıyor. Kulağını ahırı andıran odanın tabanına dayıyor. Bir kadın sesini açık açık duyuyor: “Ağlayın, şifa bulun!” Hatırlıyor. Bunu Nene Hanım, hastaların boynuna zincir bağlayıp ve zincirin bir ucunu türbenin düğmelerine tutuşturduktan sonra söylemişti. Hastalar yere uzanarak ağlamaya başlayınca, Fatıma Nene de abdest almış, gidip kapının önünde durmuş ve yüksek sesle söylemeye başlamıştı: “Ya Hazret, ya İmam! Beyel’in hastalarına şifa ver!” Yarı ölü adamın kulakları yerde, gözleri bu ahırın bir köşesinde onu dikizleyen iki gözde. Köşedeki gözler ona yaklaşıyor. Daha da.
Furuğ Ferruhzad ve Sylvia Plath: ayna, tanıklık ve zeval
Bir deneme: H. H:
Bu denemedeki şiirler yazar tarafından özgün dilinden çevrilmiştir.
Bir şiir çeşitli pencerelerden bakılarak ve farklı yöntemlerle ele alınarak irdelenebilir. Bakış açısı veya irdeleme yöntemi ne olursa olsun şiiri oluşturan sözcükleri ele almaya mecburdur. Şairin bir gönderiyi (anlamlandırmayı), bir imgeyi, bir müziksel bütünlüğü ya da buna benzer şiirin herhangi bir kaçınılmazını seçerken, o andaki ya da öncesindeki duygusal ve düşünsel dünyasının oluşumunda etkili olan koşulları ve etkenleri irdelemek de önerilebilir. Nihayetinde şairin seçtiği sözcükler onun yaşamıyla doğrudan ya da dolaylı ilintili olduğundan diyebiliriz ki şiir şairin yaşamının bir tanığıdır, ya da şair kendi yaşamının tanıklığını şiiri ile yapar. Bu bakışla şiir metnini ele alırken o metni yazanın bir yandan yaşam öyküsüne, sahip olduğu ya da olmadığı fiziksel, ruhsal durumları, sosyal konumları ve hatta eğitimsel kazanımlarına göz önünde bulundurulmalıdır. Elbette şairin “durumu” şiirin şiirsel ya da edebi değerini belirlemez ancak onu bağlamıyla anlamamıza yardımcı olur.
Şiirleri ve yaşamaları hakkında onlarca inceleme ve eleştirel makale yazılmış olan iki büyük ve dünyaca tanınmış şairi tüm yönleriyle karşılaştırmak kuşkusuz bir makalenin değil bir kitabın konusu olabilir. Yaşamlarının ve şiirlerinin benzeşmesi, aynı yıllarda yaşamış ve yaşama gözlerini yummuş Furuğ Ferruhzad ve Sylvia Plath’a yakından bakmak için birer bahanedir. Bu yazıda iki şairin yaşamlarına çok kısa bakış attıktan sonra şiirlerindeki ayna temasına değinilecek, iki şairin yaşam-öyküsel ve ruhsal benzerlikleri bağlamında ve kimi yerde ondan bağımsız olarak örneklemeye gidilecek.
Kısa Yaşamlarından Kısa Kesitler
Bir rastlantıydı! 27 Ekim 1932 tarihinde Amerika’nın Masaçuset eyaletinde Boston şehrinde iki üniversite mensubu olan bir çiftin bir kız çocuğu dünyaya geldi. Annesi Aurelia, Avusturya asıllı bir Amerikan, Boston Üniversitesi’nde kocasının öğrencisi. Babası Otto Plath; Polonya asıllı bir Alman, Boston Üniversitesi’nde biyoloji profesörü. Sylvia, ailenin iki çocuğundan ilki.
İki yıl iki ay sonra dünyanın diğer ucunda 29 Aralık 1934’te Tahran’da bir kız çocuğu dünyaya geldi. Annesi ev kadını Turan Veziritebar ve babası Albay Mohammed Ferruhzad. Adına Furuğuzzaman dendi. Ailenin üçüncü çocuğu. Ancak daha sonra birkaç çocuk daha bunlara katılacak.
Sylvia’nın babası arı ve bal uzmanıydı ve kendisi diyabet hastası. Hastalığının komplikasyonundan öldüğünde Sylvia sekiz yaşındaydı ve onun ölümü Sylvia’nın ciddi ruhsal sarsıntı geçirmesine yol açtı. Sylvia babasının ölümünden birkaç hafta sonra ilk şiirini yazdı ve Boston Herald’ın çocuklar sayfasında yayımlandı. “Babasının ölüm haberini aldığında annesine ‘Bir daha Tanrı’yla konuşmayacağım’ diyen Sylvia daha sonra günlüğüne şu notu düşüyor: ‘Sanırım aşağı yukarı 9 yaşıma kadar mutlu, gayet dertsiz tasasız biriydim. Dokuzuma geldiğimde hayallerim hepten yıkıldı.’”[1]
Furuğ’un babası faşist bir kralın jandarma komutanlarındandı ve kralın köylünün ya da bir feodallerin elinden alıp zorla sahiplendiği arsaların ve taşınmazların emlak işlerine bakardı. Zengin kütüphanesi vardı ve evde egemen kıldığı sarsılmaz askeri disiplini. Albay bireysel olarak aşık meşrep ve kadınlara özel yakınlık duyan biriydi. Sevgi doluydu ancak evde ve aile içinde kimse bu sevgiden açıktan nasibini almazdı. Albay on altısına gelmiş kızlarını evlendirerek ve oğlunu Almanya’ya eğitime göndererek evi oldukça tenhalaştırıp ve ikinci evliliğini gerçekleştirdi. Furuğ’un ablası Puran bir söyleşide şöyle der: “Babamızın ikinci evliliğe karar vermesi evi dağıttı. Aile içi atmosfer çok çalkantıyla ve kargaşayla doldu.” Albayın ikinci evliliğinden çocukları oldu. Albay uzun yaşadı ve genç yaşta ölen kızı Furuğ’un toprağa verilişine tanık oldu.
Sylvia 18 yaşında koleje girerek üniversite eğitimine başladı ve başarılı eğitim hayatının yanı sıra kaleme aldığı yazıları dergilerde yayınlamaya başladı. Ödüller aldı ve New York’a giderek Mademoiselle dergisinde düzeltmen olarak çalışsa da sadece bir ay çalıştığı bu görevde uğradığı başarısızlıkla ve depresif bir ruhla Boston’a döndü ve ilk kez 24 Ağustos 1953’te intihara kalkıştı. Ruh hastalıkları kliniğinde yattı ve elektrik şoku aldı. Sonraki yıllarda bunları Sırça Fanus adlı eserinde kaleme aldı.
Furuğ düzenli bir akademik eğitim almadı. Liseyi bitiremeden iki yıllık sanat okuluna katıldı. Çok okudu ve sürekli yazdı. On altı yaşındayken kendinden yaşça büyük ünlü edebiyatçı Perviz Şapur’la evlendi. Ahvaz şehrine taşındı. On yedisinde Tutsak adlı toplu şiirlerini yayımladı. On sekizinde bir çocuğu oldu ve on dokuzunda kocası onu boşadı, çocuğuyla görüşmeyi ona yasakladı. Yirmisinde Tahran’da baba evinden kovulduktan sonra yalnız bir kadın olarak yaşamaya devam etti. Yirmi bir yaşındayken derin bir depresyondayken intihara kalkıştı. Hastaneye yatırıldı elektrik şok verildi. Hastaneden çıktıktan sonra iki yıl içinde Duvar ve İsyan adlı eserlerini yayımladı. Birçok dergide şiirleri yayımlanmaya başladı.
Sylvia ilk ulusal çapta şiirini yayımladığında on sekiz yaşındaydı ve bunu takibinde yirmi üç yaşına geldiğinde ikinci kez intihara kalkıştı. Aynı yıl Cambridge Üniversitesi’nden burs kazanarak Londra’ya geçti ve orada 24 yaşındayken kendinden iki yaş büyük ünlü şair Ted Hughes’la evlendi ve bir sene sonra onunla birlikte Amerika’ya döndü. 1960 yılında 28 yaşındayken ilk toplu eseri The Colossus and Other Poems adı altında yayımlandı. İki sene sonra ikinci çocuğu dünyaya geldiği yıl kocasının onu aldatması nedeniyle boşandı ve iki küçük çocuğuyla birlikte Londra’nın banliyösüne yerleşti. Syliva yalnız ruhuna dost bir eş bulmak için şair Richard Murphey ve şair, editör Al Alvarez ile tanıştıysa da bu ilişkiler asla Sylvia’nın ruhsal yalnızlığına yanıt vermedi ve onun acılarını dindiremedi. Al Alvarez bir konuşmasında bu durumu kısa ve kesin bir şekilde dillendirmişti: “Ben aptaldım!”[2] Ted’den ayrıldıktan sonra, Londra’da şair William Butler Yeast’in yaşadığı eve taşınarak aylar içinde görülmemiş bir enerji ile peş peşe şiirler yazdı ve bir yıl sonra görülmemiş bir soğuk bir kış günü 11 Şubat 1963’te intihar ederek otuz bir yaşındayken yaşamına son verdi.
