Ve sen, evreni ağzında taşıyordun…

Azalya, başını masaya dayadı ve çok geçmeden uyku göz kapakla­rına dayandı, ayaklarının altındaki toprak yumuşadı, alnının altında­ki eli ve dayandığı masa derinleşti. Kendini, resimdeki kadının açık avuçlarından başlayan, üzerinde asılı durduğu boşluğa bıraktı.

“Sen kimsin?”

“Sen kimsin?”

“Ben Rana…”

“Ha ha… Ne hoş bir isim…”

“Ya sen kimsin?”

“Ben Azalya!”

“Aaaaa! Olamaz!”

“Neden olamazmış?”

“Seni tanıyorum.”

“İlginç!”

“İlginç! Şu anda senin öykünü okuyorum. Yaaa! Ne kadar acı bir hikâyen varmış senin!”

“Nasıl acı?”

“Bilmiyor musun?”

“Neyi?”

“Kendi öykünü.”

“Ne olmuş ki bana?”

“Ailen, evin… Hem o kadar sevdiğin erkek… Aquilla, tapınağı sana yeğledi ya… Sonra… Yani çok acı çekmişsin…”

“Ya? Olanları biliyorum… Ya sonra?”

“Sonrasını okumadım daha…”

“Nasıl yani? Sen herkesin kaderini okur musun?”

“Hayır öyle değil!”

“Ya nasıl?”

“Bir kitap okuyorum… Senin hayatını anlatan bir kitap!”

“Öyleyse benim hayatımın sonunu biliyorsun, bilmiyor mu­sun?”

“Hayır! Daha bilmiyorum!”

“İlginç! Okumuş olsaydın, bana geleceğimden haber vermiş olur­dun öyle mi?”

“Şimdiki sana göre, yani o zamandaki, öyküdeki banyo yaptıktan sonra Aquilla’yı beklerkenki sana göre öyle…”

“Geleceğimi bilemezsin… Sadece kaderleri çizen… Sadece Tan­rı bilir geleceği…”

“Bu bir öykü…”

“Ne yani… Benim tüm acılarım bir masal mı? Bir hiç mi?”

“Hiç değil tabii… Sen bir öykünün gerçeğisin… Acıların gerçek tabii ki… Ama ne bileyim…”

“Ne fark eder!”

“Ne bileyim!”

“Bir öyküyse peki, benim bu çektiklerim ne olacak? Kim vere­cek bunun hesabını?”

“Bana niye kızıyorsun?”

“Hayır, kızmıyorum… Zaten kime kızmam gerektiğini de bilmi­yorum.”

“Hikâyeni bilemiyorum.”

“Hem bilemezsin; çünkü, öykü bitince oradakilere ne oluyor, onu da bilemezsin. Biliyor musun? Orada bekliyorlar mı yani? Sen öyküde değilsin ki bilesin!”

“Kitabı bitirdiğimde senin öykün de son bulacak… Ama öykü bit­tiğinde sana ne olacağını, yani sonra ne olup biteceğini bilebilmem için kitabı okumalıyım! Okuyup kapadıktan sonra ne olacak, onu bi­lemem!”

“Ha ha! Ne kadar ilginç… Yani sen şimdi kitabı okumuş olsaydın, benim bilmediğim kaderimin ne olacağını bana söyleyebilirdin… Bi­tirince de ben bitmiş olacağım, öyle mi?”

“Öyle galiba!”

“Başkası okuyamaz mı senin okuduklarını?”

“Okur tabii…”

“O zaman, ben yeniden mi başlarım yaşamaya?”

“Öyle galiba!”

“Yani benim yaşamım bitip bitip başlanacak mı? Ben, ölüp ölüp dirilecek miyim?”

“Bu çok korkunç… Yani, senin ruhun ölümsüzleşiyor… Yani, amaaan ne bileyim ben!”

“Sonsuz acılar… Ben bu öyküden kaçamaz mıyım?”

“Ama seni yazan da başka bir öykü içinde yazmıştır seni belki.”

“Kaderimi okusana!”

