Kısa bir süre önce yitirdiğimiz mücadele insanı Bereket Kar ile yaptığım söyleşidir.
Bianet, 10 Kasım 2022
“İran’daki din devletinin iki dini vardır: Biri halk için. Bu din halka yoksulluk, ölüm, kader, şükretmek, ses çıkarmamak, sürünmek ve sonunda öbür dünyada cenneti vaad eder. Diğeriyse hükümranların kendileri için olan din: Ülkenin bütün zenginliklerine konmak, her çeşit serbestiden yararlanmak, at binip meydanda cevlan etmek! Şimdi ben soruyorum: Mehsa’nın öldürülmesinin bir kıvılcım oluşu ve çıkan yangının tüm ülkeye yayılması neye bağlıdır?“
“Mollalar, İran halklarına karşı suç işlemeye devam ediyor”
Bu şiiri uyurken rüyamda yazdım. Sabaha karşı uyandım, birkaç kez tekrarlayıp ezberledim. Sonra kağıda döktüm. Değiştirmeden olduğu gibi kayıtta kalsın istedim.
Sen yanımda elinde makine
ben pencerenin pervazına yaslanmış
sokağı seyrediyorum
dışarıda ağaçlar siste
otuz iki dişimin arasından akıyor tekmil
bir şiir gibidir diyorum konuşmamız
yaz yaz diyorsun!
deklanşörün sesi tık yakından çekilen bir fotoğraf
.
Tesadüfler mi yoksa olasılıklar mı sevgilim
hangisi daha çok kanatır içini?
bence ikisi de güzeldir şu anda
tesadüfen yanımdasın ve elini tutabilmek bir olasılıktır
.
Bir kuşçu hevesiyle çıkıyorum dama
pencereden seni görebilmek için
deklanşörün sesi tık uzaktan çekilen bir fotoğraf
.
Aklım sende sen makineyi bırakıyorsun cam kenarına
Su başında durmuşuz, çınarla ben. Suda suretimiz çıkıyor, çınarla benim. Suyun şavkı vuruyor bize, çınarla bana.
Su başında durmuşuz, çınarla ben, bir de kedi. Suda suretimiz çıkıyor, çınarla benim, bir de kedinin. Suyun şavkı vuruyor bize, çınarla bana, bir de kediye.
Su başında durmuşuz, çınar, ben, kedi, bir de güneş. Suda suretimiz çıkıyor, çınarın, benim, kedinin, bir de güneşin. Suyun şavkı vuruyor bize, çınara, bana, kediye, bir de güneşe.
Su başında durmuşuz, çınar, ben, kedi, güneş, bir de ömrümüz. Suda suretimiz çıkıyor, çınarın, benim, kedinin, güneşin, bir de ömrümüzün. Suyun şavkı vuruyor bize, çınara, bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze .
Su başında durmuşuz. Önce kedi gidecek, kaybolacak suda sureti. Sonra ben gideceğim, kaybolacak suda suretim. Sonra çınar gidecek, kaybolacak suda sureti. Sonra su gidecek güneş kalacak; sonra o da gidecek…
Su başında durmuşuz. Su serin, Çınar ulu, Ben şiir yazıyorum. Kedi uyukluyor Güneş sıcak. Çok şükür yaşıyoruz. Suyun şavkı vuruyor bize Çınara bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze…
*
ben ırmağım akıp giderim
Haşim Hüsrevşahi
ben ırmağım akıp giderim gölgeni saklarım senin salkımsöğüt sesimi bırakırım sana …
ben ırmağım akıp giderim kanat çal benimle gel mavi kuş salkımsöğüt bizi izler bu şarkıda
ben ırmağım akıp giderim yıldızlı karanlık inince öykümü anlatırım salkımsöğütle mavi kuşa
ben ırmağım akıp giderim denizlere bırakırım koynumdaki balıkları sesim kalır arkamda bir de salkımsöğütle mavi kuş…
Yarı ölü bir adam! O adam, yurdunu terk etmek zorunda bırakılmadan tam yedi sene önce, şahlık rejiminin en korkunç hapishanesinde, iki çarpı iki, karanlık, nemli, penceresiz bir hücrede yarı ölü hale getirildi. İşkenceler başlamadan on sene önce yazmıştı Beyel’in Yas Tutanları’nı[1]. Yarı ölü olarak hapishaneden dışarı atılınca eli kalem tutmadı bir süre. Öfkeli ve küskündü. Ama buna rağmen Şubat Devrimi yenilmesin diye çok çabaladı. Ancak Devrim yenildi. Giderek ölü yanı yeniden dirilmeye yüz tutan adamın peşine bu kez Devrim Muhafızları takıldı. Bütün ailesi ölümle tehdit edildi. En yakın dostu idam edildi. Evden kaçtı. Karanlık bir ahırı andıran bir çatı arasında saklandı. Tam bir yıl. Şimdi bıyığı, saçı, sakalı kesilmiş, bir terzihaneye getirilmiş, saklanıyor. Terzihane karanlıktır. Görünmesin diye ışık yakmaz. Gözleri alışmış mutlak karanlığa. Kapı derzinden sızan ışıkla yetiniyor. Yazıyor. Duruyor. Tekrar yazıyor. Odanın duvarındaki delikten iki göz onu dikizliyor. Gözlerini o iki gözden alarak karanlıkta tekrar yazıyor. Yazmazsa, yarı diri yanı da ölecek. Terzihanedeki kadınların kahkahasını duyuyor. Onlar gülmezlerdi pek. Ama gülüyorlar. Rahşende’yle dilenci annenin de kahkahası var. Dilenci Anne’nin sesini duyuyor: “Torba dik! Torba dikmek uğurludur, bitince iyi haber alırsın.”[2] Kadınların alt kattan yükselen küfürlü konuşmalarına alışık. Yere uzanıyor. Kulağını ahırı andıran odanın tabanına dayıyor. Bir kadın sesini açık açık duyuyor: “Ağlayın, şifa bulun!” Hatırlıyor. Bunu Nene Hanım, hastaların boynuna zincir bağlayıp ve zincirin bir ucunu türbenin düğmelerine tutuşturduktan sonra söylemişti. Hastalar yere uzanarak ağlamaya başlayınca, Fatıma Nene de abdest almış, gidip kapının önünde durmuş ve yüksek sesle söylemeye başlamıştı: “Ya Hazret, ya İmam! Beyel’in hastalarına şifa ver!” Yarı ölü adamın kulakları yerde, gözleri bu ahırın bir köşesinde onu dikizleyen iki gözde. Köşedeki gözler ona yaklaşıyor. Daha da.
Bu denemedeki şiirler yazar tarafından özgün dilinden çevrilmiştir.
Bir şiir çeşitli pencerelerden bakılarak ve farklı yöntemlerle ele alınarak irdelenebilir. Bakış açısı veya irdeleme yöntemi ne olursa olsun şiiri oluşturan sözcükleri ele almaya mecburdur. Şairin bir gönderiyi (anlamlandırmayı), bir imgeyi, bir müziksel bütünlüğü ya da buna benzer şiirin herhangi bir kaçınılmazını seçerken, o andaki ya da öncesindeki duygusal ve düşünsel dünyasının oluşumunda etkili olan koşulları ve etkenleri irdelemek de önerilebilir. Nihayetinde şairin seçtiği sözcükler onun yaşamıyla doğrudan ya da dolaylı ilintili olduğundan diyebiliriz ki şiir şairin yaşamının bir tanığıdır, ya da şair kendi yaşamının tanıklığını şiiri ile yapar. Bu bakışla şiir metnini ele alırken o metni yazanın bir yandan yaşam öyküsüne, sahip olduğu ya da olmadığı fiziksel, ruhsal durumları, sosyal konumları ve hatta eğitimsel kazanımlarına göz önünde bulundurulmalıdır. Elbette şairin “durumu” şiirin şiirsel ya da edebi değerini belirlemez ancak onu bağlamıyla anlamamıza yardımcı olur.
Şiirleri ve yaşamaları hakkında onlarca inceleme ve eleştirel makale yazılmış olan iki büyük ve dünyaca tanınmış şairi tüm yönleriyle karşılaştırmak kuşkusuz bir makalenin değil bir kitabın konusu olabilir. Yaşamlarının ve şiirlerinin benzeşmesi, aynı yıllarda yaşamış ve yaşama gözlerini yummuş Furuğ Ferruhzad ve Sylvia Plath’a yakından bakmak için birer bahanedir. Bu yazıda iki şairin yaşamlarına çok kısa bakış attıktan sonra şiirlerindeki ayna temasına değinilecek, iki şairin yaşam-öyküsel ve ruhsal benzerlikleri bağlamında ve kimi yerde ondan bağımsız olarak örneklemeye gidilecek.
Kısa Yaşamlarından Kısa Kesitler
Bir rastlantıydı! 27 Ekim 1932 tarihinde Amerika’nın Masaçuset eyaletinde Boston şehrinde iki üniversite mensubu olan bir çiftin bir kız çocuğu dünyaya geldi. Annesi Aurelia, Avusturya asıllı bir Amerikan, Boston Üniversitesi’nde kocasının öğrencisi. Babası Otto Plath; Polonya asıllı bir Alman, Boston Üniversitesi’nde biyoloji profesörü. Sylvia, ailenin iki çocuğundan ilki.
İki yıl iki ay sonra dünyanın diğer ucunda 29 Aralık 1934’te Tahran’da bir kız çocuğu dünyaya geldi. Annesi ev kadını Turan Veziritebar ve babası Albay Mohammed Ferruhzad. Adına Furuğuzzaman dendi. Ailenin üçüncü çocuğu. Ancak daha sonra birkaç çocuk daha bunlara katılacak.
Sylvia’nın babası arı ve bal uzmanıydı ve kendisi diyabet hastası. Hastalığının komplikasyonundan öldüğünde Sylvia sekiz yaşındaydı ve onun ölümü Sylvia’nın ciddi ruhsal sarsıntı geçirmesine yol açtı. Sylvia babasının ölümünden birkaç hafta sonra ilk şiirini yazdı ve Boston Herald’ın çocuklar sayfasında yayımlandı. “Babasının ölüm haberini aldığında annesine ‘Bir daha Tanrı’yla konuşmayacağım’ diyen Sylvia daha sonra günlüğüne şu notu düşüyor: ‘Sanırım aşağı yukarı 9 yaşıma kadar mutlu, gayet dertsiz tasasız biriydim. Dokuzuma geldiğimde hayallerim hepten yıkıldı.’”[1]
Furuğ’un babası faşist bir kralın jandarma komutanlarındandı ve kralın köylünün ya da bir feodallerin elinden alıp zorla sahiplendiği arsaların ve taşınmazların emlak işlerine bakardı. Zengin kütüphanesi vardı ve evde egemen kıldığı sarsılmaz askeri disiplini. Albay bireysel olarak aşık meşrep ve kadınlara özel yakınlık duyan biriydi. Sevgi doluydu ancak evde ve aile içinde kimse bu sevgiden açıktan nasibini almazdı. Albay on altısına gelmiş kızlarını evlendirerek ve oğlunu Almanya’ya eğitime göndererek evi oldukça tenhalaştırıp ve ikinci evliliğini gerçekleştirdi. Furuğ’un ablası Puran bir söyleşide şöyle der: “Babamızın ikinci evliliğe karar vermesi evi dağıttı. Aile içi atmosfer çok çalkantıyla ve kargaşayla doldu.” Albayın ikinci evliliğinden çocukları oldu. Albay uzun yaşadı ve genç yaşta ölen kızı Furuğ’un toprağa verilişine tanık oldu.