Furuğ yalnız yaşarken tanıştığı bir derginin sahibi ve editörü, Fruruğ’la daha evliyken yaşadığı aşk hayatını bir öykü olarak yayımladı. Edebiyat dünyasının ileri gelenlerinden birçoğu, dergiler, entelektüel topluluklar onun şiirini ve bir kadın olarak şahsını en acımasız eleştiri, iftira ve yaftalara maruz bıraktılar. Yirmi üç yaşındayken otuz altı yaşındaki ünlü sinemacı, yazar, evli ve çocuk sahibi İbrahim Golestan’la tanıştı ve onunla aşk dünyasına adım attı. Golestan’ın eşi ve çocukları bu ilişkiden habersiz değillerdi. Beş sene sonra Yeniden Doğuş adlı toplu şiirlerini yayımlayan Furuğ Ev Karadır filmini yönetti. Şair ve ressam Sohrab Sepehri’nin atölyesinde resimler çizdi. Yoğun toplumsal baskılar altında iki kez daha intihara kalkıştı. Kurtardılar. 13 Şubat 1967’te soğuk, karlı bir kış gününde bir araba kazasında otuz iki yaşındayken yaşama gözlerini yumdu.
Ne acı ironidir ki Syliva’nın mezar taşında onu aldatan ve kadın topluluklarının bütün itirazlarına rağmen Hughes soyadı kazınmış ve Furuğ’un mezar taşında ise onu evinden kovan “Albay Mohammed Ferruhzad’ın çocuğu” ibaresi yazılıdır!
Sylvia ve Furuğ genç yaşlarında şiir yazmaya başlamışlarsa da onların adlarını ülkelerinde ve dünyada kalıcı kılan, önemli bir bölümü ölümlerinden hemen önce ya da ölümlerinden sonra yayınlanan şiirleri dolaysıyla olmuştur. Her iki kadın toplumda hakkettikleri yere varmak için bir yandan eril dünyanın acımasız kurallarına ve geleneklerine karşı olağanüstü mücadele vermek zorunda bırakılmışlar diğer yandan ise kocalarının rollerinden dolayı moral zorbalıklara maruz kalmışlardır.
Ted Hughes Amerika’da ünlendikçe Sylvia “eş”, “anne” ve “ev kadını” rollerini taşımaya mecbur kılınmış ve yaratıcılığı için gereksinimi olan “kendine ait bir oda”[3] ve kendine ait bir zaman bulmakta zor koşullar yaşamıştır. Boston’dan tekrar İngiltere’ye döndükten sonra bile Sylvia zamanını “çocuklara kurabiye yapmakla” ve vaktini mutfakta geçirmekle harcar olmuş ve ancak sabah saat 4’te başlayan iki ya da üç saatlik kendine ait “özel” zaman bulabilmiştir. İşte bu “meşgul” zamanlar döneminde kocası başka bir kadınla onu aldatmaya başlamış. Eylül ayında Ted eşyalarını toplamaya geldiğinde Sylvia’ya onunla yaşamaktan ne kadar çok nefret ettiğini dile getirmiş, bu ise babasının ölümünden sonra belki de Sylvia’yı derinden yaralayan ikinci darbe olmuş ve bu duygularla 11 Ekim ile 4 Kasım arasında yani ölümünden yaklaşık üç ay önce yirmi sekiz önemli şiirini yazmış ve bu şiirler onun ölümünden sonra Ariel adlı toplu şiir kitabında yer almıştır.
Bir mektubunda Furuğ’a “Karşı cinse pek hoş düşünceler beslemiyorum. Sizin [kadınların, h.h.] yanınızda bir hakikatin var olduğuna inanamıyorum ve şayet bulunursa da çok az ve değersiz olduğundan eminim…” diye yazan Perviz’in Furuğ’u ev kadını olmaya zorlamış, şiir yazmasına karşı çıkmış, sosyal ilişkilerini kısıtlayıp ve nihayetinde onu boşadıktan sonra tekçe çocuğu Kamyar’la görüşmeyi ona yasaklamış bu ise Furuğ’u derinden yaralamıştır. Golestan’la karşılaşması Furuğ’a yeni bir dünya ve yeni bir sevda kapısı açmışsa da Golestan’ın kişisel ve kişiliksel yapısından dolayı Furuğ daha büyük sıkıntılar içine girmiş ve daha fazla çaba harcamak zorunda kalmıştır. Furuğ birinde Golestan Avrupa gezisindeyken Stüdyo’da çalışırken Golestan’ın çekmecesinde bulduğu eşine hitaben yazdığı mektupta, başka sevdiği bir kadın olmadığını ve Furuğ’un onun için ancak geçici bir meşguliyet olduğunu, yazdığını görünce büyük hayal kırıklığı yaşamış ve derinden yaralanmıştır. Ablası Puran’ın anlattığına göre “Bu adamın (Golestan’ın, h.h.) Furuğ’a yarattığı rahatsızlıklardan dolayı Furuğ intihara kalkıştı.”[4] Furuğ bir öyküsünde şöyle yazar: “Dudaklarımdan öptü. Dudakları soğuktu. Birbirimizi bulmak için boşuna uğraştık. Geç olmuştu artık. O, ‘Ben karımdan ayrılırım ve şayet istersen sen hep burada kalırsın!’ dedi.”[5]
Ted ve İbrahim’in Sylvia ve Furuğ üzerindeki etkisi çelişik olsa da Sylvia evlendikten sonra yazıdan giderek uzaklaşmaya başladığı bir gerçektir. Buna karşı Furuğ, İbrahim’le tanıştıktan sonra daha çok yazmaya yüz koydu. Bir rastlantıdır: İki genç kadın şair Furuğ ve Sylvia, iki kendini beğenmiş şair, yazar ve sanatçı adam (Perviz’i saymazsak) İbrahim ve Ted!
Hem Furuğ hem Sylvia ruhsal olarak bipolar (çift kutup, manik-depresif) ruh hastalığı belirti ve bulguları verdikleri ve her iki şairin coşkun dönemlerinin yanı sıra çöküntü süreçleri yaşadıkları bilinir. Furuğ çöküntü dönemlerinde günlerce odasına kapanır, kimseyle konuşmaz, yemez, içmezdi. Sylvia’nın dönem dönem depresyona girdiği özellikle evlendikten sonra, Rock Harbor’da Midye Avcısı ve Noktürn (Gece Serenadı) adlı şiirlerinin yayımlanmasının ardından ve Ted’den ayrıldıktan sonra derin depresyona girmiştir. Psikolog James C. Kaufman, Sylivia’nın yaşamını ve bir depresyon döneminde intihar etmesini inceleyerek şairlerin diğer yaratıcı yazarlara göre bir fenomen olarak ruhsal rahatsızlıklara daha yatkın olduklarını ileri sürmüş ve bunu ‘Sylvia Plath etkisi’ olarak adlandırmıştır[6].
Furuğ şiirini üç döneme ayırmak mümkündür. İlk dönem, hamlık dönemi şiirlerini Tutsak, Duvar ve İsyan’da topladı. İkinci dönem Perviz’den ayrılıp Golestan’la tanıştıktan sonra kaleme aldığı Yeniden Doğuş toplu şiirlerini içeren şiirleri kapsar. İnanalım Soğuk Mevsimin Başlangıcına adı altında toplanan üçüncü dönem şiirleri ise ölümünden sonra okurlarıyla buluşmuştur.
Sylvia’nin şiirini de üç döneme ayırmak mümkündür: İlk gençlik yıllarında daha çok karalamaya benzer şiirleri, ikinci dönem 1956-1960 yılları yani 24-29 yaşları arası ve son dönem olgunluk yılları şiirleri. Ted Hughes’in onun şiirlerine yazdığı önsözde bu dönemi hakkında “Bazı şiirlerinin yeniden yazmış ve bazıları ise başkalarının şiirlerine yanıt olarak kaleme almış,”[7] der.
Sylvia, şiirlerinin yanı sıra öykü, roman, çocuk hikâyeleri ve makaleler yazdı. Furuğ şiirlerinin yanı sıra öykü, senaryo yazdı, film yönetmenliği üstlendi, resim çizdi, tiyatro oyunculuğu yaptı ve kısa filmlerde rol aldı.
Yarım yüzyıl geçmesine rağmen bu iki kadının yaşamı ve eserleri dünyanın dört bir yanında önemli eleştirmenlerin derin ve geniş yazınsal irdelemelerine konu olmaya devam etmektedir. Bu iki şairin benliklerini çırılçıplak bir hassasiyet, mazlumiyet, başkaldırı ve duyguyla yansıtan şiirleri kimi ortak özellikler içerir.
Ayna ve Zeval
Kadının biyolojik özelliği, eril toplumdaki geleneklerin ve inançların belirlediği yeri, kadının kendine ve topluma bakışı, onun yaşadığı sosyal ve kültürel çevrenden etkilenmesi ve o çevrene etkileri ve birçok faktörler sonucunda ortaya çıkan şiiri elbette ki tek bir şablon içinde ele almak mümkün değil. Hele ki kendine bakma ve egemen kültür ve yer ve konum belirleme zorbalığına karşı ve ondan uzaklaşma isteği kadın şiirinin temel dokusunu oluşturmada büyük rol oynarken. Diğer yandan, Hélène Cixous’nun Medusa’nın Gülüşü adlı çalışmasında vurguladığı gibi écriture feminine (kadın yazını)’de kadının kendi biyolojik ritminin de yansıdığı ve eril şiir ritminin parçalandığı, eril dil dizgesel yapının yadsındığı dişil şiir akışında şairin kendine tanıklığına tanık oluruz. “Kendilerine Ait Bir Edebiyat”[8] adlı akademik monografında Elaine Showalter de yüzlerce diğer araştırmacı, yazar, düşünür kadın gibi kadınların yazınsal eylemlerinin özelliklerine yakından irdelemektedir.
