Azalya, başını masaya dayadı ve çok geçmeden uyku göz kapaklarına dayandı, ayaklarının altındaki toprak yumuşadı, alnının altındaki eli ve dayandığı masa derinleşti. Kendini, resimdeki kadının açık avuçlarından başlayan, üzerinde asılı durduğu boşluğa bıraktı.
“Sen kimsin?”
“Sen kimsin?”
“Ben Rana…”
“Ha ha… Ne hoş bir isim…”
“Ya sen kimsin?”
“Ben Azalya!”
“Aaaaa! Olamaz!”
“Neden olamazmış?”
“Seni tanıyorum.”
“İlginç!”
“İlginç! Şu anda senin öykünü okuyorum. Yaaa! Ne kadar acı bir hikâyen varmış senin!”
“Nasıl acı?”
“Bilmiyor musun?”
“Neyi?”
“Kendi öykünü.”
“Ne olmuş ki bana?”
“Ailen, evin… Hem o kadar sevdiğin erkek… Aquilla, tapınağı sana yeğledi ya… Sonra… Yani çok acı çekmişsin…”
“Ya? Olanları biliyorum… Ya sonra?”
“Sonrasını okumadım daha…”
“Nasıl yani? Sen herkesin kaderini okur musun?”
“Hayır öyle değil!”
“Ya nasıl?”
“Bir kitap okuyorum… Senin hayatını anlatan bir kitap!”
“İlginç! Okumuş olsaydın, bana geleceğimden haber vermiş olurdun öyle mi?”
“Şimdiki sana göre, yani o zamandaki, öyküdeki banyo yaptıktan sonra Aquilla’yı beklerkenki sana göre öyle…”
“Geleceğimi bilemezsin… Sadece kaderleri çizen… Sadece Tanrı bilir geleceği…”
“Bu bir öykü…”
“Ne yani… Benim tüm acılarım bir masal mı? Bir hiç mi?”
“Hiç değil tabii… Sen bir öykünün gerçeğisin… Acıların gerçek tabii ki… Ama ne bileyim…”
“Ne fark eder!”
“Ne bileyim!”
“Bir öyküyse peki, benim bu çektiklerim ne olacak? Kim verecek bunun hesabını?”
“Bana niye kızıyorsun?”
“Hayır, kızmıyorum… Zaten kime kızmam gerektiğini de bilmiyorum.”
“Hikâyeni bilemiyorum.”
“Hem bilemezsin; çünkü, öykü bitince oradakilere ne oluyor, onu da bilemezsin. Biliyor musun? Orada bekliyorlar mı yani? Sen öyküde değilsin ki bilesin!”
“Kitabı bitirdiğimde senin öykün de son bulacak… Ama öykü bittiğinde sana ne olacağını, yani sonra ne olup biteceğini bilebilmem için kitabı okumalıyım! Okuyup kapadıktan sonra ne olacak, onu bilemem!”
“Ha ha! Ne kadar ilginç… Yani sen şimdi kitabı okumuş olsaydın, benim bilmediğim kaderimin ne olacağını bana söyleyebilirdin… Bitirince de ben bitmiş olacağım, öyle mi?”
“Bu çok korkunç… Yani, senin ruhun ölümsüzleşiyor… Yani, amaaan ne bileyim ben!”
“Sonsuz acılar… Ben bu öyküden kaçamaz mıyım?”
“Ama seni yazan da başka bir öykü içinde yazmıştır seni belki.”
“Kaderimi okusana!”
“Kitap uçakta kaldı… Yani ben uçaktaydım. Şimdi de orada olmalıyım. Öykünü orada okudum.”
“Uçak da ne? Kim yazmış benim öykümü?”
“Ben, kentimden kaçıyorum. Uçakla… Uçuyorum!”
“Aaaaaaa! İlginç! Sen uçuyor musun? Yani, sen de bir çeşit meleksin! Hem, benim gibi memleketinden kaçıyorsun ha? Bana da melek diyorlar…”
“Evet… Ama ben melek falan değilim!”
