Günümüz çevirisi ve daha az gariplikle Eyyûb’ün yakarışı şöyledir:
“Unutma! / Yalvarıyorum sana Tanrım unutma! / Benim yaşamım sadece tek bir soluktur / Önümüzde acılar var. / Ben gözden yitip gideceğim, / Ve hiç kimse, sen bile / Beni bir daha görmeyeceksiniz.”[1]
Her neyse, Ev Karadır, Furuğ’un iki yolculuğunun sonucudur: biri belli bir zamanı olmayan düz bir yazının içine yolculuk: “Gözlerin benim için bakacak ve ben olmayacağım.” Bu eski bir Farsça düz yazı değil. Birisi bunu eskil Farsça ya da örneğin Kısasü’l-Enbiyâ[2] (Peygamberler Öyküleri) ya da Surabadi Tefsiri yöntemiyle çevrilirse şöyle olacak: “Bana bakaduran var imiş daha olmayacak: gözlerin beni arar ve ben olmam.” (Kasım Haşimzadeh’nin Farsça raporu) Eski Ahit’in Farsça çevirisinde görünen bir bakıma bire bir çeviridir ki düz yazının tuhaf oluşuna yol açmıştır: “Birisi için bakmak” gerçekte “looking for”un pek de doğru olmayan ve belki de İngilizce birleşik sözcüklerin hatalı çevirisidir ki bilindik çevirisi “Birisini aramak” olur ve yazınsal çevirisi ise “Birinin peşinde olmak”[3] “Birisi için bakmak” pratik olarak istenen anlamı vermez ve sadece orijinal dilde tuhaflık göstermeyen bir ibarenin çevirisi olduğunu bildiğimizde anlam ifade eder. “Gözlerin benim için bakacak” Farsça düzyazı tarihinin belli yeri olmayan bir bölümüne aittir: Azınlık çeviri düz yazısı. Bu düzyazı, dakik anlamıyla sorunludur. Düzeltiye gereksinim duyar ve yeniden yazılmalı ve çevrilmelidir: hastalıklıdır ve kriz doludur. Daha az tuhaflık gösteren ilk tümcede bile “şairanelik” çevirinin ürünüdür: “Benim yaşamımın rüzgâr olduğunu anımsa.” Eski Ahid’in yeni çevirisinde (ve yorumunda) bu tümce şöyle “tabir” edilmiştir: “Anımsayın ki benim ömrüm bir an kadardır.” Bu raporda, Eyyûb ömrünün kısalığına işaret ediyor ama “yaşamın rüzgâr oluşu” Ev Karadır’da Furuğ’un sesiyle duyduğumuz böyle bir çevirinin yapraklanmasının ve eski şiir diline egemen olan birinin bilinçli olarak araya mesafe koyması ve fakat bilerek Eski Ahit’in (Mezamir, Armiya’ Kitabı, Aş’iya Kitabı ve Eyyûb Kitabı) kimi bölümlerinin “ayrı kalmış” çevirisini alıntılamasının ürünüdür, “tuhaf” şiirler söylüyor.
Bu yöntemin zirvesini Furuğ’un sesinden duyduğumuz son şiir-ayetlerde göze çarpar:
Yazıklar olsun bize. Zira gündüz zeval bulup sona ermekte ve akşamın gölgeleri uzamakta ve bizim varlığımız, kuşlarla dolu ve tutsaklığın iniltileriyle dolup taşan kafesler gibidir. Aramızda ne zamana değin süreceğini bilen kimse yoktur…
Hasat mevsimi geçti ve yaz bitti ve biz kurtulmadık. Kumrular gibi ağlarız insaf için ve yoktur… Aydınlığı bekleriz ve şimdi karanlıktır…
Ve sen ey senin sevgi soluğunu sürükleyen dopdolu akan ırmak
Bize doğru gel!
Bize doğru gel.