Gözün takılması ve göz atma ile bakmayı ayırıyorum. “Bakmak” bir nesneyi/kimseyi isteyerek gözlemlemek, onu anlamak eylemidir bir bakıma. Bir nesneye baktığımızda onu algılamamız için aslında o nesnenin somut varlığına bağlı olduğu halde yüzeyinden derinine inmek zorundayız. Bu süreçte, ister istemez, onu oluşturan kimi parçaları kaybederiz. Bu yitirme nesnede cereyan etmez. Biz onu kendi içimizde kaybedeceğiz ve böylece o nesneyi eksileni ile algılayacak, yaşamımıza dâhil edeceğiz, eksilenin ne olduğunu bilmesek de.
Burada belki, yanıt bekleyen daha ciddi sorun oluşturan o soruyu sormalı: “Acaba o kaybolan kısma ne olacak?” Oyuncaklarıyla oynayan bir çocuğa bakıyoruz diyelim. Onun oturuşundan, el hareketlerinden, mimiklerinden, çıkardığı seslerden ve hatta onun oynadığı objeye bakışının toplamından o çocuğu ve durumunu algılıyoruz diyelim. Fakat, gözlemlememizdeki tüm titizliğimize rağmen, bizde onun dünyasında var olandan daha eksik bir “duygu ya da bilgi” oluşacağından, kaybolan parçadan dolayı biz hâlâ işin eksik yanında duruyoruz olacağız. Ayrıca diyelim ki o anda o çocuğun büyüdüğünü, ona bakan kişinin yani bizim yaşımıza geldiğini düşünelim. O çocuğun o “anının” kaybolup gideceği başka bir eksikliğin kaynağı olacak! Bu eksilmeler kümesi ve yitirilmişler dünyası bir hüzün kaynağı olur.
Ayna önünde duruyoruz. “Kendimizi” izliyoruz. Bu izlemede, tüm dikkatimize rağmen bir karanlık, gölgeli yan olduğunun da farkındayız. Karşıdakinin gözüyle bu yana bakmak belki bu karanlığın derinliğini azaltır diye düşünürüz belki, emin değilim. Aynanın önünden çekildiğimizde iki dünya aynı anda kaybolur: aynaya bakanın ve aynadaki bakanın dünyaları! Bu kayboluşlar gelecekteki ölüm aldı mutlak zeval oluşun bir provasıdır. Aynaya bakan aynadan uzaklaşınca kendisiyle bir imge taşıyabilir ve onu kendi içinde canlı tutabilir ancak aynadakinin ne olacağı hakkında bir bilgimiz yok! Aynaya bakan kişinin yeniden o aynaya dönemeyeceği, dönse dahi o geçmiş andaki kaybolup giden yüzle bir daha asla buluşamayacağı gerçeğini algılamak, bir tanıklık olarak bu eksilmeleri ele almak başka bir konudur.
Şair kendine tanıklık etmediği sürece onun dürüstlüğüne nasıl güvenebiliriz? Tanıklık eden bakışlardan biri de yaşam aynasına bakışla olasıdır. Erkek sadece sakalını tıraş etmek için ya da kadın sadece saçlarını taramak için durmaz ayna karşısında. İnsan bilinci ya da bilinçaltı önünde sonunda ona aynadakinin gözlerinin içine bakmayı dikte eder. Cereyan eden bu bakışmayı hem aynaya bakan hem de aynadakinin ona bakışı yönünde irdelemek olasıdır -ki çokça irdelenmiştir-. Aynaya bakmak belki de Derrida’nın kedisinin ona banyoda çıplakken bakışı gibidir. Derrida’ya göre kedinin o bakışı ona şu soruyu sorduruyor: Ben kimim?[9]
Birine baktığımızda onu kendinden soyutlayıp kendimize yaklaştırmıyor ya da uzaklaştırmıyor muyuz? Sevmek için ya da yok etmek için! Bu bakış bir bakıma onu kendinden edip kendime mal etmek değil mi? Kendime mal ederken ondan neler kaybettirdiğini algılayabiliyor muyuz? Yoksa kaybedilenler, tam bir bilinçaltında yitirilmiş gibi saklananlar gibi mi? Bakışta yok olmaktan önce, aynada zevali yaşamaktan önce bir yok ediliş söz konusu mudur?
Hemen hemen hepimiz sıkıntı verecek ölçüde rutinleşmiş bir şekilde sabahları ayna karşısında dururuz. Görüntümüzü “gözden geçiririz”. Ne zamanki bakmak için aynanın önünde dururuz işte o zaman var olma durumumuz açısından bir tanıklık süreci yaşanır. Tanıklık bir şeyi ispat için ya da kendinden sonra başkasına aktarırken doğruluğuna inandırmak için değil mi? Hayır değil. Aynanın bu yanındaki benim kendime ait, ruhuma ait tanıklığımın yanı sıra, belki de ondan daha önemlisi aynadaki benin bana gösterdiklerinin gerçekliğine tanık olmaktır. Burada nesnelere baktığımızda sebep olduğumuz soyutlama –örneğin şiir oluştuğunda- ve bu süreç içinde yol açtığımız kayıplar çoğalmıyor mu?
Aynanın önünden ayrılmalıyız. Kendimizden ve işte bu yaşamdan ayrılmalıyız. Aynadaki suretimin yok olması, hayattaki suretimin yok oluşundan ne farkı var?
Örnek Şiirler
Şiiri genel olarak incelerken onun dilinin ve bu dili bir araç ya da teknik olarak şair tarafından nasıl işlendiğinin öncelikle biçimine ve bütünündeki kendi içindeki referanslarıyla ele almak kabul edilir bir yöntem olabilir. Sylvia ve Furuğ şiirinde biz sözcüklerin alışılagelmiş yer ve referanslarından farklı bir yer ve referansla, alıştığımız gelenekseli yadsıyan bir yer ve referansta olduklarıyla karşılaşırız.
Örneğin Sylvia Ayna adlı şiirinde şairin sesini duyacağımıza onun sesini ayna tarafından duymaktayız. Nesne aynaya bakacağına, ayna nesneye bakmaktadır.
Ayna
Ben gümüşüm[1] ve eksiksiz. Ön yargısız
Gördüklerimi hemen yutarım
Olduğu gibi, aşkla ya da nefretle buğulanmadan
Zalim değilim, sadece içtenim
Küçük tanrının gözü, her bir köşede.
Çoğu zaman gözlerim karşı duvara dalar
Pembedir, benek dolu. Uzun süre baktım ona
Sanırım kalbimin bir parçasıdır o. Ama titreyen alevdir o
Yüzler ve karanlık ayırır bizi durmadan
Şimdi ben bir gölüm. Bir kadın eğilir üzerime
Gerçekten o kadın nedir diye benim ulaştıklarımı arayarak
Sonra o yalancılara döner; mumlara ya da aya
Sırtını görürüm onun ve dürüstçe yansıtırım
Beni gözyaşları ve ellerin heyecanı ile ödüllendirir
Onun için önemliyim. Gelir ve gider.
Her sabah karanlıkla yer değiştiren onun yüzüdür
İçimde genç bir kızı boğmuştur o, içimde yaşlı bir kadın
Peş peşe gelen günlere doğar, korkunç bir balık gibi.
Bir tanıklık şiiri olarak Syliva’nın uzunca bir şiiri:
Lady Lazarus
Yine yaptım işte.
Her on yılda bir kez
Üstesinden gelirim ——-
Bir çeşit ayaklı mucize, cildim
Nazi lambası kadar parlak
Sağ ayağım
Bir kâğıt ağırlığı,
Mimiksiz suratım, ince
Yahudi keten bezi.
Sıyır çarşafı üzerimden
Ey düşmanım benim!
Korkutuyor muyum? ——-
Burun, göz çukurları, tekmil dişler?
Kekremmiş nefes
Bir günde kaybolacak.
Yakında, pek yakında
Mezar ininin yediği et üzerimde olacak
Evimde
Ve ben gülümseyen bir kadın.
Ben daha otuz yaşındayım.
Ve bir kedi gibi dokuz canım var ölmek için
Bu Üçüncüdür
Ne muhteşem bir çöp
Her on yılda bir imha etmek için.
Ne tuhaf milyonlarca flaman.