“Ben de değilim; ama onlar bana sürekli ‘melek’ diyorlar! Aquilla’ya da defalarca söyledim melek olmadığımı; ama… Öykümün neresindesin? Yani, tapınağın olduğu kentten ayrıldıktan sonra ne oldu bana biliyor musun?”
“Sen kentten ayrılmak üzeresin… Tam Aquilla’dan ayrılıp o kentten gitmek istediğin yerdeyim. Ben de merak ediyorum. Daha okumadım.”
“İlginç! Aquilla ha?”
“Evet…”
“Bir şey kafamı kurcalıyor… Adın neydi senin?”
“Rana!”
“Ha, evet Rana! Ben senin öykünü okumadığıma göre, seni rüyamda görüyor olmalıyım.”
“Ya da sen benim rüyama geldin! Olamaz mı?”
“Ya da sen benim!”
“Nasıl olur bu? Bir kere, sen çok uzun bir zaman önce vardın… Yani var mıydın yok muydun onu da bilmiyorum. Sen uzun bir zaman önce bir öyküde yaşamışsın… Hayır, ben senin rüyana gelemem.”
“Benim düşüme hangi kapıdan girdin Rana?”
“Bunu sana, o ihtiyar topal öğretti değil mi? Rüyanın kapıları! Ben, Tahran’da doğduğuma göre, senin girdiğin kapıdan çıkmış olamam!”
“Ya ben senin gerçeğinsem?”
“Senin gözlerine geri dönmeliyim o zaman Azalya!”
“Yollar, senin düşlerinden başlar.”
“Yangın, harman yerini sarar gibi sardı düşlerimi.”
“Ve bir gün, beni görmek için ruhun tenini terk ettiğinde geri dönmediğini söyle bana!”
“Ben, senin masalınla mı geri dönmekteyim tenime?”
“Ne kadar acı! Sen uyandığında yok olacağım.”
“Beni düşleyerek yarattığını, ilkin o geyikli bahçede söylemiştin.”
“O zaman ‘ben’ yoktu ki, yaseminlerle sarılmıştık.”
“Aaah, her şey bir çırpıda nasıl da yok oluverecek! Bir el çırpması, bir göz kırpması…”
“Bizler, birer incirdik.”
“Ve sen, evreni ağzında taşıyordun.”
“Benim ağzımdan evrenin salkımlarını kimse dermedi.”
“Evet… Evet. Bu bir tesadüftü. Biliyorum ne yazık ki! Ancak, rastlantıların ışığı, ilişkilerin bilge düzeni sonucunda yollarımızı aydınlatıyor… Bunu ancak aptallar yadsır.”
“Usun zincirlerine boyun eğmeseymişim keşke. Aşk, ey zehirli meyve, keşke çürütmeseydin inançlarımı; keşke ruhuma kanat vermeseydin.”
“Ben, sana dönerek aşkımı bulmalıyım. Aşk, aşk, ah ey o ilk gülüş, ilk gözyaşları…”
[1] Tahran’ın Beheşt Zehra mezarlığında, mezarda yaşayan üç adam mezarda yaşayan Süreyya adlı bir kadının yanına gitmiş. Kadın şiddetle aç olduğundan onlardan yiyecek talep etmiş. Kadın bir sandviç karşılığında üç adamla yatmaya razı olmuş. Bu konu haber sitelerinde yayımlanmıştır.
[2] Leyla Vasiki, Ekim 2019 halk protestolarına kurşun emri veren vali Kuts ilinin valisi.
[3] Nikta Esfendani, Ekim 2019 halk protesto gösterilerinde kafasına isabet eden kurşunla katledilen 14 yaşında kız çocuğu.
22 Temmuz 2024’te kaybettiğimiz Ferit Edgü’nün, ilk baskısı 1977’de yayımlanan “Hakkari’de bir mevsim” adlı kitabında yer alan bir öyküsünde bir anlatı var:
“‘Hoca, benim kardeş hasta diyor. Nesi var, diyorum. Ateşi var çok, diyor. Ölecek. İlaç vereyim mi, diyorum. Hayır, portakal ver, diyor. Portakal yememiştir hiç.”
