Yazar: Haşim Hüsrevşahi
Bir Törenin Ardından…
İki yılı aşkın bir zaman önce yazdığım bu anımı bugün yeniden okuduğumda paylaşmak geçti içimden.
*
Ankara Tabip Odası’nın girişimi ile 22 Mart 2024 Cuma günü, hizmetlerinin 40, 50 ve 60 yılını dolduran hekimlere özel Hizmet Plaketi töreni düzenlendi. Aylar öncesinden haberimiz vardı. İlk günden itibaren tuhaf bir heyecan kaplamıştı içimi. Törene birkaç gün kala ne yazık ki iki sınıf arkadaşımızı daha kaybettik, çok acı duyduk.
Şimdi törenin üzerinden dört gün geçiyor. Düşünüp durdum ne yazsam, nasıl yazsam? Kolay mı?
Karadeniz Ereğli’den geliyordum. Eşimle. O da Ankara Üniversitesi mezunu. Ankara’ya yaklaşınca kar lapa lapa yağmaya başladı. Aynı duyguya kapıldık. Eski Ankara’nın karlı kış aylarını özlemişiz meğer. Öğrencilik yıllarımızda kış günleri dolmuş bulamadığımızda ev arkadaşlarımızla Ayrancı’dan Kızılay’a, Sıhhiye’ye yürürdük.
Bir yıldız kaydı, bir dahi göçtü!
Dünyaya vasatlık egemen olmuştur; Vasat düşünceler, vasat hükümetler, vasat sanat, vasat edebiyat, vasat inanışlar… Garip denecek ölçekte kirletilen dünyanın bu hali doğal diye yansıtılan günümüzdeki toplumlara sıradanlık, tekdüzelik, düzeysizlik, düşünceden yoksunluk dayatılmıştır. Estetikten ve doğanın yansıması olan yaşamın farklı biçim, renk ve gönderilerinden oluşan algılardan, anlamlardan ve devinimlerden yoksunluk toplumlara pompalanmaktadır. İnsanoğlu, onun temel özelliklerinden biri olan doğayla iç içelikli yaratıcılıktan da uzaklaştırmış, yabancılaştırmıştır. Devletler yanında savaşlar, soykırımlar sıradan organize, sistematik ve planlı bir eylem olmuştur. İnsanları toplu halde aç ve susuz bırakıp öldürmek birilerinin hakkı diye tanınmıştır. Bu insanlıktan uzaklaşıp yabancılaşan dünyada, insanlar böcekten öte bir şey olarak görülmemekte bu devletler ve o devletlere egemen sermaye nezdinde. Ve insanlar bu tsunami dalgalarına benzer baskının altında boğulmamak için kafalarını bir anlığına çıkarıp derin nefes almaya çalışmaktalar. İşte böyle bir kirletilmiş, sıradanlaşmış, kokuşmuş düzen içinde güzellikten söz etmek delilik sayılır. Şiirden, resimden, müzikten kısacası insanı insan yapan sanattan söz etmek delilik sayılır. Dahi sanatçılar bu nedenle deliler kafilesindendir ve büyük bir dâhinin kaybı ise herhangi bir kayıp değil.
Dolunayın Çocukları üzerine…
Dolunayın Çocukları
adlı romanım üzerine
değerli dost Ali Erkan Güneri’nin kaleme aldığı bir yazıdır:
Bir romanı okumaya başladığımda bazen “Sanırım bunu okumuştum,” diye geçer içimden. Ya da kendimi bulur, “Benim yazmak istediklerim bunlar” derim. Ya da yazar beni yazmış diye düşünürüm. İşte tam da böyle bir roman: “Dolunayın Çocukları”. Sıraladığım bu düşünceleri “Bu hepimizin bölük pörçük hikâyesidir!” alt başlığı ile yazar da baştan benimsemiş.
“Dolunayın Çocukları”, Haşim Hüsrevşahi’nin Kanguru Yayınlarından Mayıs 2025 tarihinde yayımlanan yeni romanı.