Fıstık kıtırdatan kalabalık
Doluşur görmek için
Soyarlar beni el ve ayak—-
Büyük striptiz
Beyler, hanımlar
Bunlar benim ellerimdir
Bunlar da dizlerim
Ben belki de bir deri ve kemiğim,
Ama hala aynı kadınım, tıpatıp
İlk kez olduğunda on yaşındaydım
Bir kazaydı
İkincisinde kastettim
Asla geri gelmemek üzere bitirmeye
Kapatmıştım kendimi
Bir deniz kabuğu gibi
Bağırmaları gerekiyordu durmadan
Ve kurtçukları yapışkan inciler gibi üzerimden almaları gerekiyordu
Ölmek
Bir sanattır, diğer her sanat gibi
Onu öyle müstesna bir kusursuzlukla yaparım
ki cehennem gibi sanılır
ki gerçekmiş gibi
Sanırım bir çağrım olduğunu söyleyebilirsiniz.
Bir hücrede yapacak kadar kolaydır
Kımıltısız yapacak kadar kolaydır
Teatraldir.
Gündüz gözü geri gel
Aynı yere, aynı yüze, aynı yabana
Aynı şaşılası çığlığa:
“Mucize!”
İşte o beni devirir.
Bir bedeli var
Yara bereme bakmanın, bedeli var
Kalbimi dinlemenin ——–
O gerçekten çekip gider.
Ve bir bedeli var, çok büyük bir bedeli
Bir sözcüğün ya da dokunuşun
Ya da bir nabza kanın
Ya da bir saç telimin ya da giysilerimden bir parçanın.
İşte böyle Herr Doktor.
İşte, Herr Düşman.
Ben sizin eserinizim,
Ben sizin değerinizim
Saf altın bebeğiniz
Bir çığlığa eriyen.
Döner ve yanarım.
Sizin endişenizi hafife aldığımı sanmayın.
Kül, kül—–
Karıştırıp sıkıştırdığınız.
Et, kemik, burada başka bir şey yok–
Bir kalıp sabun,
Bir alyans,
Bir de altın dolgu.
Herr Tanrı, Herr Şeytan
Sakın
Sakın.
Külümden
Kızıl saçlarımla kalkarım
Ve insanları hava misali yerim.
Furuğ şiirinde ayna: (Değişik şiirlerinden parçalar)
gün boyu aynada ağlıyordum
bahar penceremi
ağaçların yeşil evhamına bırakmıştı
tenim sığmıyordu yalnızlığımın kozasına
ve kağıttan tacımın kokusu
o güneşsiz hükümranlığın havasını
kirletmişti
***
küçük odama adım atar
benden sonra anılarımdan habersiz biri
bağrımda ayna durur
bir tarak bir tel saç bir elin izi
***
dinle
sabah virtlerinin kalın sisinde
benim uzaklardaki sesimi dinle!
beni aynaların suskusunda seyret
***
korkuyor herkes
korkuyor herkes, ancak sen ve ben
ışığa, suya ve aynaya kavuştuk
ve korkmadık.
***
sen ışıklarınla gelirdin
çocuklar gidince
ve akasya başakları uyuyunca
ve ben aynada yalnız kalınca
sen ışıklarınla gelirdin…
***
ve benim yarı yanım olan kimse, benim dölümün içine dönmüştü
ve ben onu aynada görüyordum
ayna gibi duru ve aydındı
***
ne de sevecendin ey sevgili, ey biricik sevgili!
ne de sevecendin yalan söylerken
ne de sevecendin aynaların gözkapaklarını kapatırken
yalnızlık boyutlarındaki bir odada
aşk boyutlarındaki yüreğim
kendi mutluluğunun sade bahanelerini seyreder,
saksılardaki çiçeklerin güzelim yok oluşunu
ve senin bahçemizde diktiğin fidanı
ve bir pencere boyutlarında öten
kanarya ötüşlerini…
ah…
budur benim payıma düşen
budur benim payıma düşen
benim payıma düşen
bir perde asılmasının benden aldığı gökyüzüdür
benim payıma düşen, terk edilmiş merdivenden inmektir
ve ulaşmaktır bir şeylere
çürüyüşte ve gurbette


Karanlığından sonundan
Ve gecenin sonundan söz ediyorum
Evime gelirsen şayet
Benim için ey sevgili
Bir ışık getir
Ve mutlu sokağın kalabalığına bakacağım
Bir pencere”


[1] Gümüştenim olarak çevrilebilir.
[1] http://www.agos.com.tr/tr/yazi/9814/gozlerimi-kapatirim-ve
[2] https://www.theguardian.com/books/2000/mar/19/poetry.features
[3] Virginia Woolf’un bir eseri.
[4] Önce Ben Öleceğim, İkinci Cilt, çeviren ve derleyen Haşim Hüsrevşahi, Yayına hazır.
[5] Son Gün, Önce Ben Öleceğim, Birinci cilt, çeviren ve derleyen Haşim Hüsrevşahi, Totem Yayınları, 2019
[6] James C. Kaufman. The Sylvia Plath effect: Mental illness in eminent creative writes, January 2001, The Journal of creative behavior, 35(1):37-50
[7] Sylvia Ploth’ın yaşamı hakkındaki bilgilerin kaynakçası: https://www.feelthewords.com/author/sylvia-plath
[8] A Literature of Their Own Analysis – eNotes.com
[9] The Animal That Therefore I Am (More to Follow), Jacques Derrida; David Wills Critical Inquiry, Vol. 28, No. 2. (Winter, 2002)
Bir şiirim dört dilde: Seni yeniden seveceğim!
Türkçe yazdığım bir şiirimin dört dilde çevirisini vermek istedim.
Arapçası Şair Raed Al-Jishi, Farsçası H.H., İngilizcesi A. E. Khosroshahi
seni yeniden seveceğim
seni yeniden seveceğim
damdaki kuşları bulutlara uçurduktan sonra
hırsız babam fahişe annemi öpüp boğduktan sonra
enseme inen son yumruktan sonra
kırık kaburgalarım bir elimde öptüğüm zarlar ötekinde
seni yeniden seveceğim
sanki bahar yeni gelmiş gibi
güneş yeni parlıyormuş gibi yağmur sonrası bir ormanda
kuşlarımın ölüsünü sana göstermeden gideceğim
döndüğümde bekler bulacağım seni
yeniden seveceğim saçlarını koklamadan
bir öykü anlatacaksın gibi bakacaksın gözlerin ıslak
sümüğünü çekerek güleceksin
dişlerini öpeceğim yeniden
alaca bir mavilik esecek alnından
sanki martılar köpüklü dalgalara inip kalkıyormuş gibi
dudaklarım dudaklarından kanat çırpacak
seni yeniden seveceğim
تو را دوباره دوست خواهم داشت
تو را دوباره دوست خواهم داشت
بعداز آنکه پرندهها را از پشت بام به سوی ابرها پرواز دادم
بعداز آنکه پدر دزدم بوسید مادر روسپیام را و خفه کرد او را
بعداز آخرین ضربه به پس گردنم
دندهی شکستهام در یک دست و در دست دیگرم طاسهائی را که هی بوسیدم
تو را دوباره دوست خواهم داشت
انگار که بهار تازه از راه رسیده
و انگار خورشید تازه دمیده به جنگل پس از باران
خواهم رفت بی آنکه لاشه پرندگانم را نشانت دهم
و آنگاه که برگشتم تو را در انتظار خواهم یافت
تو را دوباره دوست خواهم داشت بی آنکه گیسوانت را بو کنم
تو نگاهم خواهی کرد انگار که روایت قصهایست در چشمان خیس تو
لبخند خواهی زد و دماغت را بالا خواهی کشید
دندانهایت را دوباره خواهم بوسید
از پیشانی تو آبی گرگ ومیش خواهد زد
گوئی که مرغان دریائی بلند شده مینشینند روی موجهای کف آلود
لبهای من از لبهای تو بال خواهند گشود
تو را دوباره دوست خواهم داشت
I will love you again
I will love you again
after sending the birds on the roof flying into the clouds
after my thieving father kisses and strangles my whore mother
after the last blow to my neck
with broken ribs in one hand and the dices I kissed in the other
I will love you again
as if spring has just arrived
as if the sun is just now shining, in a forest after the rain
I will leave without showing you the corpses of my birds
when I return, I will find you waiting
I will love you again without smelling your hair
you will look to me as though to tell a story, eyes wet
you will laugh, blowing your nose
I will kiss your teeth again
a mottled blue will blow across your forehead
as if seagulls were rising and falling on frothy waves
my lips will flutter from yours
I will love you again.
سأحبك مرة أخرى
سأحبك مرة أخرى
بعد أن أرسل الطيور من على السطح لتحلق في السحاب
بعد أن يقبّل والدي اللص أمي العاهرة ويخنقها
بعد آخر ضربة على عنقي
بأضلاع مكسورة في إحدى يدي والنرد الذي قبلتُه في الأخرى
سأحبك مرة أخرى
كما لو أن الربيع قد بدأ للتو
كما لو أن الشمس تشرق لتوها في الغابة بعد المطر
سأرحل دون أن أريك جثث طيوري
وحين أعود، سأجدك تنتظرني
سأحبك مرة أخرى دون أن أشم شعرك
وسوف تنظرين إليّ وكأنك تحكين قصة، وعيناك مبللتان
ستضحكين وأنت تنظفين أنفك
سأقبل أسنانك مرة أخرى
ويمر الأزرق المرقط عبر جبينك
وكأن طيور النورس تعلو وتنقض على زبد الموج
وترجف شفتاي على شفتيك
سأحبك مرة أخرى.

Umay Nereye Gitti?