Bu anlatıyı okuduğumda Samed Behrengi’nin 1968 yılında yazmış olduğu Turunç Kabuğu adlı öyküsü aklıma geldi. Çok çarpıcı bir öyküdür.
Çevirdiğim bu öyküyü burada veriyorum:
“Evet, suç benimdi. Pazar günü olmasına karşın, şehirde kalmaya mecbur olduğum için suç benimdi. Belki karın ağrısına yakalanan kahvecinin karısının suçuydu… Hayır, değildi! Ne benim ne de onun suçuydu! Konu bu kadar basit değil. En iyisi ben olup bitenleri baştan size anlatayım, siz kendiniz karar verin suç kimin. Ortada bir suç varsa tabii.
Cumartesi günü, öğlen saatiydi. Kahvenin önünde dut ağacının yaydığı gölgede oturmuş, bozbaş yiyordum. Sonrasında caddenin başına gidecektim. Oradan da otobüs yakalayıp şehre inecektim. Okulu daha yeni tatil etmiştim. Anlamadım ne zaman Tahir, ne ara çarçabuk eve gitmiş, kitaplarını eve bırakmış, at arabasını havuzun kenarına getirmişti. Şimdi ata su veriyordu. Kabarmış ceplerinden durmadan ekmek çıkarıp yiyordu. Kahveci, boş bozbaş tasını önümden aldı ve oğlu Sahap Ali’ye benim için çay ve nargile getirmesini söyledi, sonra da gelip yanıma oturdu ve dedi ki:
“Öğretmen Bey, senden küçük bir ricam olacak.’
Ben de: “Rica ederim Nuruş Bey, emrin olur!” dedim.
Sahap Ali çayı getirdi ve nargileyi tutuşturmak için geri gitti. Kahveci, “Sahap Ali’nin annesinin,” dedi, “dün geceden beri karnı ağrıyor. Kıvranıp duruyor, dur durağı da yok! Kekik suyu verdik olmadı, zencefille nane demledik, yine olmadı. Boncuk Nine, şayet turunç kabuğunu demleyip içirirsek iyileşir demiş. Biliyorsun köyde turunç kabuğu bulunmaz. Benim bir parça vardı, geçenlerde bilmiyorum kime verdim. Öğretmen Bey, madem şehre iniyorsun zahmet olmazsa biraz turunç kabuğu alır getirir misin bize?”
Sahap Ali nargileyi getirip önüme bıraktı, kendisi de konuşulanları duymak için yanı başımda ayakta durdu. Ben: “Baş üstüne Nuruş Bey! Mutlaka bulur getiririm,” deyince Sahap Ali öyle sevindi ki, annesi iyileşmiş ayağa kalkmış, onun önünde duruyordu sanki!
Pazartesi sabah erkenden caddenin başında otobüsten indiğimde çantamda kocaman bir turunç vardı. Eskiler hep derler, turunç kabuğu çayı karın ağrısına bire birdir. Ama hangi karın ağrısı?
Caddenin başından hızlı adım yürüsen köye kadar kırk beş dakika sürerdi. Yürüyerek köye geldim. Önce kendi evime uğradım. Turuncu ve sınıfım için gerekli olan bir iki kitabı alarak dışarı çıktım. Ev sahibi avluda önümü kesti ve selamlaştıktan sonra: “Allah rahmet eylesin… Hepimiz gidiciyiz!” dedi.
Of of… Sahap Ali öksüz kalmıştı. Zavallı Sahap Ali! Bundan sonra okulda aç kalmayasın diye kim senin mendiline ekmek koyup okula gönderecek?
Turunç avucumda taş kesildi. Ağırlık yapmaya başladı.
“Ne zaman oldu?” diye sordum.
Ev sahibi: “Cumartesi gecesi… Gece yarısını az geçince. Dün toprağa verdik!” dedi.