Örnek olarak, bu satırlar Eski Ahit’in “Hasat mevsimi… kurtulmadık” satırlarının “Armiya’ Nebinin kitabı” (8. ci bab) ve “Aydınlığı beklemek… karanlıktır.” “Eşiya Nebinin kitabı” (91. Bab) ve … Furuğ’un var olan bir metinden belgesel raporu ve sonra da bir azınlık tercümenin ürünü olan bir düz yazının parçalarının derlemesi ve yazılmasıdır.
Böylece Ev Karadır’ın metnindeki şiirler/ ayetler Furuğ Ferruhzad’ın toplu şiirlerinden sayılmaz ama söylenebilir ki Furuğ’un sesi “Yeniden Doğuş,” ve “İnanalım Soğuk Mevsimin Başlangıcına” onun kendi acılarını dillendirmek için sesi olmayanların acılarını ve hüzünlerini seslendirmek çabasının ürünüdür. Furuğ, Bertolucci ile yapmış olduğu söyleşide, “Burası [yani cüzamlılar evi ya da Kara Ev] benim için bir örnekti, sıkıştırılmış ve küçültülmüş bir şeyin örneği ve içinde barındırdığı bütün hastalıklar, rahatsızlıklarla daha geniş bir dünyanın simgesidir. “İnsanların ilgisini ve yardımlarını cüzamlılara çekmek” için filmin yaratıcısı diyor ki: “Cüzamlılar evinde yaşam, hastalar için çok normal ve sıradan geçmekte. Onların yaşamları aslında bizimkinden farklı değil, ama dışarıdan biri olan ve kendi yaşantımla onların dünyasına adım atan benim için bu her şeyden yoksun bu insanları görmek kuşkusuz sarsıcıydı. Cüzamlılar her şeyde yoksunlar ve en fazla da insan görünümünden.”
Furuğ’un sesi işte bu “dışarıdaki insanın” sesidir, Simone Weil’in “aşırı musibet” ya da “sıkıntının zirvesi” diye adlandırıldığı şeyin raporu içindir, yani “cismin acısı ve ruhun üzünçleri ve toplumsal konumun düşüşü”nün birleşimi ve elbette Simone Weil’e göre, bu birleşme tam da ruhun merkezine çakılan bir çiviye benzer, o ruh ki bu nedenle hep tanrıya doğru kalır ve kendini varlığın merkezine çivilenmiş bulur.
Ev Karadır’da Furuğ’un sesi onun iki kez dışlanmışlığıyla biçimlenir: Eski Ahit’in tercümesinin satırları arasında dolaşmak (esasen kendi sesi olmayan günümüz acı çeken genç kadının dolaşması) ve esasen erkeklere ait olan bir medyumu kurcalamak (dominan yüzüyle “cinsel bir seyircisi” ile kopmaz bağı var). Ama aynı zamanda Ev Karadır’daki Furuğ’un sesi, gerginlik yaratan iki başka sesin yan yana oluşu ve o iki sesin kalıcı olmayan ve durduraksız dengesi sonucudur: birinci ses temkinli, ağır başlı ve dakik bir erkeğim sesidir ki cüzam hastalığı hakkında somut-bilimsel-insancıl rapor vermekte (İbrahim Golestan’ın sesi). Film bu erkeğin sesiyle başlar, tamamen kara olan bir perdenin üzerinde duyulan bir sestir… olgun, kendinden emin, açık iletisi ve belli hedefi olan bir düzyazıyla; bilinçlendirme, uyarma, haykırma: “Bu perdeye şimdi bir çirkinliğin, bir derdin görüntüsü gelecek ki ona göz yummak insanlıktan uzak durmaktır.” Ve sonra… bir anlığına sessizlik ve karanlık ve sonra bir kadının yüzü: yüz mü? Furuğ’un kamerasının bize gösterdiği aynada bir kadının görüntüsüdür, yüzünü yitirmiş ve ona kalakala tek bir göz kalmış ve başka… hiç.