Sylvia 18 yaşında koleje girerek üniversite eğitimine başladı ve başarılı eğitim hayatının yanı sıra kaleme aldığı yazıları dergilerde yayınlamaya başladı. Ödüller aldı ve New York’a giderek Mademoiselle dergisinde düzeltmen olarak çalışsa da sadece bir ay çalıştığı bu görevde uğradığı başarısızlıkla ve depresif bir ruhla Boston’a döndü ve ilk kez 24 Ağustos 1953’te intihara kalkıştı. Ruh hastalıkları kliniğinde yattı ve elektrik şoku aldı. Sonraki yıllarda bunları Sırça Fanus adlı eserinde kaleme aldı.
Furuğ düzenli bir akademik eğitim almadı. Liseyi bitiremeden iki yıllık sanat okuluna katıldı. Çok okudu ve sürekli yazdı. On altı yaşındayken kendinden yaşça büyük ünlü edebiyatçı Perviz Şapur’la evlendi. Ahvaz şehrine taşındı. On yedisinde Tutsak adlı toplu şiirlerini yayımladı. On sekizinde bir çocuğu oldu ve on dokuzunda kocası onu boşadı, çocuğuyla görüşmeyi ona yasakladı. Yirmisinde Tahran’da baba evinden kovulduktan sonra yalnız bir kadın olarak yaşamaya devam etti. Yirmi bir yaşındayken derin bir depresyondayken intihara kalkıştı. Hastaneye yatırıldı elektrik şok verildi. Hastaneden çıktıktan sonra iki yıl içinde Duvar ve İsyan adlı eserlerini yayımladı. Birçok dergide şiirleri yayımlanmaya başladı.
Sylvia ilk ulusal çapta şiirini yayımladığında on sekiz yaşındaydı ve bunu takibinde yirmi üç yaşına geldiğinde ikinci kez intihara kalkıştı. Aynı yıl Cambridge Üniversitesi’nden burs kazanarak Londra’ya geçti ve orada 24 yaşındayken kendinden iki yaş büyük ünlü şair Ted Hughes’la evlendi ve bir sene sonra onunla birlikte Amerika’ya döndü. 1960 yılında 28 yaşındayken ilk toplu eseri The Colossus and Other Poems adı altında yayımlandı. İki sene sonra ikinci çocuğu dünyaya geldiği yıl kocasının onu aldatması nedeniyle boşandı ve iki küçük çocuğuyla birlikte Londra’nın banliyösüne yerleşti. Syliva yalnız ruhuna dost bir eş bulmak için şair Richard Murphey ve şair, editör Al Alvarez ile tanıştıysa da bu ilişkiler asla Sylvia’nın ruhsal yalnızlığına yanıt vermedi ve onun acılarını dindiremedi. Al Alvarez bir konuşmasında bu durumu kısa ve kesin bir şekilde dillendirmişti: “Ben aptaldım!”[2] Ted’den ayrıldıktan sonra, Londra’da şair William Butler Yeast’in yaşadığı eve taşınarak aylar içinde görülmemiş bir enerji ile peş peşe şiirler yazdı ve bir yıl sonra görülmemiş bir soğuk bir kış günü 11 Şubat 1963’te intihar ederek otuz bir yaşındayken yaşamına son verdi.
Furuğ yalnız yaşarken tanıştığı bir derginin sahibi ve editörü, Fruruğ’la daha evliyken yaşadığı aşk hayatını bir öykü olarak yayımladı. Edebiyat dünyasının ileri gelenlerinden birçoğu, dergiler, entelektüel topluluklar onun şiirini ve bir kadın olarak şahsını en acımasız eleştiri, iftira ve yaftalara maruz bıraktılar. Yirmi üç yaşındayken otuz altı yaşındaki ünlü sinemacı, yazar, evli ve çocuk sahibi İbrahim Golestan’la tanıştı ve onunla aşk dünyasına adım attı. Golestan’ın eşi ve çocukları bu ilişkiden habersiz değillerdi. Beş sene sonra Yeniden Doğuş adlı toplu şiirlerini yayımlayan Furuğ Ev Karadır filmini yönetti. Şair ve ressam Sohrab Sepehri’nin atölyesinde resimler çizdi. Yoğun toplumsal baskılar altında iki kez daha intihara kalkıştı. Kurtardılar. 13 Şubat 1967’te soğuk, karlı bir kış gününde bir araba kazasında otuz iki yaşındayken yaşama gözlerini yumdu.