Eve döndüm. Turuncu kitapların arkasında sakladım. Sonra da oradan çıkarıp yatağın bir köşesine tıkıştırdım. Sahap Ali ya da kahveci evime geldiklerinde turuncu görsünler istemiyordum.
Kahvehane birkaç gün kapalı durdu, sonra tekrar açıldı. Ama Sahap Ali on beş yirmi güne kadar dikkatini toplayamadı. Gülmeyi unutmuştu sanki. Oyun oynamıyordu. Sürekli düşünceliydi, dalgındı. Benimle hiç konuşmuyordu. Sanki yıllardır küstük. Kahvehaneye gittiğimde bile selamımı zoraki alıyordu.
Kahveci, Sahap Ali’nin bana karşı bu soğuk davranışından dolayı mahcup oluyordu. Bana: “Herkesle aynı. Sadece sana yapmıyor Öğretmen Bey!” diyordu.
Ben de: “Tabii ki,” diye yanıtlıyordum, “çocuk katlanamıyor! Unutması için birkaç ay geçmesi gerek.”
Sahap Ali’nin annesi öleli kahveci birkaç öteberisini de kahvehaneye taşımıştı. Baba oğul, geceli gündüzlü orada kalıyorlardı. Ben de bazen gece yarılarında kahvehaneden evime dönüyordum.
Bir süre geçti ancak Sahap Ali eski hâline dönmedi. Bana karşı davranışı her gün biraz daha kötüye gidiyordu. Dersleri pek dinlemiyor, daha öğreniyordu. Dışarıda başkalarına karşı önceden nasılsa öyle davranıyordu. Ama bana hiç yüz vermiyordu.
Ne kadar düşündüysem aklım bir yere varmadı. Annesinin ölümünden sonra neden Sahap Ali’nin benden hoşlanmadığını anlayamıyordum. Bazen kendi kendime, “Annesinin ölümünden beni mi sorumlu tutuyor acaba?” diyordum. Ama bu düşünce o kadar aptalca ve ilgisizdi ki üzerinde bile durmaya değmezdi.
Sahap Ali’nin annesi apandisitten öldü diye tahmin ediyordum. Yaşayabilmesi için acilen ameliyat olmalıydı.
Bir gün, derste turunç sözcüğüne rastladık. Çocuklardan sordum: “Aranızda turunç gören var mı?” Kimseden çıt çıkmadı. Boncuk Nine’nin torunu sanki bir şey diyecek gibi oldu ancak sustu.
Tekrar sordum: “Turuncun ne olduğunu kim biliyor?”
Yine kimseden ses çıkmadı. Boncuk Nine’nin torunu bir şey diyecek gibi oldu ama ağzı açılmıyordu.
Şimdi bütün gözler Boncuk Nine’nin torununa dönmüştü. Sadece Sahap Ali dinlemiyordu. Oralı bile olmadığını ima ederek gözlerini karatahtaya dikmişti. Turunç lafı açıldı açılalı Sahap Ali oturmuş, dosdoğru karatahtayı seyrediyordu.
Boncuk Nine’nin torunu, biraz da korku ve kuşkuyla: “Öğretmenim benim turuncum var!” dedi.
Kimse Haydar Ali’den böyle bir yanıt beklemiyordu. Bu yüzden herkes birden gülmeye başladı. Sahap Ali’nin de gözleri parladı ve elinde olmadan Boncuk Nine’nin torununa döndü. Herkes turuncun nasıl bir şey olduğunu merak ediyor, görmek istiyordu.
Sınıfın en yaramaz öğrencisi Sırık Ali, ayağa kalkarak: “Yalan söylüyor öğretmenin, turuncu varsa göstersin!” dedi.
Sırık Ali’yi yerinde oturttum ve “Kendisi zaten göstermek istiyor!” dedim.
Gerçekten de Boncuk Nine’nin torunu biyoloji kitabını çıkarmış, bir şeyin peşinde kitabın sayfalarını karıştırıyordu ancak bulamıyor ve durmadan: “Şimdi gösteririm. Kalple damar resimlerinin ortasına koymuştum,” diyordu.