Normalde bu görüntü katlanılır değil. Bizim “doğal” tepkimiz korku ve nefretin karışımı olarak ondan yüz çevirmektir, ürpermektir, kendimizi geri çekmektir. Ancak Ev Karadır’ın kamerası geri çekilmediği gibi mutlak bir sessizlikte zum yapıyor, devam ediyor, bakıyor ve bizi de bakmaya zorluyor: bu görüntü erkek sesinin iddia ettiği “dünyanın çirkinliği az değil”in ilk belgesidir ve böylesi hiç edici acı barındıran bir dünya yaşamaya değmez. Erkek sesi görülecek de katlanılacak bir filmin dürtüsünden ve mayasından söz etmekte: Cüzamlılar sadece musibet görmemekte, onlar görmezden gelinmekteler, kıyıya itilmekteler, insanı vasıflarını yitirmekteler, “insan görünümünden” yoksun kalmaktalar ve normal insanlardan öyle uzaklaşmaktalar ki sempati ya da empati için bir yer bırakmamaktalar. Erkek sesi kuşkusuzdur: bu “çirkinliği” yeryüzünden silmek gerek, bu hastalığın kurbanlarını… kurtarmak gerek, bu kara evi aydınlatmak gerek.
Ama bu Furuğ’un yaptığı iş değil: o musibete uğrayanlar kendileri konuşsunlar diye istiyor. Furuğ onların söze gelmelerini istiyor ama onlar yakınacaklarına, yardım isteyeceklerine ve hatta tanrı katına tövbe edip sızlayacaklarına şükrediyorlar. İlk sekansın sonlarına doğru çopur yüzlü genç bir delikanlı yüksek sesle dua okuyor: “Tanrım sana beni yarattığın için şükrederim.” Ve hiç kuşku yok ki bu onun “bireysel” sesi değil. O bunu bir metin üzerinden okuyor. Furuğ tehlikeli bir işe kalkışıyor. O, musibete uğrayanlar için yakınsınlar diye, bir şeyler istesinler diye bir tribün hazırlıyor ancak onlar yakınmamayı, bir şey istememeyi yeğliyorlar ve üstüne üstlük şükrediyorlar. Onlar, birisi onlara adalet istemeleri için hak vermişse de onlar onu istemekten vazgeçiyorlar ancak bu kez kendi istemleriyle. Ev Karadır’ın ikinci sesi (Adorno’nun ölümsüz yorumundan yaralanarak) özgürlük hayalini yayacağına “özgürlükten yoksunluğun yadsınmasına” kalkışıyor.
Furuğ’un musibet zedeleri bizim acıma ve insan severlik duygularımızı kışkırtacaklarına yüce kurbanlar rolünü oynamamayı yeğliyorlar: onlar bizim beklentilerimizin tersine davranıyorlar- “insansızlık” gibi bir şey onların vücutlarında var ki onlara bahtsızlıklardan hastalıklı tat alan (voyeurism’in ikinci anlamı olarak zavallılığı görme şehveti) seyircilerin gözüyle değil, onların gözüyle yaşama bakarsak göze çarpar ancak. Dünya sinemasının ana akımı dikizlemenin iki anlamının, cinsel seyircilik ve bahtsızlığı görme şehvetinin, birleşmesidir. Ev Karadır seyircisini eziyet eder. Çirkinlikler sebepsiz üzünçleri öne çıkarır ondan bir şeyler yapmasını istemesinden dolayı değil, onu her defasında filmi izlemeye oturduğunda deneyimlediği şeyden mahrum bıraktığı içindir: sıradan yaşamda tüketilesi olmayanın tüketilmesi.