Gerçek bir yaşamdan esinlenen bir öykü!
Yazan: Haşim Hüsrevşahi
Yatağımız olacak, hafif kokuyla dolu,
Divanımız olacak, bir mezar gibi derin;
Bizim için açılmış, en güzel iklimlerin
O garip çiçekleri süsleyecek konsolu
Charles Baudelaire
Yanarım da esas kendi bahtıma yanarım. Dedim tamam dayak atıyor atsın, işte bir lokma ekmek, bir tas sıcak çorba var evimde. Çok şükür. Şükrettim de ne oldu? İlk karın hamile kaldığımda kızım dünyaya gelir gelmez alıp götürdüler bebeğimi. Beni de kolumdan tutup kapıya koydular. Yaşım kaç? On dört! Ana evim yoksul ki ne yoksul. Annemle gündelikçiliğe gittim. Ta ki Hasan talip oldu bana. Yaşı kırk. Mahalle hamamında tellak. Sıska yüzünde iri kara gözleri vardı bir de önceki karısından iki kızı! Karısı bir gece yatmış sabah kalkmamış. O da Hasan’ın çalıştığı hamamda kadın günlerinde natır. Kızları büyükmüş, ere gitmişler. Annem illa ki kız he de, dedi. Dedim. Esas o iskelet yüzündeki fersiz bakışlı kara gözlerine he dedim. Bir de çok şükür bir evim olur dedim. Başımın üstünde bir erim olur, bir çatı… Çatı oldu üstüne iki karın da kız doğurdum. Biri Umay, diğeri Tümay. Şükrettim de ne oldu? Bir akşam, sofraya çökmüş Hasan’ı beklerken eve gelmedi. O gelmeyince telaşlandım. Yine de sabırsız bekliyordum. Ki geç vakit kapım çalındı. Hasan’dan haber. Hamamda kaymış düşmüş, dediler. Kolu kırılmış. Hastanedeymiş. Zaten, bir deri bir kemik iskelet. Hamamda bütün eti erimişti zavallının. Kemik kırılmış. Kırık kemik sinirini bıçak gibi kesmiş. Kol gitti. Kol gidince işi de bitti. Kaldık aç bi ilaç! Ben hiç, Hasan hiç ama ya çocuklar? Kirayı veremeyince evden attılar. Avare kaldık. Ta ki bir gün eski mahalleden bildiğim, halimden haberdar olan Gülsüm Bacı geldi yanıma. Kız kabristanda işe alım var, git de bi bak, dedi. Gittim. Ölü yıkama işi. Hasan olmaz, dedi. Yapma dedi. Ben açız, dedim. Bebeler aç, dedim. Sonunda da tamam dedim. Çalışmaya başladım. Hasan çok üzüldü. Hem kendi işsiz haline, hemi de benim o pis işte çalışmama içerledi. Kabristan müdürü evimizin olmadığını öğrenince gelin burada kalın dedi. Mezarlığın bir köşesinde izbe, kâgir bir oda. Taşındık. Gece ben duvarlarda süzülen akrepleri, çıyanları, örümcekleri avlardım. Her gece üç beş. Örümcekler inmezdi pek. Tepede köşede dururlar öylece bizi seyrederdi. Ben de onları izlerdim. Bu tenha izbe yerde birileri eve girer kızlarıma zarar verir diye gözüme uyku girmezdi. Bağdaş kurur otururdum sabaha kadar. Uykuyu bağdaş uyurdum. Hasan o izbede aya kalmadan çatladı. Belki açlıktan belki üzüncünden dayanamadı öldü. İzbenin az ötesindeki çukurda verdik toprağa. Ersiz kaldım.
Geceleri yakınlarını kaybedip de ölülerini toprağa vermek isteyenler gelirlerdi mezarlığa. Bekçiler hallederdi işlerini. Ama bazen de bizim ışığın açık olduğunu görür kapımızı çalarlardı. Ölüleri ellerinde. Gel de yıka diye, verelim mezara diye.
Yıllar geçmiyordu ama geçti işte. Kızları er evine gönderdim. Gönderdim de ne oldu? Aha işte, Tümay mutluyum derdi. Umay’dan haber almazdım. Nereye gitti bilmem. Kocası alıp başka şehirlere taşımış. Dedikodusu gelir kendi gelmez. Bir süre sonra Tümay da geldi koca evinden, kucağında bir, elinde bir çocuk. Kocası bağımlı. Her gün dayak, her gün dayak. Dayaklara dayanmış dayanmasına ama para için başka erkeklerle yatacaksın diye zorlayınca çekmiş kapıyı gelmiş yanıma. Kocası olan herif almaya gelince kazmayla kovaladım mezarlıkta. Umay’dan yine haber yok. Allah’ıma dua ederdim hep sağ olsun yeter. Yansın çırağı gelsin ışığı.
Bir kış gecesi kapım çalındı. Dışarıda inceden kar yağıyor, rüzgâr kapı derzinde uğulduyordu. Fenerin fitilini az kaldırdım oda aydınlandı. Kalktım. Anamdan hatıra şala sarındım. Battaniye perdeyi kaldırdım. Kapıyı açınca kaç adım ötede uzun siyah bir gölge, omuzunda bir karartı. Dehşetle çığlık attım. Çığlığıma çocuklar geldi. Onlar da çığlık atıp arkama sığındılar, başladılar ağlamaya. Az sonra fenerin ışığında seçebildim. Uzun paltolu adamın omuzundaki bir ölü.
Akrep sokmuştu ruhumu!
*
Dün gece elinde fener kapıyı açıp çığlıklar atınca karşısında duran adam siyah gölge önce kıpırdamadı. Sanki kadının gözü alışsın diye öylece bekledi. Kadın feneri az kaldırınca, “Kimsin, ne istiyorsun?” diye bağırınca adam bir adım yaklaştı. Tok bir sesle, “Bizi içeri al!” dedi. Kadının yanıtını beklemeden, bekçiler uyanmadan içeri girdi. Omuzundaki ölüyü itinayla taşı toprağı ayağın altında duyulan kilimin üzerinde yatırdı. Kar kaplı yün şapkasını çıkardı. Kadın ağzını açamadan adam aynı dinginlik içinde, “Ana affedersin!” dedi. Kadının dizlerinin bağı çözüldü. Adam yineledi: “Başka çarem yoktu. Hem o kendi istedi.”
Tümay annesinin arkasında duruyordu. Elleri çocuklarının başında, gözleri adamın kalın karakaşları altında parlayan gözlerinde. Kadın ancak, “Sen kimsin? Bu kim?” diyebildi. Adam eliyle yerde yatan ölüyü gösterdi, bir şey söylemeden Tümay eğildi, ölünün yüzünü örten battaniyeyi kaldırınca kardeşi Umay’ın ak yüzü, mor dudaklarını görünce sesi kesildi. Önce kadın sonra Tümay çöktü. Kadının içindeki fenerin alevi söndü. Adam, “Bu mektubu o yazdı size!” dedi ve cebinden bir parça kâğıdı çıkarıp kadına uzattı. Kadın duymadı, adamın eli havada kaldı. Adam da yere çöktü. Şimdi üzerindeki karlar erimiş boncuk boncuk su olmuştu. Elini kadının omuzuna koydu. Sonra da kağıdın katını açarak okudu:
“Merhaba canım annem. Bunca yıl sana haber yollayamadığım için özür dilerim. Utanarak söylüyorum ki ben çok mutlu yaşadım. Bu mutluluğu sizinle paylaşmak istedim. Sizi çocukluğumun geçtiği o izbeden, o karanlıktan kurtarmak için bir kavgaya girdim. Son çatışmada yaralandım. Yaram derin. Kalırsam gelir bir gün hikayemi anlatırım, sizi görmeden ölürsem affedin beni. Kardeşime selam ederim. İkinizin de gözlerinizden, yanaklarınızdan hasretle öperim. Ben anladım, diğerlerine de söyleyin! Bu karanlıktan kurtulmanın yolu var, çaresi var.”
*
Ay birkaç geceye bedir olur. Şimdi bulutsuz. Ayaz. Mezarlık sessiz. Tek bir çıtırtı yok. Kar durmuş, rüzgâr susmuş. Mezarlığı sınırlayan duvar kenarındaki ağaçlar çıplak. Ay ışığı karanlığın ağırlığını alıp götürüyordu sanki kadının ruhundan. Uzakta parlayan yıldızlar akrep.
Kadın yeni kazınmış, adsız mezarın kıyısına yere çökmüştü. Ay ışığı düğümlenmiş gibi kıvrılan siyah saçları arasından eti erimiş, kemiği çıkmış kavruk suratına vuruyordu. Kol ağızları eprimiş siyah elbisesinin söküğünden sarkan ipleriyle tırtıklı etek uçları dizlerini ancak kapatıyordu. Çıplak ayaklarına lastik terlik geçirmişti. Sigarasından derin bir soluk aldı. Göğün karanlık göğsünde, aydan uzakta, parlayan yıldızlara karşı üfledi. Yüzü ekşidi.
*
Körsen gözlerimi koyayım gözlerine… Sağırsan savaştan dönüyormuşsun gibi tefler çalayım yolunda, yanımda topuk çırpıyormuşsun gibi çıngıraklar çalayım… Dilsiz kalmışsan sana ezgiler söyleyeyim. Söyle bana! Yılların molozları ardından seni duyacağım. Yeter ki bir ses ver.