Boncuk Nine’nin torununun kitabını aldım. Şimdi herkesin gözü benim ellerimin üzerindeydi. Sahap Ali’nin gözleri bile… Herkes turuncun nasıl bir şey olduğunu anlamak istiyordu. Ben de Sahap Ali’nin sevgi ve ilgisini çekebildiğim için içten içe sevinçliydim. Anlayamadığım şuydu: Sahap Ali’nin bana karşı ilgisini çeken neydi? Acaba sadece turuncun ne biçimde bir şey olduğunu mu görmek istiyordu?
Haydar Ali’nin kitabında, kalp ve damar resimlerinin bulunduğu sayfayı buldum. O iki sayfayı herkese gösterdim. Tabii turunç falan yoktu ama her iki sayfada da sarımsı renkte bir leke göze çarpıyordu.
Herkesten önce Sahap Ali ayağa fırladı ve kitaba baktı, sonra da benim konuşmamı bekledi. Kitabın ortasından turunç kokusu geliyordu. O ana kadar aklıma gelmeyen bir şeyi anımsadım. Sahap Ali’nin annesinin ölümünden birkaç gün sonra turuncu Boncuk Nine’ye vermiştim. Saklasın diye, birisinin ihtiyacı olur diye…
Boncuk Nine, köyün aksaçlısıydı. Halk onun bütün ilaçları, dermanları bildiğini söylerdi. Ebelik de yapardı. Boncuk Nine, torunu Haydar Ali ile birlikte yaşardı ve dünyada ondan başka kimsesi yoktu. Bu yüzden de Haydar Ali’ye köyde hepimiz Boncuk Nine’nin torunu derdik. Adıyla pek çağırmazdık. Turuncu, Boncuk Nine’nin oğluna verdiğimi anımsadığımda Haydar Ali’nin kitabındaki o sarı lekenin de turunç kabuğundan olduğunu anladım. Boncuk Nine, turuncu torununa vermiş, o da kitabının arasına yerleştirmiş. Ben de okula gittiğim yıllarda hoş koksun diye kitabımın ortasına turunç kabuğu, portakal kabuğu koyardım.
Boncuk Nine’nin torunu kitabın arasında bir şey olmadığını görünce çok değerli bir şeyini kaybetmiş gibi ağlamaya başladı ve dedi ki: “Öğretmenim benim turuncumu almışlar!”
Ben teker teker çocukların yüzüne baktım. Hangisi Haydar Ali’nin turuncunu almış olabilir? Sırık Ali mi? Tahir? Sahap Ali? Hangisi?
Boncuk Nine’nin torununu sakinleştirerek: “Dur hele ağlama, düşünelim bakalım ne yapmışsın! Belki de kaybetmişsin!” dedim.
Boncuk Nine’nin torunu: “Hayır öğretmenim! Bu sabah gördüm, yerindeydi. Öğlen de eve gitmedim,” dedi.
Doğru söylüyordu. Tahir’in annesinin önceki geceden doğum sancısı başlamıştı ve Boncuk Nine de onun yanındaydı, böylece Haydar Ali de mecburen okulda kalmıştı.
Çocuklara: “Bakın çocuklar, Haydar Ali’nin turuncundan kimin haberi varsa kendisi söylesin. Biz birbirimize yalan söylemeyiz ya… Biz birbirimizle arkadaşız. Biz; bize düşman olan, güvenmediğimiz kimselere yalan söyleriz,” dedim.
Sahap Ali dört gözle kulak kesilmiş, dinliyordu. Tekrar söyledim: “Pekâlâ… Turuncu kimin aldığı hâlâ belli olmadı çocuklar!”
Bir süre kimseden ses çıkmadı. Sonra Sırık Ali parmak kaldırarak: “Öğretmenim ben aldım. Ama artık bende değil!” dedi.
“Ona ne yaptın?” dedim.
Sırık Ali: “Kahraman’a verdim. Kitabını hoş koksun diye. O diyor ki bende değil. Geri verdim diyor,” dedi.