Ne acı ironidir ki Syliva’nın mezar taşında onu aldatan ve kadın topluluklarının bütün itirazlarına rağmen Hughes soyadı kazınmış ve Furuğ’un mezar taşında ise onu evinden kovan “Albay Mohammed Ferruhzad’ın çocuğu” ibaresi yazılıdır!
Sylvia ve Furuğ genç yaşlarında şiir yazmaya başlamışlarsa da onların adlarını ülkelerinde ve dünyada kalıcı kılan, önemli bir bölümü ölümlerinden hemen önce ya da ölümlerinden sonra yayınlanan şiirleri dolaysıyla olmuştur. Her iki kadın toplumda hakkettikleri yere varmak için bir yandan eril dünyanın acımasız kurallarına ve geleneklerine karşı olağanüstü mücadele vermek zorunda bırakılmışlar diğer yandan ise kocalarının rollerinden dolayı moral zorbalıklara maruz kalmışlardır.
Ted Hughes Amerika’da ünlendikçe Sylvia “eş”, “anne” ve “ev kadını” rollerini taşımaya mecbur kılınmış ve yaratıcılığı için gereksinimi olan “kendine ait bir oda”[3] ve kendine ait bir zaman bulmakta zor koşullar yaşamıştır. Boston’dan tekrar İngiltere’ye döndükten sonra bile Sylvia zamanını “çocuklara kurabiye yapmakla” ve vaktini mutfakta geçirmekle harcar olmuş ve ancak sabah saat 4’te başlayan iki ya da üç saatlik kendine ait “özel” zaman bulabilmiştir. İşte bu “meşgul” zamanlar döneminde kocası başka bir kadınla onu aldatmaya başlamış. Eylül ayında Ted eşyalarını toplamaya geldiğinde Sylvia’ya onunla yaşamaktan ne kadar çok nefret ettiğini dile getirmiş, bu ise babasının ölümünden sonra belki de Sylvia’yı derinden yaralayan ikinci darbe olmuş ve bu duygularla 11 Ekim ile 4 Kasım arasında yani ölümünden yaklaşık üç ay önce yirmi sekiz önemli şiirini yazmış ve bu şiirler onun ölümünden sonra Ariel adlı toplu şiir kitabında yer almıştır.