Evet, böyle başladım ama merak da ettim “ne ilgisi var?” diye. İlk başta ayrıntılı bir cami anlatımı… İlginç bölümlerin, kapıların tanıtımı, anlatımı… Düşündüm, yazarın önceki kitaplarında da böyle gizemli ayrıntılardan sonra ilginç olaylar çıkıyordu karşıma, “acaba?” diye düşüncelere daldım…
Soykırıma kim sebep oldu?
Yılmaz Özdil’in bir yazısı üzerine!
Yazan: Haşim Hüsrevşahi
Farsçada çok kullanılan bir deyim var. Der ki: “Düşman hayra neden olur Tanrı isterse!” Siyonistler, Batı Emperyalistlerle el ele vererek yıllardır bölgeyi kan gölüne çevirmişler ve hala da cinayetlerine devam etmekteler. Bu süregelen cinayetleri ancak siyasi körler ya da bağnazlıklarının gözbağından kurtulamayanlar görmezler, yadsırlar. Onlar, Afganistan’da, Libya’da, Yemen’de, Irak’ta, Somali’de, Sudan’da, Lübnan’da, Suriye’de ve hele ki Filistin’de ve özellikle de son iki yıldır Gazze’de neler olup bittiğini, insanlığa karşı nasıl suçlar işlendiğini gizlemeye, gizleyemedikleri yerde ise bu suçların ağrılığını hafifletmeye çalışırlar. Bu cinayetlerin nedenlerini göremezler ya da saptırır, çarpıtırlar. İnsanların gözüne gerçekleri görmesinler diye toz toprak serperler. Ama Farsların bir deyiminde dedikleri gibi: “Horozun kuyruğu görünüyor!”
İşte insanlığa karşı bu suçlar işlenen düşman, içimizdeki sözüm ona “Demokrat”, “Atatürkçü”, “Sosyalist”, “Müslüman”, “Halkçı” falan diye geçinen bir dizi içi boş davulları, korkakları ya da düşmanın akıllı, okumuş, kültürlü kripto işbirlikçilerini, münafıkları ve benzerlerini deşifre etmiş, onların maskelerinin düşmesine ve bizim onları tanımamıza yol açmıştır ki bu bir hayırdır.
Şeyleşen Kadınlar: Kör Baykuş’ta eril bakışa bir bakış
(Bu makalede çevirmeni belirtilmeyen metinler orijinal dilinden Haşim Hüsrevşahi tarafından Türkçeye çevrilmiştir.)
Yazan: Haşim Hüsrevşahi
- “Hayatta öyle yaralar var ki ruhu cüzzam gibi yalnızlıkta yavaş yavaş yer bitirir. Bu dertler kimseye anlatılamaz…” cümlesi ile başlayan Sadık Hidayet’in kaleme aldığı Kör Baykuş adlı kısa romanı (uzun öyküsü) çağdaş Farsça romanlar arasında belki de en tanınmış ve üzerinde en çok yazılıp konuşulanıdır. Bu romanı farklı okumaları olmuştur[2],[3],[4],[5],[6]. Bu yazıda mümkün olan en kısa şekliyle bu romandaki “Bakmak” eylemine, anlatıcının anlattıklarına değinerek bakacağız. Makalenin hacmine zarar verme tehlikesi göze alınarak konunun daha iyi anlaşılması adına, romandan geniş pasajlar aktarılacaktır.
Öykünün başlarında anlatıcısının esiri olarak tanımladığı kadının evine gelişi, tek bir söz söylemeden gidip onun yatağında yatması, ravinin ona şarap içirerek (istemeden?) zehirleyip öldürmesi sahnesinde okuyoruz. Burada aktardıklarım Sepehr Yayınları 1972 Tahran baskısından Emir Hüseyin Henci tarafından .pdf formatında yayınlanan nüshasından çevrilmiştir. Roman bu cümleyle başlıyor:
“Hayatta öyle yaralar var ki yalnızlıkta ruhu cüzam gibi yavaş yavaş kemirir yer. Bu dertleri kimseye açmak olamaz… Ben bunlar sadece duvarda lambadan yansıyan kendi gölgem için yazıyorum, kendimi ona tanıtmalıyım.” (S 3-4)
Zalimler var oldukça mücadele de olacak!