Kahraman ayağa kalkarak: “Öğretmenim doğrusunu isterseniz yarısı bende!” dedi.
“Diğer yarısı nerde?” dedim.
Kahraman: “Diğer yarısını Tahir’e verdim,” dedi.
Kahraman, matematik kitabının ortasından küçük bir parça turunç kabuğunu alarak getirip masama koydu. Turunç kabuğu, saksı gibi sertleşmişti. Bütün gözler Tahir’in yüzünden benim masaya döndü. Hepsi de ona dokunup onu koklamak istiyordu. Sınıf defterini kabuğun üzerine koydum ve Tahir’e döndüm. Tahir, elinde olmadan ayağa kalktı: “Öğretmenim ben o yarının yarısını verdim. Diğer yarısını da Tallaloğlu’na verdim,” dedi.
Tahir de biyoloji kitabının ortasından daha küçük bir parça turunç kabuğunu çıkarıp bana verdi. Böylece turunç kabuğu beş, altı kez bölünmüş ve son kişiye bir parmak ucu kadar küçücük bir parça kalmıştı.
Turunç kabuğunun her parçasının bulunmasıyla Boncuk Nine’nin torunu daha keyifleniyordu. Ama Sahap Ali konuşmadan ya da gülmeden dikkatle turunç kabuklarını takip ediyor ve işin sonunda ne olacak diye bekliyordu.
Ne yapabilirim diye parçaların hepsini avucumun içine doldurdum. Öncelikle çocuklara bunun turunç değil, turunç kabuğunun bir parçası olduğunu anlatmalıydım. Ama Sahap Ali bana fırsat vermedi. Ayağa kalktı, hırsla ve öfkeyle elime yumruk attı. Turunç kabuğunun her bir parçası bir yana fırladı. Birkaç kişi sıraların altından toplamaya başladı ancak benim çağırmamla hepsi sıraların altından çıktı, sessiz sedasız yerlerine oturdu. Çok kızdığımı, her an birine vurabileceğimi sanmışlardı. Sahap Ali yerine döndü ve ağlamaya başladı. Öyle bir ağlama ki neredeyse bütün sınıfı ağlatacaktı.
Gece, müşterilerin hepsi gidinceye kadar kahvehanede oturdum. Sadece ben, kahvenin sahibi, bir de Sahap Ali kaldık. Artık ipin ucunu yakaladığımı düşünüyordum. Biraz dikkatle sorunu çözebilecektim. Yani Sahap Ali’nin bana surat asmasının, benimle küs olmasının turunç kabuğuyla bir çeşit ilgisi vardı ama nasıl? Bunu tam olarak anlamış değildim daha.
Sahap Ali bankta oturmuş, kitabına eğilmiş; ders çalışıyormuş, okul işleriyle uğraşıyormuş gibi yapıyordu. Ama benim konuşmamı beklediğini çok iyi biliyordum. Kahvehane tenhalaşınca: “Nasılsın Sahap Ali?” dedim. Yanıtlamadı. Kahveci: “Oğlum, Öğretmen Bey sana soruyor!” dedi.
Sahap Ali başını azcık kaldırarak: “İyiyim,” dedi.
Ona: “Sahap Ali, bu sefer şehre indiğimde sana turunç almamı ister misin?” dedim.
Bunu sırf o konuşsun diye söylemiştim, başka bir maksadım yoktu. Kahveci bir şey söylemek isterken ben kendisinden bize karışmamasını rica ettim. Sahap Ali sustu. Ben tekrar sordum: “Sahap Ali, turunç istemiyor musun?”
Sahap Ali birden top gibi patladı: “Doğru söylüyorsun madem, neden annem öldüğünde getirmedin? Sen turuncu getirseydin annem ölmezdi!”
Sahap Ali içini döktü, sonra da başladı ağlamaya. Nuruş Bey ne yapacağını bilemiyordu. Oğlunu mu sakinleştirsin, benden özür mü dilesin yoksa kendi gözlerine dolan gözyaşını mı silsin, kalakalmıştı!