Bir mektubunda Furuğ’a “Karşı cinse pek hoş düşünceler beslemiyorum. Sizin [kadınların, h.h.] yanınızda bir hakikatin var olduğuna inanamıyorum ve şayet bulunursa da çok az ve değersiz olduğundan eminim…” diye yazan Perviz’in Furuğ’u ev kadını olmaya zorlamış, şiir yazmasına karşı çıkmış, sosyal ilişkilerini kısıtlayıp ve nihayetinde onu boşadıktan sonra tekçe çocuğu Kamyar’la görüşmeyi ona yasaklamış bu ise Furuğ’u derinden yaralamıştır. Golestan’la karşılaşması Furuğ’a yeni bir dünya ve yeni bir sevda kapısı açmışsa da Golestan’ın kişisel ve kişiliksel yapısından dolayı Furuğ daha büyük sıkıntılar içine girmiş ve daha fazla çaba harcamak zorunda kalmıştır. Furuğ birinde Golestan Avrupa gezisindeyken Stüdyo’da çalışırken Golestan’ın çekmecesinde bulduğu eşine hitaben yazdığı mektupta, başka sevdiği bir kadın olmadığını ve Furuğ’un onun için ancak geçici bir meşguliyet olduğunu, yazdığını görünce büyük hayal kırıklığı yaşamış ve derinden yaralanmıştır. Ablası Puran’ın anlattığına göre “Bu adamın (Golestan’ın, h.h.) Furuğ’a yarattığı rahatsızlıklardan dolayı Furuğ intihara kalkıştı.”[4] Furuğ bir öyküsünde şöyle yazar: “Dudaklarımdan öptü. Dudakları soğuktu. Birbirimizi bulmak için boşuna uğraştık. Geç olmuştu artık. O, ‘Ben karımdan ayrılırım ve şayet istersen sen hep burada kalırsın!’ dedi.”[5]
Ted ve İbrahim’in Sylvia ve Furuğ üzerindeki etkisi çelişik olsa da Sylvia evlendikten sonra yazıdan giderek uzaklaşmaya başladığı bir gerçektir. Buna karşı Furuğ, İbrahim’le tanıştıktan sonra daha çok yazmaya yüz koydu. Bir rastlantıdır: İki genç kadın şair Furuğ ve Sylvia, iki kendini beğenmiş şair, yazar ve sanatçı adam (Perviz’i saymazsak) İbrahim ve Ted!
Furuğ şiirini üç döneme ayırmak mümkündür. İlk dönem, hamlık dönemi şiirlerini Tutsak, Duvar ve İsyan’da topladı. İkinci dönem Perviz’den ayrılıp Golestan’la tanıştıktan sonra kaleme aldığı Yeniden Doğuş toplu şiirlerini içeren şiirleri kapsar. İnanalım Soğuk Mevsimin Başlangıcına adı altında toplanan üçüncü dönem şiirleri ise ölümünden sonra okurlarıyla buluşmuştur.
Sylvia’nin şiirini de üç döneme ayırmak mümkündür: İlk gençlik yıllarında daha çok karalamaya benzer şiirleri, ikinci dönem 1956-1960 yılları yani 24-29 yaşları arası ve son dönem olgunluk yılları şiirleri. Ted Hughes’in onun şiirlerine yazdığı önsözde bu dönemi hakkında “Bazı şiirlerinin yeniden yazmış ve bazıları ise başkalarının şiirlerine yanıt olarak kaleme almış,”[7] der.
Sylvia, şiirlerinin yanı sıra öykü, roman, çocuk hikâyeleri ve makaleler yazdı. Furuğ şiirlerinin yanı sıra öykü, senaryo yazdı, film yönetmenliği üstlendi, resim çizdi, tiyatro oyunculuğu yaptı ve kısa filmlerde rol aldı.
Yarım yüzyıl geçmesine rağmen bu iki kadının yaşamı ve eserleri dünyanın dört bir yanında önemli eleştirmenlerin derin ve geniş yazınsal irdelemelerine konu olmaya devam etmektedir. Bu iki şairin benliklerini çırılçıplak bir hassasiyet, mazlumiyet, başkaldırı ve duyguyla yansıtan şiirleri kimi ortak özellikler içerir.
Ayna ve Zeval
Kadının biyolojik özelliği, eril toplumdaki geleneklerin ve inançların belirlediği yeri, kadının kendine ve topluma bakışı, onun yaşadığı sosyal ve kültürel çevrenden etkilenmesi ve o çevrene etkileri ve birçok faktörler sonucunda ortaya çıkan şiiri elbette ki tek bir şablon içinde ele almak mümkün değil. Hele ki kendine bakma ve egemen kültür ve yer ve konum belirleme zorbalığına karşı ve ondan uzaklaşma isteği kadın şiirinin temel dokusunu oluşturmada büyük rol oynarken. Diğer yandan, Hélène Cixous’nun Medusa’nın Gülüşü adlı çalışmasında vurguladığı gibi écriture feminine (kadın yazını)’de kadının kendi biyolojik ritminin de yansıdığı ve eril şiir ritminin parçalandığı, eril dil dizgesel yapının yadsındığı dişil şiir akışında şairin kendine tanıklığına tanık oluruz. “Kendilerine Ait Bir Edebiyat”[8] adlı akademik monografında Elaine Showalter de yüzlerce diğer araştırmacı, yazar, düşünür kadın gibi kadınların yazınsal eylemlerinin özelliklerine yakından irdelemektedir.