*
Kadın ayağa kalktı. Belini doğrulttu. Elindeki kâğıda baktı. Katlayıp sol memesinin üzerine koydu.
Tümay annesinin elini sıktı. Birlikte eve geçtiler.

neither too much…
To my Indian brothers and sisters
H.H.
You look nor much like me
with your drowned screams
nor much like my mother Tomyris
how much more like me with your flayed skin
on your nut-breaking cheeks
with your eyebrows knotted like they’ll never untie
with your erasures and births
nor much!
I suck your dissimilar tongue
my hands are for your pain
like naked swears
stone to stone
hug me tight
nor much me!

Ahmed Ağa ne kadar da güzeldi!
Çağdaş İran edebiyatının başyapıtlarından Sadık Çubek’in Sabır Taşı adlı eserinden bir bölüm.
Farsçadan çeviren: Haşim Hüsrevşahi
İkinci Baskı Kor Yayınları, Mart 2024
Belkıs:
Ben artık bu evde kalacak değilim. Geceleri kim bahçeye çıkmaya cüret eder! Aman Allah’ım. Gasilahene gibi. İnsanın ödü kopuyor. Cihan Sultan orada oturmuş, aniden insanın üzerine abanıyor. Ağzından yel alsın! Sabahtı Pastacı Hacı Sadık’ın evine gittiğimde. Yıkadım çamaşırlarını, serdim güneşe. Öğlen vakti yorgun argın döndüm eve. Bir lokma ekmek yedik. Mangala Meşdi için köz attım. Çay demledim, önüne koydum. Oturdu, başladı esrar çekmeye. Ben de şöyle bir uzanayım dedim. Yorgunluk atayım dedim. Sırtımın kemikleri takır takır ses veriyordu. Daha gözlerim uykuya ısınmadan Ahmed Ağa kapıya gelerek, “Cihan Sultan, işte böyle böyle olmuş,” dedi, “gözünüz Kakol Zeri’nin üzerinde olsun. Ölünün bulunduğu odaya gitmesin. Ben çarşıdan birini bulayım, kaldırsınlar onu.” Kakol Zeri’nin eli onun elindeydi. Bizim odaya soktu. Pek yürekli adam. Gözleri kupkuruydu. İçim acıdı. Gözlerim karardı birden. Sanki evi kaldırıp tepeme indirdiler. Kakol Zeri, bir saat sarkacı gibi karşımda salınıyor, parmağını emiyordu. Ya bu gece nerede uyuyacak? Annesi yok, Cihan Sultan da göçtü öte dünyaya. Ya bizim yanımızda yatacak ya da Ahmed Ağa’nın. Şayet geceye kadar kaldırmazlarsa ölüsünü, şeytan kalıbına girer, gelir hepimizi boğar. O yaşarken kımıldayamıyordu, ölüyken nasıl kalkıp yürüyecek? Dilini ısır! Tanrı isterse her şey olur. Şeytan kalıbına girerse kalkar yürür. Ölü günahkâr ise ve cenazesi hemen kaldırılmazsa şeytan girer onun kalıbına, başlar yürümeye.
Servi gibi üç genç varmış. Bir gece gasilhanenin oradan geçiyorlarmış. Hani o külhanbeyi gençlerden; su kenarında oturur, gümüş çubuklar ellerinde. Biri demiş ki kim sıkıysa girsin gasilhaneye, oradaki ölünün tabutuna bir çivi çakıp gelsin. Hepsinden daha ciğerli olanı, kavgacısı ben girerim, demiş. Yarı gece, gitmiş bir çivi bulmuşlar, vermişler gence, haydi bakalım demişler, göster kendini, git de çivile! O da bir aslan gibi gitmiş, gasilhanenin kapısını zorlamış, menteşesinden sökmüş kapıyı açmış, girmiş içeri. Arkadaşları kapıda beklemişler. Ama ne kadar beklemişlerse adam çıkmamış. Bir saat orada durmuşlar, gelmemiş. Sonra besmele çekmişler, mum yakmışlar, içeri girmişler. Birde ne görmüşler! Arkadaşları bir tabutun kenarında yere düşmüş. Bir ölü de kefeni üzerinde, tabuttan çıkmış onun üzerinde. Arkadaşları baygınmış. Kaldırmak istemişler. Ölü öyle sıkı tutmuş kucaklamışmış ki genci zorla ayırmışlar. Arkadaşını kaldırmak isterlerken elbisesinin tabuta yapıştığını görmüşler. İyice bakınca, adam çiviyi tabuta çivileyeceğine kendi elbisesinin kenarına çivilediğini görmüşler. Sonra zavallı genç adam kafayı yemiş, dağlara kaçmış.
Meşdi kalkıp evi terk etti. Ona, “Ben korkuyorum,” dedim, “bu evde ölüyle tek başıma kalmaya korkuyorum.” Bana aldırış etmeden kapıyı çekip kahvehaneye gitti. Kalkıp geldim, sokak kapısının eşiğinde durdum. Evde yalnız kalmaya korkuyordum. Kakol Zeri kapının yanında sokakta oynuyordu. Cihan Sultan’ın odasına giremiyordum, ödüm patlıyordu. Kakol Zeri’ye sordum: “Cihan Sultan nasıl, gördün mü onu?” O da gözlerini Şam zencisi gibi gözlerime dikti, dedi ki: “Uyuyor ama gözleri açık! Seslen, seslen uyanmıyor.” Aman Allah’ım. Bir karış velet nelere bakıyor! Korkudan yüreğim ağzımda benim, bu velet gitmiş onun gözlerinin içine bakmış. Çarşıdaki adamlar, Ahmed Ağa ile onu kaldırmaya geldiler. Ben anlamıyorum, Ahmed Ağa niye hiç ağlamadı. Yüzü her zamanki gibi dümdüz, gözleri ise kupkuru. Tabutu görünce dizlerimin bağı çözüldü, sırtım ürperdi. Hepsi birlikte ahıra girdiler. Ahırın kapısı adamlarla doldu. Sanırsam sevabına bu kadar adam gelmiş. Kim bilir! Şeyh Mahmut diyor ki o, namazını hiç bırakmadı. Eğer sevap işlemişse cenazesi hafif olur. Ruhu gırtlağında hırlarken bir cimcik türbe suyu damlatan olmadı ağzına. Şayet sevap işlemişse neden kimse gelip de türbe suyu dökmedi gırtlağına. Adamların hepsinin ahıra girdiklerini görünce ben de peşlerine takıldım. Ahmed Ağa, dosdoğru başucuna gitti. Yüzü donuktu, ağlamadı. Sonra hızla geldi, ahırın bu ucunda kustu. İşkembeci Meşdi Hacı yüksek sesle ağlıyordu. Kel Bemun, çulun kıyısından tuttu. Meşdi Hacı ise ayak tarafından. Kaldırıp tabuta koydular. Sonra da yorganı üzerine örttüler. Yorgan da Gevher’in Hasırcılar Tepesi’nden aldığı yırtık pırtık bir şeydi. Züleyha’nın ciğeri gibi paramparçaydı. Ciğeri yanası Kakol Zeri de kavruk cin gibi oracıkta durmuş öööööyle bakıyordu ölüye. Sonra adamlar hep beraber tabutu kaldırdılar, altına girdiler. Tabut, saman gibi hafifti. Öyle hafifti ki az kalsın düşecekti. Sanki tabutun içi boştu. Mutlaka çok sevabı varmış. Adamlar sokağa çıktılar. Artık gürültü yoktu. Ev tenhaydı. Kakol Zeri de cenazenin peşinden koşmaya başladı. Mezarlığa… Ahmed Ağa onlarla gitmedi. Odasına geçti, kapıyı kapattı. Yumurcağın nasıl bir yüreği var! Öğlen vaktiydi ama hava gece gibiydi ve yağmur çiseliyordu. Yorganı ıslanacak, yağmur etine işleyecek. Seyit Hacı Ali Mezarlığı epeyi uzakta. Evde kimse yoktu. Ahmed Ağa yalnızdı odasında. Ben evde korkuyordum. Ben ve Ahmed Ağa’dan başka kimse evde yoktu. Meşdi de yoktu. Gevher de kayıp zaten. Cihan Sultan da öldü. Kakol Zeri cenazenin peşinde. Ben ve Ahmed Ağa evdeyiz. Sokak kapısını kilitledim, parmaklarımın ucuyla kapısına kadar gittim. İçeri girmek istedim. Ama korktum bağırır diye. Bir gün ne yapıyor diye odasına girdim, gördüm ki odanın bir köşesinde durmuş kendi kendine konuşuyor. Korkuyorum sonunda kafayı yiyecek. Öyle bakarken odasına farkında olmadan elim kapıya dokundu. Kapı gıcırdadı. Aniden yerinden fırlayarak bana bağırdı: “Neyiniz var sürekli beni gözetliyorsunuz? Ben ne yaptım ki hepinizin gözü benim üzerimde?”
Ona dedim ki, “Ben bir şey yapmadım. Şayet kirli çamaşırın varsa alayım, yıkayayım dedim.”