Ev Karadır’ın ikinci sesi ortak musibetin arabulucusu olarak toplumsal bir sestir. Ancak o musibetin dolayısıyla betimlenmez: ikinci ses seyirciyi alçaltıyor, rezil ediyor. Çünkü ondan kendi algısıyla Bababağı’nın cehennemlik sokaklarında ve caddelerinde koşturan ve tanrıya şükreden oğlan çocuklarının algı yanı ile kendi ortak yanını bulmasını istiyor… ve çok açıktır ki Ev Karadır bu bağlamda başarısız kalmakta, yenilmekte: biz Bababağı cüzamlılarını onların kendilerini gördükleri gibi göremeyiz. Musibetle kıvam bulan bir toplum ama yaşam coşkusu gibi musibet olmayan bir şeye dayanarak kendini tanımlamaya çalışan bir toplum: çocukların hoplayıp zıplamaları, futbol oynarken birbiri içinde yuvarlanmaları bizim acıma duygularımıza bir sınır koyar. Seyirci genel olarak bu musibet zedelere karşı empati duymak ister ve onlar için bu acılı durumdan kurtulma ve rahatlama ister, ama onların kendileri-Furuğ’un anlatısında- bizden böyle bir şey istemezler. Seyirci, Furuğ’un kendisi gibi, uyumsuz iki isteğin keşmekeşinde “dışta birine” dönüşür: kurbanların, mağdur ve uysal mağdurlar rolünü oynamak istememe isteği ve onların talep etmedikleri haklarından söz etmek isteği. Üçüncü ses bu gerilimin içinden doğar ve Furuğ’un sesinde yankılanır. O üçüncü ses ki cüzamlı çocuklar ders sınıflarında dua okurlarken yabancı biri olarak sorar: “Haviye’de kimdir tanrım sana şükreden?”
Ve biliyoruz ki Haviye cehennemin adlarından biridir (ve yavrusunu kaybeden anneye de denir.) ve “bir anlatıya” göre Haviye cehennemin yedinci katıdır. Böylece Furuğ’un sorusu Eyyûb’un yakınmaları cinsindendir: cehennemde seni methetmek mümkün mü? Ya da belki, “Sana hamt okuyanlar neden cehennemdeler?” Biz biliyoruz ki bu ses Furuğ’un sesidir ve Furuğ’un değil. Ya da daha doğru bir ifadeyle, bu Haviye’de avare olan bir söyleme bağışladığı bir sestir: bazen birinci tekil, bazen üçüncü. Ne içsel monologların tümüne (kara evde oturanların sesi) ne de dışarında kişisel tanıklık (dışarıdaki adamın sesi: kara evin kapısını seyircilere açan adam) Üçüncü ses aynı zamanda hem kişisel hem de toplu bir sestir. Bir ağız, bir vücut, bir delik, karanlıktan ışığa bir yol arayan ancak bulamayan bir ses. Max Nelson “Işık Beklentisi” adlı bir makalesinde, Ev Karadır faslında şuna değinmektedir: belki de üçüncü ses Mesih’in, Ferisilerin sorusuna karşı garip öngörüsü olabilir, “Size söylüyorum, şayet bunlar (kendi öğrencilerini kastediyor, Mesih’in Havarileri) sessiz olurlarsa taşlar dile gelir.” (İncil, Luka 91) Furuğ’un sesi yeryüzündeki insanların Tanrıya (belki de kinayeyle) şükreden insanların sesidir. Giderek insanlık yüzlerini yitiren ve taşlaşan ama seslerini kaybetmeyen ya da en azından genç bir kadın yirmi dakikalık süreyle aralarında yaşarken ses çıkaran insanların: böylecedir Furuğ’un sesi, sesi olmayan, olamayan toplumun sesi olur. Böylecedir ki Furuğ o bir ayağı olan ve aksayarak (tehditle?) kameraya doğru yaklaşan adamın görüntüsü üzerine; çerçevede açılmış bir kapı iki sıra ağaçlarla ve arka planında batmaktaki güneş ile çerçeveleniş görüntülere çoğul ekiyle söz edebilir: “Yazıklar olsun bize. Zira gündüz zeval bulup sona ermekte ve akşamın gölgeleri uzamakta…” Ve tek bacaklı adam bütün çerçeveyi karartacak kadar yaklaşıyor ve biz birkaç saniye duyduğumuz sadece onun bastonunun yere çarpma sesidir. Bu görüntünün dışında, Ev Karadır’ın çoğu anlarında, ak ve kara (karanlık ve ışık) eşit ölçekte çerçevede buluşurlar ve egemenlik için savaşılar. Furuğ’un sesi de ışığın yokluğunda (cüzamlıların yaşam koşulu) ışığı bekler… ama şimdi karanlıktır: ışık işte o şevktir ancak ulaşılmaz.