Gözün takılması ve göz atma ile bakmayı ayırıyorum. “Bakmak” bir nesneyi/kimseyi isteyerek gözlemlemek, onu anlamak eylemidir bir bakıma. Bir nesneye baktığımızda onu algılamamız için aslında o nesnenin somut varlığına bağlı olduğu halde yüzeyinden derinine inmek zorundayız. Bu süreçte, ister istemez, onu oluşturan kimi parçaları kaybederiz. Bu yitirme nesnede cereyan etmez. Biz onu kendi içimizde kaybedeceğiz ve böylece o nesneyi eksileni ile algılayacak, yaşamımıza dâhil edeceğiz, eksilenin ne olduğunu bilmesek de.
Burada belki, yanıt bekleyen daha ciddi sorun oluşturan o soruyu sormalı: “Acaba o kaybolan kısma ne olacak?” Oyuncaklarıyla oynayan bir çocuğa bakıyoruz diyelim. Onun oturuşundan, el hareketlerinden, mimiklerinden, çıkardığı seslerden ve hatta onun oynadığı objeye bakışının toplamından o çocuğu ve durumunu algılıyoruz diyelim. Fakat, gözlemlememizdeki tüm titizliğimize rağmen, bizde onun dünyasında var olandan daha eksik bir “duygu ya da bilgi” oluşacağından, kaybolan parçadan dolayı biz hâlâ işin eksik yanında duruyoruz olacağız. Ayrıca diyelim ki o anda o çocuğun büyüdüğünü, ona bakan kişinin yani bizim yaşımıza geldiğini düşünelim. O çocuğun o “anının” kaybolup gideceği başka bir eksikliğin kaynağı olacak! Bu eksilmeler kümesi ve yitirilmişler dünyası bir hüzün kaynağı olur.
Ayna önünde duruyoruz. “Kendimizi” izliyoruz. Bu izlemede, tüm dikkatimize rağmen bir karanlık, gölgeli yan olduğunun da farkındayız. Karşıdakinin gözüyle bu yana bakmak belki bu karanlığın derinliğini azaltır diye düşünürüz belki, emin değilim. Aynanın önünden çekildiğimizde iki dünya aynı anda kaybolur: aynaya bakanın ve aynadaki bakanın dünyaları! Bu kayboluşlar gelecekteki ölüm aldı mutlak zeval oluşun bir provasıdır. Aynaya bakan aynadan uzaklaşınca kendisiyle bir imge taşıyabilir ve onu kendi içinde canlı tutabilir ancak aynadakinin ne olacağı hakkında bir bilgimiz yok! Aynaya bakan kişinin yeniden o aynaya dönemeyeceği, dönse dahi o geçmiş andaki kaybolup giden yüzle bir daha asla buluşamayacağı gerçeğini algılamak, bir tanıklık olarak bu eksilmeleri ele almak başka bir konudur.