“Kitap uçakta kaldı… Yani ben uçaktaydım. Şimdi de orada ol­malıyım. Öykünü orada okudum.”

“Uçak da ne? Kim yazmış benim öykümü?”

“Ben, kentimden kaçıyorum. Uçakla… Uçuyorum!”

“Aaaaaaa! İlginç! Sen uçuyor musun? Yani, sen de bir çeşit me­leksin! Hem, benim gibi memleketinden kaçıyorsun ha? Bana da me­lek diyorlar…”

“Evet… Ama ben melek falan değilim!”

“Ben de değilim; ama onlar bana sürekli ‘melek’ diyorlar! Aquilla’ya da defalarca söyledim melek olmadığımı; ama… Öykümün neresin­desin? Yani, tapınağın olduğu kentten ayrıldıktan sonra ne oldu bana biliyor musun?”

“Sen kentten ayrılmak üzeresin… Tam Aquilla’dan ayrılıp o kent­ten gitmek istediğin yerdeyim. Ben de merak ediyorum. Daha oku­madım.”

“İlginç! Aquilla ha?”

“Evet…”

“Bir şey kafamı kurcalıyor… Adın neydi senin?”

“Rana!”

“Ha, evet Rana! Ben senin öykünü okumadığıma göre, seni rü­yamda görüyor olmalıyım.”

“Ya da sen benim rüyama geldin! Olamaz mı?”

“Ya da sen benim!”

“Nasıl olur bu? Bir kere, sen çok uzun bir zaman önce vardın… Yani var mıydın yok muydun onu da bilmiyorum. Sen uzun bir zaman önce bir öyküde yaşamışsın… Hayır, ben senin rüyana gelemem.”

“Benim düşüme hangi kapıdan girdin Rana?”

“Bunu sana, o ihtiyar topal öğretti değil mi? Rüyanın kapıları! Ben, Tahran’da doğduğuma göre, senin girdiğin kapıdan çıkmış ola­mam!”

“Ya ben senin gerçeğinsem?”

“Senin gözlerine geri dönmeliyim o zaman Azalya!”

“Yollar, senin düşlerinden başlar.”

“Yangın, harman yerini sarar gibi sardı düşlerimi.”

“Ve bir gün, beni görmek için ruhun tenini terk ettiğinde geri dönmediğini söyle bana!”

“Ben, senin masalınla mı geri dönmekteyim tenime?”

“Ne kadar acı! Sen uyandığında yok olacağım.”

“Beni düşleyerek yarattığını, ilkin o geyikli bahçede söylemiş­tin.”

“O zaman ‘ben’ yoktu ki, yaseminlerle sarılmıştık.”

“Aaah, her şey bir çırpıda nasıl da yok oluverecek! Bir el çırpma­sı, bir göz kırpması…”

“Bizler, birer incirdik.”

“Ve sen, evreni ağzında taşıyordun.”

“Benim ağzımdan evrenin salkımlarını kimse dermedi.”

“Evet… Evet. Bu bir tesadüftü. Biliyorum ne yazık ki! Ancak, rastlantıların ışığı, ilişkilerin bilge düzeni sonucunda yollarımızı ay­dınlatıyor… Bunu ancak aptallar yadsır.”

“Usun zincirlerine boyun eğmeseymişim keşke. Aşk, ey zehirli meyve, keşke çürütmeseydin inançlarımı; keşke ruhuma kanat ver­meseydin.”

“Ben, sana dönerek aşkımı bulmalıyım. Aşk, aşk, ah ey o ilk gü­lüş, ilk gözyaşları…”

“Ne kadar acı tadıyor sesin!”

“Ne kadar acı tadıyor sesin!”

Süreyya

Süreyya[1]

Ferhunde Hacizadeh

22 Aralık 2019


[1] Tahran’ın Beheşt Zehra mezarlığında, mezarda yaşayan üç adam mezarda yaşayan Süreyya adlı bir kadının yanına gitmiş. Kadın şiddetle aç olduğundan onlardan yiyecek talep etmiş. Kadın bir sandviç karşılığında üç adamla yatmaya razı olmuş. Bu konu haber sitelerinde yayımlanmıştır.