Şimdi yapmam gereken, Sahap Ali’yi turunç kabuğunun annesinin ölümünü önleyemeyeceğine ikna edip inandırmamdı. Ama bu çok zor bir işti!”
[1] İran İstihbarat Bakanlığı tarafından kaçırılarak Aralık 1999 tarihinde katledilen İran Yazarlar Birliği üyesi yönetim kurulu üyesi, filozof, şair Mohammed Mohtari.
[2] İran İstihbarat Bakanlığı tarafından Aralık 1999 tarihinde kaçırılarak katledilen İran Yazarlar Birliği üyesi, sosyolog, çevirmen, yazar Mohammed Cefer Puynedeh
[3] İran emniyet güçleri tarafından Ekim 1997 tarihinde evinde katledilen İran Yazarlar Birliği üyesi, üniversite öğretim üyesi, şair, yazar Gaffar Hüseyni
[4] Bektaş Abtin. İran Yazarlar Birliği Yönetim Kurulu üyesi. Şair. Mahpus. Hapisteyken Covid-19’a yakalandı. Durumu ağırlaşınca ancak hastaneye kaldırıldı. Hastanede ayak bileklerinden yatağa zincirlendi. Ve o halde hayatını kaybetti.
(Bu yazımı ufak tefek değişiklikler yaparak yeniden yayınlıyorum)
Çocuğum sana bir vasiyetim var. Çocuklar babalarının, büyüklerinin vasiyetini, öğütlerini sevmezler bilirim. Ama ben yine de söyleyeceğim. Biliyorum hoşlanmasan da okuyacaksın. Şimdi unutsan da bir gün anımsayacaksın. O zaman ikimiz de aynı kadehi paylaşmış olacağız!
Bize sakın boyunuzdan büyük işlere kalkışmayın diye dediler, kimi zaman öğüt verir gibi, kimi zaman tehdit ederek. Bizden bir bölümümüz boyumuzun ölçüsünü bile bilmiyorken evet dedik, olur dedik. Bize budur dediler. Boyunuz bu kadardır dediler. Bir gün baktık ve gördük ki hep budamışlar bizi ve bodur bırakmışlar. Dilimizi budamışlar, cesaretimizi budamışlar, yüreğimizi budamışlar, ruhumuzu budamışlar ve irademizi… güneşi emecek bütün yeşil yapraklarımızı budamış yolmuş yere dökmüşler. Gördük ki talan edilmişiz, vurgun yemişiz. Bir gün baktık ve gördük ki boyumuzdan büyük işlere kalkışmak istesek de ölçümüz güneşi yutmaya yetmeyecek artık. Geç olmuştur artık.
Birilerimiz o büyük yalanı görmedi… Onu keşfetmek sana düşer. “Evet” ve “Olur” diyenlerden bir kısmı bakamadı bile, göremedi bile… Onlar sandılar ve inandılar ki hayat budur… Kurtçuklar kendi çukurlarındaki bir avuç çamurlu suyu dünyanın tümü olarak algılar çünkü… Onların dünyası işte o kadardır… Bize boyumuzun bu olduğunu tembihlediler, tehdit ettiler!
Ama birilerimiz “Hayır” demenin ne denli onurlu olduğunu bildi. “Hayır” demenin ne denli cesaret istediğinin, tehlikeler barındığının hesabını gitmeden. Onlar “Hayır!” dediler. Onlar boylarından büyük işlere kalkıştılar. Ah çocuğum onlar ne güzeldiler. Onlar servilere örnektiler. Onlar güneşe komşuydular. Kimisini astılar, kimisini hapislerde çürüttüler, kimisini kurşuna dizdiler avlularda, dağ eteklerinde ya da, kimilerini yüksek binalardan attılar, kimisini boğup çöllere, göllere, tuzlu kum denizlerine attılar!