Kirli çamaşırlarını yıkamaya götürdüğümde pantolonun ağını koklarım, öperim, sonra da yasemin gibi yıkar getirir kendisine veririm. Bu defa, odasına uğradığımda evde kimse yoktu. Oturmuş bir şeyler yazıyordu. Girip selam verdim. Bağıracak diye korkuyordum. “Evde kimse yok, ödüm kopuyor,” dedim. Sonra başladım ağlamaya, yağmur gibi gözyaşı dökmeye.
Yerinden kalkarak yanıma geldi. Elimden tutarak “Neden ellerin soğuk?” dedi.
Ben de, “Çok korkuyorum,” diyor, durmadan gözyaşı döküyordum. Sonra bana acımış gibi, yüzüme baktı, bakışları yüzümde gezindi. Hep böyle baksın bana istedim. Sonra bana dedi ki: “Meşdi evde değil mi?”
“Hayır,” dedim.
İki elini koltuğuma sokarak kucakladı. Sıkı sıkı sarıldı bana. Memelerimi peş peşe sıktı durdu. Artık yüzünü görmüyordum. Yüzüm ve bütün vücudum tandır gibi yanıyordu. “Derdin canıma değsin! Seni çok seviyorum,” dedim. Bir şey söylemedi. Soluk soluğa kalmıştı. Nefesi ensemi yakıyordu. Sonra elini karnımda gezdirdi, okşadı. Şeyimi avuçladı. İçim bayıldı. Ağzım kurudu. Sonra elimden tutarak hemen odasının köşesine koyduğu yatağına attı. İçim dağıldı. İnanamıyordum. Çok uzun zamandır canım istiyordu. Ona, “Kurbanın olurum senin,” diyecektim. Ama dişlerim kilitlenmişti. Sesim çıkmıyordu. Suratı seğiriyordu. Sanki bir yerleri acıyor gibiydi. Yatağına atınca tekrar gözlerini gördüm. Canım çekti. Yüzüne baktım. Dilim tutulmuştu. Memelerim çok acıdı. Ama daha da acısın istiyordum. İçim durmadan dağılıp duruyordu içimde. Yerden beni kaldırmak isterken ağırlaşmıştım. Kımıldayamıyordum. Üzerime çıktı. Sanırım bayılmak üzereydim. Artık yüzünü pek göremiyordum. Yüzü gözlerimin önünde dönüp duruyordu. Ama gövdesi pek ağır değildi. Canım istiyordu ki odanın tavanı ikimizin de üzerine yıkılıversin. Sonra kulağıma dedi ki: “Kocan gelse ne yapar?” Sesi kuyunun dibinden geliyordu sanki. Cevap veremedim. Sonra güldü sanırım. Çünkü dişleri parladı. Sonra gömleğimi kaldırdı, memelerimi yedi. Süt emmek isteyen bir bebek gibiydi. O kadar yedi ki memelerimi, az kalsın canım çıkacaktı.
Sonra bana dedi ki: “Memelerin taş gibidir.”
Ama sanki başka biriyle konuşuyordu. Benimle değildi. Benimle o işi yapacağına inanamıyordum.
Sonra dedi ki: “Sanırım Meşdi seninle güreşmiyor!” Sonra da dedi ki: “Beni istediğini biliyordum.” Sanki kuyunun dibinden geliyordu sesi.
Ona dedim ki: “Biliyor musun? Ben hâlâ bakire bir kızım.”
Güldü. Dedi ki: “Ha! Biliyorum… dokuz kapılısın sen… ya Meşdi? Ne güne duruyor?”
Dedim ki: “Daha bir iş becerebildiği yok.”
Üzerimden kalkmak isterken sıkıca yapıştım ona. “Yalan, yalan,” dedim. İşte o zaman birden içim yandı ve kaynar yağ gibi dağıldım ve gözümün kenarından gözyaşım kulağıma aktı. Karnım kasıldı. Kendimi önleyemiyordum sanki. Sanki altıma kaçıracak gibi oldum. Onun altında ölmek istiyordum. Sanki ona, “Feda olayım sana… öleyim sana,” diyordum ama kendi sesimi duymuyordum. Sonra yüzünü gördüm. Ekşimişti. Ağlayacak gibiydi. Havuza atmışlar gibi sırılsıklam olmuştum. İşte o zaman gözlerimin görmediğini anladım.
Yatağa kan akmıştı. Ahmed Ağa, kızlığımı almıştı. Ona dedim ki: “Ben senin kenizinim, kölenim… Ben sana feda olayım.”
Bana, “Namazsızdıysan[1] madem, neden geldin yatağımı kana buladın?” dedi.
Ona dedim ki: “Ben bakire kızdım, sen yırttın beni.”
İnanmadı. “Yatağı kendin sökeceksin; yüzünü, yününü yıkayacaksın,” dedi.
“Başımın üstüne,” dedim.
Sonra koşarak kendi odama gittim ve bir ölü gibi düştüm yatağıma. Gördüm ki Cihan Sultan beyaz bir ata binmiş, Şeyh Mahmut da yularından tutmuş, salâvat getirerek Balık Havuzu’nun merdivenlerinden aşağı indiriyor. “Geri çekilin, kimse yaklaşmasın, kimse inmesin, burası kapatıldı” diyor. Şeyh Mahmut’un meleklerinki gibi kanatları vardı. Çok gençleşmiş, güzelleşmişti. Göğsü aha şu kadar genişti. Sakalı simsiyahtı. Yüzünden nur yağıyordu. Cihan Sultan da peri kızları gibi yavaş yavaş Balık Havuz’unun merdivenlerinden iniyordu. İki de zenci köle onun bohçalarını, mücevherlerini taşıyordu. O kadar güzelleşmişti ki, yeme de yanında yat. Balık Havuzu’nun dibindeki çakıllar da Tanrı’nın kudretiyle hepsi mücevherat olmuştu. Balıklar da altın…
“Bütün bu mal, bu varlığın hepsi, cennete giden Cihan Sultan’ındır,” dediler. Sanki rüya âleminde gelip karşımda durdu ve dedi ki “Can çekişirken ne kadar Belkıs, Belkıs diye bağırdıysam, gel bir damla su dök boğazıma, boğazım yanıyor dediysem gelmedin. Yerine bu gördüğün melek var ya, o kendisi geldi, cennetten getirdiği türbe suyundan içirdi, ‘İç, iç. Bu dünya da çok çektin sen,’ dedi. Şimdi de Tanrı’nın yanına gidiyorum. Ondan genç, Rüstem gibi güçlü bir koca isteyeceğim senin için. Bir bebe atsın senin karnına. İşi iş olsun. Durmadan parmak atan bu Meşdi gibi olmasın.”
Ona, “Ben az önce Ahmed Ağa’nın odasındaydım. Kızlığımı aldı. Karnıma şirin bir bebe attı. Ben artık koca istemiyorum. Ahmed Ağa benim kocam oldu,” dedim.
Bana dedi ki, “Ahmed Ağa böyle haltlar işlemez. Gevher’i bırakıp senin koynuna girmez.”
Kapı menteşesinden koptu sanki. Ahmed Ağa’nın sesiyle uyandım. Odama gelmiş soruyordu: “Kalk bak bakalım Kakol Zeri nerede?”
“Mezarlıktan dönmedi daha,” dedim.
“Ben de camiye, Şeyh Mahmut’a uğrayacağım. Belki de dönmüştür,” dedi.
Ben de dedim ki, “Evde yalnız kalmaktan korkuyorum.”
“Neden korkuyorsun? Çocuğun olsaydı benim boyumda olurdu!” dedi.
“Cihan Sultan’dan korkuyorum. Rüyamda gördüm onu. Cennete gitmiş,” dedim.
Beni hiç tanımıyor gibiydi. Sanki benimle o işi yapmamıştı. “Cihan Sultan patladı,” dedi ve sokak kapısını çarparak çekip gitti. Sinirli değildi. Her zamanki gibiydi. Hatırlıyorum, yüzü kırıştığında bir yeri acıyor gibiydi, ağlayacak gibi. Şeyh Mahmut kaybolmuş, diyor. Sanırsam Gevher’le işi pişirmiş, birlikte camiye gitmişler. Gevher’i bir an bile düşünmeden edemiyor. Aklı sürekli onda. Şeyh Mahmut’un zavallı karısının bir parmağı bin tane Gevher’e değer. İçeri girdi, bana hiç aldırmadı. Önce doooğru ahıra gitti, Cihan Sultan’ın yerine baktı. Koca çocuk hâlâ baldırı çıplak dolaşıyor. Kocaman da çükü var. Koca adamlarınki gibi… Geldi, ahıra baktı. Ne kadar cesaretli! Sonra da havuz kenarına gitti.
Ona, “İçeri gir, ıslanırsın, şimdiye kadar neredeydin?” dedim. Hiçbir şey söylemedi. Her zamanki gibi balıklarla oynuyordu. Yağmur çiseliyordu.
“Gir içeri, ıslanacaksın,” dedim. Aldırmadı. Sonra Mirza Esedullah geldi.
“Allah rahmet eylesin! Rahatladı. Ellerine sağlık, kalk bu ahırı bir süpür,” dedi. Ben de gidip süpürdüm. Mirza Esedullah da avludaydı. Ahmed Ağa’ya feda olayım inşallah! Ne kadar da güzeldi.