İkici kez -filmin sonunda- ders sınıfına gidiyoruz. Öğretmen bir çocuktan birkaç güzel şeyin adını söylemesini istiyor. Yanıt çok açıktır: Güneş, çiçekler ve elbette teneffüs zili. Sonraki soru daha zordur (daha mı kolay?): birkaç çirkin şeyin adını söyle: bir çocuk gülerek (alaycı gülüşle) yanıtlıyor: “El, ayak, baş” ve öğretmenin tahtaya çağırdığı üçüncü öğrenciden içinde “ev” sözcüğü olan bir cümle yapmasını istiyor. Öğrenci biraz ikirciklik geçiriyor ve sonra -Furuğ’un işaretiyle- kara tahtaya Ev Karadır diye yazıyor.
Max Nelson der ki, birçok film var ki biz çirkinle güzelin birlikte yaşadıklarını seyrederiz. Onların çoğunda bu birlikte yaşamdan doğan gerginliği yatıştırmak için seyircinin önüne bir çıkış yolu konur -çoğu zaman bir tarafın zaferi ve daha az durumlarda ise diyalektiğin bertaraf edilişiyle o ikisini barışması. Ev Karadır’da bertaraf edilmek söz konusu değil. Sabırla ya da sabırsızlıkla bekleme var: güzellik var ama musibeti telafi edecek ölçekte değil. Umut var ama onun gerçekleşmesine dair bir emare asla. Ama umudun tekçe göstergesi işte bu göstergelerin yok oluşundan kaynaklanır: cüzzamlılar Ev Karadır’da şifa bulmuyorlar, görüntüleri insansı olmuyor, ama yirmi dakika boyunca projektörün titrek ışıltısında, onların paramparça vücutları sinema perdesi üzerinde yeniden yazılır/yeniden gösterilir (ışık divitiyle?) acıları bir mürekkep bulur, maddi olmayan bir mürekkep ki cismin musibeti ona zarar veremez. Haviye’de kulak kesildi ve “karanlığın esintisini” duydu. Furuğ’un sesi Ev Karadır’daki cüzzamlılardan doğar. Bu sesin ömrü uzun değil. Furuğ, Ev Karadır’dan dört sene sonra susar. Ama sadece sestir kalan. Ya da sadece Furuğ’un sesidir kalan. “Sadık”ın Ev Karadır’daki karanlık görüntüleriyle başarısız düetteki/düellosundaki sesi; sadece kendi gölgesiyle iyi konuşabilen Hidayet sesi ailesinden bir sestir: “Sadece o beni konuşmaya zorlar!” Karanlığın algılayışının anlatıcı sesi. Zira Aristo’nun Nefs risalesine söz ettiği gibi, “Biz hatta bir şey görmediğimizde bile görme hissiyledir ki karanlığı ışıktan ayırt ederiz. Bir rengi diğer renkten ayırt etmek biçemiyle olmasa da.” Sadece karanlığın esintisindedir ki Haviye’de Tanrıya şükretmek mümkün olur ve ışığın beklentisinde.
[1] Bu ayetlerin devamında (9 ve 10 nolu ayetler) İngilizceden çevirisi şöyledir: Mezarda kaybolacağım / ya da gözden yitip gideceğim çekip giden bir bulut gibi. Asla eve geri dönmeyeceğim, / unutulur unutulmaz.
[2] Ebû İshâk İbrâhîm B. El-Mansûr B. Halefi’l-Müzekkir En-Nisâbûrî’nin Kısasü’l-Enbiyâ’sı kastedilmekte.
[3] Farsçada edebi ve ağdalı dil günlük düz yazı dilinden farklı olabilmekte.