Şair kendine tanıklık etmediği sürece onun dürüstlüğüne nasıl güvenebiliriz? Tanıklık eden bakışlardan biri de yaşam aynasına bakışla olasıdır. Erkek sadece sakalını tıraş etmek için ya da kadın sadece saçlarını taramak için durmaz ayna karşısında. İnsan bilinci ya da bilinçaltı önünde sonunda ona aynadakinin gözlerinin içine bakmayı dikte eder. Cereyan eden bu bakışmayı hem aynaya bakan hem de aynadakinin ona bakışı yönünde irdelemek olasıdır -ki çokça irdelenmiştir-. Aynaya bakmak belki de Derrida’nın kedisinin ona banyoda çıplakken bakışı gibidir. Derrida’ya göre kedinin o bakışı ona şu soruyu sorduruyor: Ben kimim?[9]
Birine baktığımızda onu kendinden soyutlayıp kendimize yaklaştırmıyor ya da uzaklaştırmıyor muyuz? Sevmek için ya da yok etmek için! Bu bakış bir bakıma onu kendinden edip kendime mal etmek değil mi? Kendime mal ederken ondan neler kaybettirdiğini algılayabiliyor muyuz? Yoksa kaybedilenler, tam bir bilinçaltında yitirilmiş gibi saklananlar gibi mi? Bakışta yok olmaktan önce, aynada zevali yaşamaktan önce bir yok ediliş söz konusu mudur?
Hemen hemen hepimiz sıkıntı verecek ölçüde rutinleşmiş bir şekilde sabahları ayna karşısında dururuz. Görüntümüzü “gözden geçiririz”. Ne zamanki bakmak için aynanın önünde dururuz işte o zaman var olma durumumuz açısından bir tanıklık süreci yaşanır. Tanıklık bir şeyi ispat için ya da kendinden sonra başkasına aktarırken doğruluğuna inandırmak için değil mi? Hayır değil. Aynanın bu yanındaki benim kendime ait, ruhuma ait tanıklığımın yanı sıra, belki de ondan daha önemlisi aynadaki benin bana gösterdiklerinin gerçekliğine tanık olmaktır. Burada nesnelere baktığımızda sebep olduğumuz soyutlama –örneğin şiir oluştuğunda- ve bu süreç içinde yol açtığımız kayıplar çoğalmıyor mu?
Aynanın önünden ayrılmalıyız. Kendimizden ve işte bu yaşamdan ayrılmalıyız. Aynadaki suretimin yok olması, hayattaki suretimin yok oluşundan ne farkı var?
Örnek Şiirler
Şiiri genel olarak incelerken onun dilinin ve bu dili bir araç ya da teknik olarak şair tarafından nasıl işlendiğinin öncelikle biçimine ve bütünündeki kendi içindeki referanslarıyla ele almak kabul edilir bir yöntem olabilir. Sylvia ve Furuğ şiirinde biz sözcüklerin alışılagelmiş yer ve referanslarından farklı bir yer ve referansla, alıştığımız gelenekseli yadsıyan bir yer ve referansta olduklarıyla karşılaşırız.
Örneğin Sylvia Ayna adlı şiirinde şairin sesini duyacağımıza onun sesini ayna tarafından duymaktayız. Nesne aynaya bakacağına, ayna nesneye bakmaktadır.
ve benim yarı yanım olan kimse, benim dölümün içine dönmüştü
ve ben onu aynada görüyordum
ayna gibi duru ve aydındı
***
ne de sevecendin ey sevgili, ey biricik sevgili!
ne de sevecendin yalan söylerken
ne de sevecendin aynaların gözkapaklarını kapatırken
yalnızlık boyutlarındaki bir odada
aşk boyutlarındaki yüreğim
kendi mutluluğunun sade bahanelerini seyreder,
saksılardaki çiçeklerin güzelim yok oluşunu
ve senin bahçemizde diktiğin fidanı
ve bir pencere boyutlarında öten
kanarya ötüşlerini…
ah…
budur benim payıma düşen
budur benim payıma düşen
benim payıma düşen
bir perde asılmasının benden aldığı gökyüzüdür
benim payıma düşen, terk edilmiş merdivenden inmektir
ve ulaşmaktır bir şeylere
çürüyüşte ve gurbette
“Ben gecenin sonundan söz ediyorum Karanlığından sonundan Ve gecenin sonundan söz ediyorum Evime gelirsen şayet Benim için ey sevgili Bir ışık getir Ve mutlu sokağın kalabalığına bakacağım Bir pencere”
“Harlı alevlerin ortasında bile altın nilüfer yetiştirilebilir.”