[1] Ay hali demek.

Talat benim
Talat benim
Hamid ve Karun’un acısına[1]
Ferhunde Hacizade’den bir şiir
bastonsuz Zeliha kan döner gözünün çevresinde
süt dişim sallanır serçe kebabı senin kokun kalbim duman, duman, duman
ortak gömlekler ortak sınıflar ortak okul
öğretmenlerimiz senin türbende hayır mezarımda durmuşlar ben ki ölümün kız kardeşiyim
bastonsuz Zeliha ve Karun’un gözleri
günbatımına yakın kadın elinde gazete ve resimle duruyor karşımda: “Benim Talat!
neredeydiniz bu yirmi beş yıl boyunca?”
ve Tebriz’in bağ sokaklarında asker geçidi
senin el yazın anne ve Karun’un olan o kadının defterinin ortasında
bunca göz bunca gözyaşıyla inanayım mı?
herkes hepimiz yenilginin en kör noktasında bizim şeklimizin yenilgisi, hayır biz
senden uzakta durmuş yenilginin kırılması inanmıyoruz
çocukluğun yaşlı kadınları anne toprak ortasında rüzgara veriyor
şehrin mollasının gırtlağından yaşamın kuralı? hayır baş sağlığı adabını karıştırıyorsun
kırışmış bir kadın senin tabutunda kör
derler ki: getirin kız kardeşi
belini doğrultur bizim ailemizden mi? veda ahalisinden, hayır hiç kimse
bir el titrer: yeter kes artık titreme hiçbirimiz görmüyoruz
görmüyorlar sadece Karun’un gözleri düzenli marşta
cinayetin özel savcısı diyor ki: Karun güzelsin! bir kadın vird ediyor:
ırmak ırmak ırmak[2]
bunca gözle bunca gözyaşıyla akmıyor musun?
kurudun mu Karun?
Ervend[3] milletin gözünden akar nergis yeşermez!
Fırtına kopunca Aras[4] taşınca toprak doldurur senin nergislerini[5]
köyün nergis satanları senin çevreni sarmış kadın haykırır: aaay nergis satanlar nergislerinizin tümüne talibim
güzelsin Karun senin nergislerin nergis satan kızlar ve benim payım senden
benim payım dünyadan hep eksik
Eylül 1998
Farsçadan çeviri: H.H.

[1] 12 Eylül 1998 yılında, şair Ferhunde Hacizade’nin 37 yaşındaki şair, yazar kardeşi Hamid Hacizade ve 9 yaşındaki oğlu Karun, Kirman şehrinde evlerinde yazar ve düşünürlere karşı işlenen seri cinayetler kapsamında katledildiler. Bu korkunç cinayette Hamid 20 ve oğlu Karun 10 bıçak darbesi almıştır.
[2] Karun İran’da bir ırmak adıdır.
[3] Bir ırmak adı.
[4] Bir ırmak adı
[5] Nergis, İran edebiyatında göz için metafordur.
Kızılderili dünyasından iki şiir
1-
Ağaçların güzelliği
Havanın yumuşaklığı
Çimenlerin kokusu benimle konuşur
Dağların zirvesi
Gök gürültüsü
Denizin ritmi benimle konuşur.
Yıldızların baş dönmesi
Sabahın tazeliği
Çiçeğin zulasındaki çiy damlası konuşur benimle konuşur
Ateşin gücü
Somon balığının tadı
Güneşin izi
Ve asla kaybolmayan yaşam
Konuşurlar benimle
Ve benim kalbim kabarır
Şef Dan George

Şef: Dan George
2-
Anne bana ağrılarımı dindiren
bir şarkı söyle
kırık kemiklerimi onar
bütünlüğü yeniden sağla
doğarlarken bebeklerimi tut
benim ölümümün şarkısını söyle
bana nasıl yas tutacağımı öğret
bana iyileştiren bitkilerden
ilacı göster
ruhun değerini göster bana
ona hizmet edebileceğim şekilde
anne kalbimi sağalt
öyle ki senin
benim aracılığımla yaşayabilen
armağanlarını görebileyim
(İngilizceden çeviri: H.H.)
Bir Deyim ve Bir Mit!
Kurt mitolojisine göndermelerin ırkçılık ve Türk faşistlerine ait olduğu dayatmasının gülünç bir biçimde ayyuka çıktığı, Türk’ün tarihi, ahlaki, toplumsal, kültürel, geleneksel vs. değerlerinin içinin iyice boşaltılmaya çalışıldığı ve Türk ulusu yerine ümmetçiliğin emperyalistler tarafından iyice körüklendiği, Türk vatanının akıl almaz tehlikelerle karşı kaşıya bırakıldığı bu yıllarda bazı konuların sıkça gündeme getirilmesi gerektiğine inanıyorum. Örneğin Azerbaycan Halk Cephesi Partisi’nin kurucusu ve ilk genel başkanı ve o ülkenin 2. Cumhurbaşkanı Ebulfez Elçibey’in simgesel olarak başlattığı ve ırkçı hiçbir siyasi parti ile ilgisi olmadığı, Atatürk’ün de simgesel olarak kullandığı kültürümüzün kökenine gönderi yaptığı parmaklarla kurt işaretini de bu bağlamda ele almak fena olmaz. Konu bu değil.
Geçenlerde “Ey Türk Titre ve Kendine Dön/Gel!” sözünün Bilge Kağan’ın abidesinde yer almadığını, bunun yanlış bir çeviri nedeniyle oluştuğunu ifade eden bir yazı gözüme çarptı. (https://www.malumatfurus.org/hakkinda/)
Burada ayrıca sözü edilen ibarenin bu yönüyle de ilgilenmeyeceğim. Benim ilgimi çeken bu sözdeki “titremek” ve “dönmek” sözcüklerinin Türk mitolojisindeki karşılığı nedir sorusuna yanıt bulmaktı. Bu yanıtı Prof. Dr. Bahaeddin Ögel’in (1995) Türk Mitolojisi adlı eserinde buldum sayılır.
Bu eserde de değinildiği gibi Türk mitolojisinde “don değiştirme” miti ile yaygın bir biçimde karşılaşırız. Türk masallarında kahramanların don değiştirdiğine, değişik hayvan donuna girdiğine sıkça tanık olmaktayız. Örneğin Samed Behrengi’nin “Sevgi Masalı” söylencesel masalında da gördüğümüz gibi insanlar kuş, çiçek ya da at donuna giriyorlar. Kuşçu Keloğlan’da Keloğlan şapkasını kafasına koyduğunda görünmez olur. Ya da örneğin Hacı Bektaş-ı Veli’nin geyik ya da aslan donunda Anadolu’yu dolaştığı söylencesi duyulmuştur. Ancak bu don değiştirme sadece insandan hayvan donuna geçme değil, aynı zamanda insandan başka insan donuna geçme olgusu da az değildir. Don değiştirme kimi kültürlerde bazı büyülerin sonucunda, bazen bazı araçlar yoluyla gerçekleşir. Ancak Türk mitolojisinde bu don değiştirme olayı çoğu kez “silkinerek” ya da durup dururken ve sadece onu istemenin ardından doğrudan olmaktadır. Yani don değiştirmenin koşulu silkinmek ya da o donu düşünmek ve arzulamaktır.
Silkinerek don değiştirip bir insan donundan başka insan donuna geçme miti bugün toplum olarak bize çok ama çok gereklidir ve yaşamsaldır diye düşünüyorum.
Toplumsal çürümüşlüğe -ki bu çürümüşlük ahlaki değerler, kültürel, tarihsel, ulusal ve diğer değerlerimizi de kapsamakta- son verme zamanı gelmiştir. Türk insanı bugünden tezi yok, silkinerek don değiştirip halk olarak ve ulus olarak değerlerini yitirmemiş o Türk insanı donuna geçmelidir. Bunun ilk koşulu da onu istemek, arzulamaktır ve de silkinmektir.
Bu erdemlere dönüş çağırısı Hacı Bektaş Veli tarafından da yapılmıştır. Ancak bu çağrı birçoğu tarafından bilerek saptırılıp yanlış yorumlanıp anlamı sığlaştırılmaya çalışılmıştır. Hacı Bektaş-ı Veli, Türk insanını erdemlerine sahip çıkmaya çağırırken diyor ki: Eline (insanına, ulusuna), beline (vatanına), diline (Türkçene) sahip ol!
Bu nedenle diyorum ki Ey Türk milleti, silkin ve don değiştir ve o eski güzel Türk insanı donuna gir! Gir ki emperyalistlerin ve iş birlikçilerinin ulusların kimliklerini yok etme, onlara erdemlerini unutturma, tüm insanları aynılaştırma ve zayıf düşürme çabasını boşa çıkar. Ne top ne tüfek… Bunun için onurlu geçmişini anımsaman ve ona yeniden sahip olmayı istemen yeter! Milliyetinle gurur duy!
Evet, kanımca Türk insanının silkinerek “Don Değiştirme” zamanı, yitirdiği ve elinden, belinden ve dilinden çalınan erdemlere sahip insana dönüşme devranı gelmiştir. “Ey Türk Silkin ve Kendine Dön!”
Haşim Hüsrevşahi / 20 Kasım 2024