Höbek Güneşi, Şah İsmail adlı romanımdan bir parça!
Şehzade Murad, Azerbaycan’a gidiş kararı alınca Şah İsmail’e mektup yazmış; babası Şehzade Ahmed ve kendisinin Şeyh Safi Ocağı’nın müritlerinden olduğunu bildirmiş, babasının hakkı olan tahtın hile ve kılıç zoruyla Selim tarafından gasp edildiğini anlatmıştı. Şah ise ona “Rumlu Nur Ali sizin hizmetinizde olsun. Ne buyurursanız icra eder. Şayet Sultan Selim sizin üzerinize gelirse ben kendim gelirim. İşte o zaman gayb perdesinden zuhur eder, olanlar aydın olur!” diye yanıtlamıştı. Ve şimdi ordusuyla Nur Ali Halife’ye katılarak mektubunda yazdıklarına uygun hareket ediyordu.
İçinde Şehzade Murad’ın da bulunduğu kalabalık ordu Tokat’a gelince ahali direndi, onları şehre sokmak istemedi. Bunun üzerine Nur Ali Halife ve Şehzade Murad, Tokat’ı ateşe verip Niksar’ın yolunu tuttular. Niksar’a varınca Şehzade akşam saatinde bir fırsat yaratarak Nur Ali Halife ile baş başa sohbet etmek istedi.
En kısa şiirime bir bakış
Sesim, sözle beni [1]
“SES, neye yarar, duyulmayacağımızda.” Dan Davis[2]
- Daha önce bazı konuşmalarımda bu kısa şiirimin yapısı ve kimi yerde şarap-kadeh, ney-nefes, ten-can gibi bağlamlarda onun gönderileri açısından, Mevlana, Hayyam ve Şirazlı Hafız gibi şairlerin temsil ettikleri İran irfan şiiri bağlamında ele almıştım, ancak bu kez biraz daha genişçe, onu dilsel okuma bağlamında içerdiği sorunların ifadelerini farklı açılardan ele almaya çalışacağım.
Bu kısa şiir üç sözcükten oluşmuş: 1- Ses(im), 2- Söz(le), 3- Ben(i)
Her üç sözcüğü de en az iki tür okumak mümkündür.
- Birinci sözcük “Sesim”:
Birinci okuma: “Ben sesim”. Bu okuma “Ben”i tanımlıyor, imliyor ve muhatap (duyan, alıcı) söyleyen “Ben’in” bir “ses” olduğunu kabul eder.
İkinci okuma: “Ey sen ki benim sesimsin.” Ya da “Ey sesim!” İlkinde söyleyenin dışında bir varlığa hitap var. Gönderen, kendi varlığından bağımsız olarak karşısındaki alıcıyı kendi sesi olarak kabullenip ona “sesleniyor”: ey karşımdaki insan/varlık ki benim sesimsin diyor. İkincisinde ise gönderen doğrudan kendi sesine sesleniyor ve “Ey sesim! Ey duyulan ki benim sesimsin!” diyor.
- İkinci sözcük: “Sözle”.
Burada gönderen emir kipi kullanılarak bir istekte bulunmuş fakat aynı zamanda bu emir kipindeki istek bildiriminin içeriğini de belirlemiş.
Birinci okuma: “Beni sözle doldur, sözle kapla (boyayla kaplar gibi), ört beni. Görüntü ver. Form.
İkinci okuma: “Beni söz haline getir. Anlamlandırarak ifade haline getir, sözcük yapıp anlam kazandır. İçerik ver.”
- Üçüncü sözcük “Beni”
“Beni” -öznel- birey olarak,
“Beni” -nesnel- varlık olarak.