Birilerimiz boylarından büyük işlere, dünyayı değiştirmeye, daha güzeli yaratmaya kalkıştılar… Onlara deli dediler, ruh hastası dediler, onları umursamadılar, adamdan saymadılar, hor görüp tekmelediler… Rüzgârda kızıl bayrak gibi dalgalanan o insanlar güzeldiler. Onlar ateş cinsindendiler. Toprağa indiler. Onlar geldiler, insanlığın kulağına eşitliğin, adaletin, mutluluğun şarkılarını fısıldadılar ve gittiler. Kimileri onların güzelliklerini, ışıltılarını görecek boyda bile olamadılar…
Hatırlarsan Mozart’ın cesedini yoksullar mezarlığında toplu bir mezara attılar. Nice şairler, ressamlar, yazarlar, müzisyenler, bilim insanları, mimarlar, filozoflar bizi tehdit edenlere rağmen hayatımızı güzelleştirdiler. Onlar bizi mağaradan kurtardılar ve kendileri için hiçbir şey istemediler.
Canım evladım; sana ve senin gibi genç insanlara her şeyin para olduğunu öğütlerler. Paranın tanrıdan bile güçlü olduğunu söylerler. Çünkü buna inanırlar. Sana ve senin gibi genç insanlara daha fazla para elde etmek için uğraşmanız gerektiğini söylerler. Seni çılgın bir tüketim çarkında tüketip yok etmek isterler. Bilmelisin ki bu yolda nice insanlar senin üzerine basarak yükselir ve sen de yükselmek için nice insanları ezmeyi normal bilecek duruma düşersin. Ama bir gün göreceksin ki güç onlardadır. Göreceksin ki onların özendirdiği ve senin ömrünü tüketerek varmaya çalıştığın ancak sonunda vardığın bir hiçtir, kavuştuğun sadece onların bir çölde gösteriye çıkardıkları vahadır, seraptır. Onlar sanrılar yarattılar, tanrılar yarattılar ve aldatarak, korkutarak hükümlerini yürüttüler. Göreceksin ki senin elde ettiğin onların serpiştirdikleri atıklardır!
Çocuğum sana vasiyetim budur: Hep boyundan büyük işlere kalkış! Dünyayı onların ellerinden al! Hep güneşi düşün! Ayakta dik durma erdemini bir an bile unutma! Ama bil ki ayakta durmak düşme tehlikesini göz önünde bulundurmadan olmaz. Ayakta durma riskini al ve yükseklerin temiz havasını içine çek, boylu kayın ağaçları gibi ışığı em ve yaşamın biricik ve güzel olduğunu bilerek yaşa! Ve unutma ki düşmek ayakta duranlara mahsustur, zira sürünenler asla düşmezler! Sana vasiyetim ayakta durmandır, hayır demeyi unutmaman, soru sormayı unutmaman, sorgulamayı unutmaman ve o büyük yalanı keşfetmendir.
Çocuğum duvarları kabul etme, kabukları kabul etme! Bu ev, bu şehir, bu ülke, bu kıta ve yeryüzü sana dar gelecek. Gelsin. Sen muazzam kâinatı düşün, ona saygılı ol. Bu kandırılmış, kendi cehaletinde boğulmaya terk edilmiş, varı yoğu çalınmış ve çalınmışlığına şükretmeyi öğretilmiş bu zavallı güzel insanı sev! Rüzgârı sev, dağı, denizi, ovayı sev, geceyi, gündüzü sev, çiçeği, böceği, uçanı, yüzeni sev… Onları sev zira doğa sana değerli yaşamanın sırrını açık edecek, sana öğretecek. Unutma ki yaşam sana verilmiş bir hediyedir. Yaşam her gün biraz daha bitmeye yaklaşan tek mucizendir senin, onun her anının değerini bil. Acılar ve sevinçler dolu bu uçarı güzelliğin değerini yeniden yaratarak bil. Doğa bunu da sana öğretecek.
Sana büyük sırrı keşfetmeyi ve görmeyi de öğütlüyorum. Ellerimiz hep boş görünse de onların boş olmadığını unutmamanı öğütlüyorum.