[2] Leyla Vasiki, Ekim 2019 halk protestolarına kurşun emri veren vali Kuts ilinin valisi.

[3] Nikta Esfendani, Ekim 2019 halk protesto gösterilerinde kafasına isabet eden kurşunla katledilen 14 yaşında kız çocuğu.

haksız bir savaştır

*

*

*

*

*

*

*

*

İki öyküde bir turunç!

Bu anlatıyı okuduğumda Samed Behrengi’nin 1968 yılında yazmış olduğu Turunç Kabuğu adlı öyküsü aklıma geldi. Çok çarpıcı bir öyküdür.

Çevirdiğim bu öyküyü burada veriyorum:

“Evet, suç benimdi. Pazar günü olmasına karşın, şehirde kalmaya mecbur olduğum için suç benimdi. Belki karın ağrısına yakalanan kahvecinin karısının suçuydu… Hayır, değildi! Ne benim ne de onun suçuydu! Konu bu kadar basit değil. En iyisi ben olup bitenleri baştan size anlatayım, siz kendiniz karar verin suç kimin. Ortada bir suç varsa tabii.

Cumartesi günü, öğlen saatiydi. Kahvenin önünde dut ağacının yaydığı gölgede oturmuş, bozbaş yiyordum. Sonrasında caddenin başına gidecektim. Oradan da otobüs yakalayıp şehre inecektim. Okulu daha yeni tatil etmiştim. Anlamadım ne zaman Tahir, ne ara çarçabuk eve gitmiş, kitaplarını eve bırakmış, at arabasını havuzun kenarına getirmişti. Şimdi ata su veriyordu. Kabarmış ceplerinden durmadan ekmek çıkarıp yiyordu. Kahveci, boş bozbaş tasını önümden aldı ve oğlu Sahap Ali’ye benim için çay ve nargile getirmesini söyledi, sonra da gelip yanıma oturdu ve dedi ki:

“Öğretmen Bey, senden küçük bir ricam olacak.’

Ben de: “Rica ederim Nuruş Bey, emrin olur!” dedim.

Sahap Ali çayı getirdi ve nargileyi tutuşturmak için geri gitti. Kahveci, “Sahap Ali’nin annesinin,” dedi, “dün geceden beri karnı ağrıyor. Kıvranıp duruyor, dur durağı da yok! Kekik suyu verdik olmadı, zencefille nane demledik, yine olmadı. Boncuk Nine, şayet turunç kabuğunu demleyip içirirsek iyileşir demiş. Biliyorsun köyde turunç kabuğu bulunmaz. Benim bir parça vardı, geçenlerde bilmiyorum kime verdim. Öğretmen Bey, madem şehre iniyorsun zahmet olmazsa biraz turunç kabuğu alır getirir misin bize?”

Sahap Ali nargileyi getirip önüme bıraktı, kendisi de konuşulanları duymak için yanı başımda ayakta durdu. Ben: “Baş üstüne Nuruş Bey! Mutlaka bulur getiririm,” deyince Sahap Ali öyle sevindi ki, annesi iyileşmiş ayağa kalkmış, onun önünde duruyordu sanki!

Pazartesi sabah erkenden caddenin başında otobüsten indiğimde çantamda kocaman bir turunç vardı. Eskiler hep derler, turunç kabuğu çayı karın ağrısına bire birdir. Ama hangi karın ağrısı?

Caddenin başından hızlı adım yürüsen köye kadar kırk beş dakika sürerdi. Yürüyerek köye geldim. Önce kendi evime uğradım. Turuncu ve sınıfım için gerekli olan bir iki kitabı alarak dışarı çıktım. Ev sahibi avluda önümü kesti ve selamlaştıktan sonra: “Allah rahmet eylesin… Hepimiz gidiciyiz!” dedi.

Of of… Sahap Ali öksüz kalmıştı. Zavallı Sahap Ali! Bundan sonra okulda aç kalmayasın diye kim senin mendiline ekmek koyup okula gönderecek?

Turunç avucumda taş kesildi. Ağırlık yapmaya başladı.

“Ne zaman oldu?” diye sordum.

Ev sahibi: “Cumartesi gecesi… Gece yarısını az geçince. Dün toprağa verdik!” dedi.

Eve döndüm. Turuncu kitapların arkasında sakladım. Sonra da oradan çıkarıp yatağın bir köşesine tıkıştırdım. Sahap Ali ya da kahveci evime geldiklerinde turuncu görsünler istemiyordum.

Kahvehane birkaç gün kapalı durdu, sonra tekrar açıldı. Ama Sahap Ali on beş yirmi güne kadar dikkatini toplayamadı. Gülmeyi unutmuştu sanki. Oyun oynamıyordu. Sürekli düşünceliydi, dalgındı. Benimle hiç konuşmuyordu. Sanki yıllardır küstük. Kahvehaneye gittiğimde bile selamımı zoraki alıyordu.

Kahveci, Sahap Ali’nin bana karşı bu soğuk davranışından dolayı mahcup oluyordu. Bana: “Herkesle aynı. Sadece sana yapmıyor Öğretmen Bey!” diyordu.

Ben de: “Tabii ki,” diye yanıtlıyordum, “çocuk katlanamıyor! Unutması için birkaç ay geçmesi gerek.”

Sahap Ali’nin annesi öleli kahveci birkaç öteberisini de kahvehaneye taşımıştı. Baba oğul, geceli gündüzlü orada kalıyorlardı. Ben de bazen gece yarılarında kahvehaneden evime dönüyordum.

Bir süre geçti ancak Sahap Ali eski hâline dönmedi. Bana karşı davranışı her gün biraz daha kötüye gidiyordu. Dersleri pek dinlemiyor, daha öğreniyordu. Dışarıda başkalarına karşı önceden nasılsa öyle davranıyordu. Ama bana hiç yüz vermiyordu.

Ne kadar düşündüysem aklım bir yere varmadı. Annesinin ölümünden sonra neden Sahap Ali’nin benden hoşlanmadığını anlayamıyordum. Bazen kendi kendime, “Annesinin ölümünden beni mi sorumlu tutuyor acaba?” diyordum. Ama bu düşünce o kadar aptalca ve ilgisizdi ki üzerinde bile durmaya değmezdi.

Sahap Ali’nin annesi apandisitten öldü diye tahmin ediyordum. Yaşayabilmesi için acilen ameliyat olmalıydı.

Bir gün, derste turunç sözcüğüne rastladık. Çocuklardan sordum: “Aranızda turunç gören var mı?” Kimseden çıt çıkmadı. Boncuk Nine’nin torunu sanki bir şey diyecek gibi oldu ancak sustu.

Tekrar sordum: “Turuncun ne olduğunu kim biliyor?”

Yine kimseden ses çıkmadı. Boncuk Nine’nin torunu bir şey diyecek gibi oldu ama ağzı açılmıyordu.

“Haydar,” dedim, “bir şey söyleyeceksin galiba. Söyle bakalım. İstediğini söyle canım!”

Şimdi bütün gözler Boncuk Nine’nin torununa dönmüştü. Sadece Sahap Ali dinlemiyordu. Oralı bile olmadığını ima ederek gözlerini karatahtaya dikmişti. Turunç lafı açıldı açılalı Sahap Ali oturmuş, dosdoğru karatahtayı seyrediyordu.

Boncuk Nine’nin torunu, biraz da korku ve kuşkuyla: “Öğretmenim benim turuncum var!” dedi.

Kimse Haydar Ali’den böyle bir yanıt beklemiyordu. Bu yüzden herkes birden gülmeye başladı. Sahap Ali’nin de gözleri parladı ve elinde olmadan Boncuk Nine’nin torununa döndü. Herkes turuncun nasıl bir şey olduğunu merak ediyor, görmek istiyordu.

Sınıfın en yaramaz öğrencisi Sırık Ali, ayağa kalkarak: “Yalan söylüyor öğretmenin, turuncu varsa göstersin!” dedi.

Sırık Ali’yi yerinde oturttum ve “Kendisi zaten göstermek istiyor!” dedim.

Gerçekten de Boncuk Nine’nin torunu biyoloji kitabını çıkarmış, bir şeyin peşinde kitabın sayfalarını karıştırıyordu ancak bulamıyor ve durmadan: “Şimdi gösteririm. Kalple damar resimlerinin ortasına koymuştum,” diyordu.

Boncuk Nine’nin torununun kitabını aldım. Şimdi herkesin gözü benim ellerimin üzerindeydi. Sahap Ali’nin gözleri bile… Herkes turuncun nasıl bir şey olduğunu anlamak istiyordu. Ben de Sahap Ali’nin sevgi ve ilgisini çekebildiğim için içten içe sevinçliydim. Anlayamadığım şuydu: Sahap Ali’nin bana karşı ilgisini çeken neydi? Acaba sadece turuncun ne biçimde bir şey olduğunu mu görmek istiyordu?

Haydar Ali’nin kitabında, kalp ve damar resimlerinin bulunduğu sayfayı buldum. O iki sayfayı herkese gösterdim. Tabii turunç falan yoktu ama her iki sayfada da sarımsı renkte bir leke göze çarpıyordu.

Herkesten önce Sahap Ali ayağa fırladı ve kitaba baktı, sonra da benim konuşmamı bekledi. Kitabın ortasından turunç kokusu geliyordu. O ana kadar aklıma gelmeyen bir şeyi anımsadım. Sahap Ali’nin annesinin ölümünden birkaç gün sonra turuncu Boncuk Nine’ye vermiştim. Saklasın diye, birisinin ihtiyacı olur diye…

Boncuk Nine, köyün aksaçlısıydı. Halk onun bütün ilaçları, dermanları bildiğini söylerdi. Ebelik de yapardı. Boncuk Nine, torunu Haydar Ali ile birlikte yaşardı ve dünyada ondan başka kimsesi yoktu. Bu yüzden de Haydar Ali’ye köyde hepimiz Boncuk Nine’nin torunu derdik. Adıyla pek çağırmazdık. Turuncu, Boncuk Nine’nin oğluna verdiğimi anımsadığımda Haydar Ali’nin kitabındaki o sarı lekenin de turunç kabuğundan olduğunu anladım. Boncuk Nine, turuncu torununa vermiş, o da kitabının arasına yerleştirmiş. Ben de okula gittiğim yıllarda hoş koksun diye kitabımın ortasına turunç kabuğu, portakal kabuğu koyardım.

Boncuk Nine’nin torunu kitabın arasında bir şey olmadığını görünce çok değerli bir şeyini kaybetmiş gibi ağlamaya başladı ve dedi ki: “Öğretmenim benim turuncumu almışlar!”

Ben teker teker çocukların yüzüne baktım. Hangisi Haydar Ali’nin turuncunu almış olabilir? Sırık Ali mi? Tahir? Sahap Ali? Hangisi?

Boncuk Nine’nin torununu sakinleştirerek: “Dur hele ağlama, düşünelim bakalım ne yapmışsın! Belki de kaybetmişsin!” dedim.

Boncuk Nine’nin torunu: “Hayır öğretmenim! Bu sabah gördüm, yerindeydi. Öğlen de eve gitmedim,” dedi.

Doğru söylüyordu. Tahir’in annesinin önceki geceden doğum sancısı başlamıştı ve Boncuk Nine de onun yanındaydı, böylece Haydar Ali de mecburen okulda kalmıştı.

Çocuklara: “Bakın çocuklar, Haydar Ali’nin turuncundan kimin haberi varsa kendisi söylesin. Biz birbirimize yalan söylemeyiz ya… Biz birbirimizle arkadaşız. Biz; bize düşman olan, güvenmediğimiz kimselere yalan söyleriz,” dedim.

Sahap Ali dört gözle kulak kesilmiş, dinliyordu. Tekrar söyledim: “Pekâlâ… Turuncu kimin aldığı hâlâ belli olmadı çocuklar!”

Bir süre kimseden ses çıkmadı. Sonra Sırık Ali parmak kaldırarak: “Öğretmenim ben aldım. Ama artık bende değil!” dedi.

“Ona ne yaptın?” dedim.

Sırık Ali: “Kahraman’a verdim. Kitabını hoş koksun diye. O diyor ki bende değil. Geri verdim diyor,” dedi.

Kahraman ayağa kalkarak: “Öğretmenim doğrusunu isterseniz yarısı bende!” dedi.

“Diğer yarısı nerde?” dedim.

Kahraman: “Diğer yarısını Tahir’e verdim,” dedi.

Kahraman, matematik kitabının ortasından küçük bir parça turunç kabuğunu alarak getirip masama koydu. Turunç kabuğu, saksı gibi sertleşmişti. Bütün gözler Tahir’in yüzünden benim masaya döndü. Hepsi de ona dokunup onu koklamak istiyordu. Sınıf defterini kabuğun üzerine koydum ve Tahir’e döndüm. Tahir, elinde olmadan ayağa kalktı: “Öğretmenim ben o yarının yarısını verdim. Diğer yarısını da Tallaloğlu’na verdim,” dedi.

Tahir de biyoloji kitabının ortasından daha küçük bir parça turunç kabuğunu çıkarıp bana verdi. Böylece turunç kabuğu beş, altı kez bölünmüş ve son kişiye bir parmak ucu kadar küçücük bir parça kalmıştı.

Turunç kabuğunun her parçasının bulunmasıyla Boncuk Nine’nin torunu daha keyifleniyordu. Ama Sahap Ali konuşmadan ya da gülmeden dikkatle turunç kabuklarını takip ediyor ve işin sonunda ne olacak diye bekliyordu.

Ne yapabilirim diye parçaların hepsini avucumun içine doldurdum. Öncelikle çocuklara bunun turunç değil, turunç kabuğunun bir parçası olduğunu anlatmalıydım. Ama Sahap Ali bana fırsat vermedi. Ayağa kalktı, hırsla ve öfkeyle elime yumruk attı. Turunç kabuğunun her bir parçası bir yana fırladı. Birkaç kişi sıraların altından toplamaya başladı ancak benim çağırmamla hepsi sıraların altından çıktı, sessiz sedasız yerlerine oturdu. Çok kızdığımı, her an birine vurabileceğimi sanmışlardı. Sahap Ali yerine döndü ve ağlamaya başladı. Öyle bir ağlama ki neredeyse bütün sınıfı ağlatacaktı.

Gece, müşterilerin hepsi gidinceye kadar kahvehanede oturdum. Sadece ben, kahvenin sahibi, bir de Sahap Ali kaldık. Artık ipin ucunu yakaladığımı düşünüyordum. Biraz dikkatle sorunu çözebilecektim. Yani Sahap Ali’nin bana surat asmasının, benimle küs olmasının turunç kabuğuyla bir çeşit ilgisi vardı ama nasıl? Bunu tam olarak anlamış değildim daha.

Sahap Ali bankta oturmuş, kitabına eğilmiş; ders çalışıyormuş, okul işleriyle uğraşıyormuş gibi yapıyordu. Ama benim konuşmamı beklediğini çok iyi biliyordum. Kahvehane tenhalaşınca: “Nasılsın Sahap Ali?” dedim. Yanıtlamadı. Kahveci: “Oğlum, Öğretmen Bey sana soruyor!” dedi.

Sahap Ali başını azcık kaldırarak: “İyiyim,” dedi.

Ona: “Sahap Ali, bu sefer şehre indiğimde sana turunç almamı ister misin?” dedim.

Bunu sırf o konuşsun diye söylemiştim, başka bir maksadım yoktu. Kahveci bir şey söylemek isterken ben kendisinden bize karışmamasını rica ettim. Sahap Ali sustu. Ben tekrar sordum: “Sahap Ali, turunç istemiyor musun?”

Sahap Ali birden top gibi patladı: “Doğru söylüyorsun madem, neden annem öldüğünde getirmedin? Sen turuncu getirseydin annem ölmezdi!”

Sahap Ali içini döktü, sonra da başladı ağlamaya. Nuruş Bey ne yapacağını bilemiyordu. Oğlunu mu sakinleştirsin, benden özür mü dilesin yoksa kendi gözlerine dolan gözyaşını mı silsin, kalakalmıştı!

Şimdi yapmam gereken, Sahap Ali’yi turunç kabuğunun annesinin ölümünü önleyemeyeceğine ikna edip inandırmamdı. Ama bu çok zor bir işti!”

Vatan haini!

خائن به وطن

شعر ناظم حکمت

ترجمه: هاشم خسروشاهی

آهنگساز: فاضل سای

دکلمه: گنجو ارکال

«ناظم حکمت خیانت به میهن را ادامه می‌دهد هنوز هم.

حکمت گفت که ما نیمه مستعمره امپریالیسم آمریکا هستیم

ناظم حکمت خیانت به میهن را ادامه می‌دهد هنوز هم.»

اینها در روزنامه‌ای در آنکارا منتشر شد، در سه ستون

با فریاد پونتوهای سیاه ظلمانی

در روزنامه‌ای در آنکارا، کنار عکس دریانورد ویلیامسون

در چارچوبی 66 سانتی می‌خندد، دهانش تا بناگوشش دریانورد آمریکائی

آمریکا 120 میلیون لیره یاری رسانده به بودجه کشور، 120 میلیون لیر.

«ما نیمه مستعمره آمریکا هستیم گفت حکمت.

ناظم حکمت خیانت به میهن را ادامه می‌دهد هنوز هم.»

آری! من خائن به میهنم، اگر شما وطن‌پرورید، میهن‌دوست هستید اگر شما، من خائن به میهنم، من خائن به میهنم.

اگر وطن مزارع شماست

اگر وطن آنچه که درون صندوق‌هاتان و دفاتر چک‌هاتان است

میهن اگر نفله شدن از گرسنگی در کنار شوسه‌هاست

میهن اگر مثل سگ در سرما لرزیدن و از تب‌لرز به خود پیچیدن است بنویسید

اگر خون سرخ‌مان را در کارخانه‌هاتان نوشیدنتان است میهن

میهن اگر رساله‌های مذهبی‌تان، باطوم‌های پلیس

و اگر میهن پایگاه‌های آمریکا، بمب‌های آمریکا

تسلیحات، توپ و تفنگ آمریکاست

میهن اگر رهائی نیافتن از تاریکی پوسیده‌تان است

من خائن به میهنم

بنویسید در سه ستون با پونتوهای سیاه ظلمانی:

ناظم حکمت خیانت به میهن را ادامه می‌دهد نوز هم!  

çoklarının kesilmiş gırtlağıyım!

söyleyen: Aida Amidi

14/01/1982, Tahran

Mart 2022


[1] İran İstihbarat Bakanlığı tarafından kaçırılarak Aralık 1999 tarihinde katledilen İran Yazarlar Birliği üyesi yönetim kurulu üyesi, filozof, şair Mohammed Mohtari.

[2] İran İstihbarat Bakanlığı tarafından Aralık 1999 tarihinde kaçırılarak katledilen İran Yazarlar Birliği üyesi, sosyolog, çevirmen, yazar Mohammed Cefer Puynedeh

[3] İran emniyet güçleri tarafından Ekim 1997 tarihinde evinde katledilen İran Yazarlar Birliği üyesi, üniversite öğretim üyesi, şair, yazar Gaffar Hüseyni

[4] Bektaş Abtin. İran Yazarlar Birliği Yönetim Kurulu üyesi. Şair. Mahpus. Hapisteyken Covid-19’a yakalandı. Durumu ağırlaşınca ancak hastaneye kaldırıldı. Hastanede ayak bileklerinden yatağa zincirlendi. Ve o halde hayatını kaybetti.

giderim hiç gelmemiş gibi…


[1] Alıntı dize.

sana vasiyetimdir çocuğum…