Ses. Misak. Gerçek
Saldırgan sermaye tarafından soykırım ve türlü ırkçı işkencelere maruz kalan Austuralya yerlilerinin şairi
Dan Davis’ten bir şiir
[Daha önce yayımladığım bu şiiri ufak tefek düzeltmelerle yeniden veriyorum.]
İngilizce orijinal versiyonundan çeviri: Haşim Hüsrevşahi
SES, neye yarar, duyulmayacağımızda.
Yükselttiğimizde sesimizi, adaletsizliğimizi anlattığımızda, sözcüklerimizi söylediğimizde.
Katliamlardan konuştuğumuzda, bize nasıl davranıldığı hakkında
Gece ve gündüz nasıl öldürüldük. Kolay dua ettik, kolayca yenildik.
.
Yaşlıların, erkeklerin, kadınların, çocukların, bebeklerin, yeni doğanların.
Kaçma şansları yoktu, yas tutma şansları yoktu.
Onlar laneti olagelen derilerinin rengi için işkence edildiler.
Beyaz adamlarca ırzlarına geçildi, sonra işkenceler edildi ya da çok daha kötüsü.
.
MİSAK, bir sözleşme, bir uzlaşı, bir anlaşma ya da bir pakt.
Bu hükümetle asla olmayacak, bilirim bunu.
“Aksi ispatlanıncaya kadar masumdur” sözü sadece onların renginde olanlar için geçerlidir.
Ama hep “suçludur” onlar gördüklerinde siyahi bir genci.
.
Bir anlaşma, bir sözleşme, bir güvence, bir pazarlık.
İddiasına varım biz başbakanın parlamentoda “üzgünüz” dediğini duymayacağız bir daha.
Ailelerinden ayırdıkları yaşlılarımızdan af dilediğini.
Af dilemek onlara ve bana anıları ve gözyaşları getirdi.
.
Gerçek, yazılmamıştır, siz asla onu duymayacak ya da okumayacaksınız.
Sadece beyaz adamın inanmanızı istediğini duyacaksınız, hakikatleri gizleyerek.
Bir yığın dillendirilememiş gerçek, acı ve üzünç içinde bir yığın masum.
Tümü acı dolu ölüme maruz kaldılar, acıyla öldüler, bizim yarınlarımız uğruna.
.
Onlar adına konuşmamıza ihtiyaçları var, o ıstırap dolu günler boyu neler olup bitti diye söylememize.
Onların SESi ol, MİSAK için savaş, GERÇEĞİ söyle bizim tarzımızda.
Myall Deresi gibi ya da Gwyer, Murray, Darling nehirleri.
Katliamların gerçekleştiği yerler, beyaz adamın acıyı sunduğu yerler.
.
Sayısız günah işlendi, sayısız hayat alındı çok erkenden.
Güneşin yakıcı sıcaklığında ya da ayın ışığı altında.
Ses, Misak, Gerçek, biz sözden eyleme geçmeliyiz.
Üzüntümüzü atmalıyız üzerimizden, yaşamları doyuma dönüştürmeliyiz.

gülmekti kastim…
3 Nisan şiiri!
gülmekti kastim
bulutlarımı bir kenara iterek
yürümekti
kiraz dalları arasında çocukluğumdan kalan bu sokakta
rüzgar yok fısıltısı var
saçlarımda
parmakların dolaşır gibi hayal meyal
.
hayatı bir yudum su gibi avuçlamaktı
akıp gitmese
kiraz çiçekleri elinin üstünde bu ince derenin
acelesi var gibi akan duru
.
hata yaptım
yeterince durmadım akan su kenarlarında
yosunlarıyla, böcekleriyle
bakışıp gülüştüğümüz balıklarıyla
gelincikle!
.
gülmekti kastim
dili, dini, prangaları ve sınırları aşarak
dudaklarına varmaktı kastim
olmadı
akan suyun acelesi vardı
üzerinde çocukluğumun kağıttan gemisi
kalbi tornistanda
gider
kelebekler peşinden
sürgün sürgün üstüne.
3 Nisan 2021
H.H:
