22 Temmuz 2024’te kaybettiğimiz Ferit Edgü’nün, ilk baskısı 1977’de yayımlanan “Hakkari’de bir mevsim” adlı kitabında yer alan bir öyküsünde bir anlatı var:
“‘Hoca, benim kardeş hasta diyor. Nesi var, diyorum. Ateşi var çok, diyor. Ölecek. İlaç vereyim mi, diyorum. Hayır, portakal ver, diyor. Portakal yememiştir hiç.”


Bu anlatıyı okuduğumda Samed Behrengi’nin 1968 yılında yazmış olduğu Turunç Kabuğu adlı öyküsü aklıma geldi. Çok çarpıcı bir öyküdür.
Çevirdiğim bu öyküyü burada veriyorum:
“Evet, suç benimdi. Pazar günü olmasına karşın, şehirde kalmaya mecbur olduğum için suç benimdi. Belki karın ağrısına yakalanan kahvecinin karısının suçuydu… Hayır, değildi! Ne benim ne de onun suçuydu! Konu bu kadar basit değil. En iyisi ben olup bitenleri baştan size anlatayım, siz kendiniz karar verin suç kimin. Ortada bir suç varsa tabii.
Cumartesi günü, öğlen saatiydi. Kahvenin önünde dut ağacının yaydığı gölgede oturmuş, bozbaş yiyordum. Sonrasında caddenin başına gidecektim. Oradan da otobüs yakalayıp şehre inecektim. Okulu daha yeni tatil etmiştim. Anlamadım ne zaman Tahir, ne ara çarçabuk eve gitmiş, kitaplarını eve bırakmış, at arabasını havuzun kenarına getirmişti. Şimdi ata su veriyordu. Kabarmış ceplerinden durmadan ekmek çıkarıp yiyordu. Kahveci, boş bozbaş tasını önümden aldı ve oğlu Sahap Ali’ye benim için çay ve nargile getirmesini söyledi, sonra da gelip yanıma oturdu ve dedi ki:
“Öğretmen Bey, senden küçük bir ricam olacak.’
Ben de: “Rica ederim Nuruş Bey, emrin olur!” dedim.
Sahap Ali çayı getirdi ve nargileyi tutuşturmak için geri gitti. Kahveci, “Sahap Ali’nin annesinin,” dedi, “dün geceden beri karnı ağrıyor. Kıvranıp duruyor, dur durağı da yok! Kekik suyu verdik olmadı, zencefille nane demledik, yine olmadı. Boncuk Nine, şayet turunç kabuğunu demleyip içirirsek iyileşir demiş. Biliyorsun köyde turunç kabuğu bulunmaz. Benim bir parça vardı, geçenlerde bilmiyorum kime verdim. Öğretmen Bey, madem şehre iniyorsun zahmet olmazsa biraz turunç kabuğu alır getirir misin bize?”
Sahap Ali nargileyi getirip önüme bıraktı, kendisi de konuşulanları duymak için yanı başımda ayakta durdu. Ben: “Baş üstüne Nuruş Bey! Mutlaka bulur getiririm,” deyince Sahap Ali öyle sevindi ki, annesi iyileşmiş ayağa kalkmış, onun önünde duruyordu sanki!
Pazartesi sabah erkenden caddenin başında otobüsten indiğimde çantamda kocaman bir turunç vardı. Eskiler hep derler, turunç kabuğu çayı karın ağrısına bire birdir. Ama hangi karın ağrısı?
Caddenin başından hızlı adım yürüsen köye kadar kırk beş dakika sürerdi. Yürüyerek köye geldim. Önce kendi evime uğradım. Turuncu ve sınıfım için gerekli olan bir iki kitabı alarak dışarı çıktım. Ev sahibi avluda önümü kesti ve selamlaştıktan sonra: “Allah rahmet eylesin… Hepimiz gidiciyiz!” dedi.
Of of… Sahap Ali öksüz kalmıştı. Zavallı Sahap Ali! Bundan sonra okulda aç kalmayasın diye kim senin mendiline ekmek koyup okula gönderecek?
Turunç avucumda taş kesildi. Ağırlık yapmaya başladı.
“Ne zaman oldu?” diye sordum.
Ev sahibi: “Cumartesi gecesi… Gece yarısını az geçince. Dün toprağa verdik!” dedi.
Eve döndüm. Turuncu kitapların arkasında sakladım. Sonra da oradan çıkarıp yatağın bir köşesine tıkıştırdım. Sahap Ali ya da kahveci evime geldiklerinde turuncu görsünler istemiyordum.
Kahvehane birkaç gün kapalı durdu, sonra tekrar açıldı. Ama Sahap Ali on beş yirmi güne kadar dikkatini toplayamadı. Gülmeyi unutmuştu sanki. Oyun oynamıyordu. Sürekli düşünceliydi, dalgındı. Benimle hiç konuşmuyordu. Sanki yıllardır küstük. Kahvehaneye gittiğimde bile selamımı zoraki alıyordu.
Kahveci, Sahap Ali’nin bana karşı bu soğuk davranışından dolayı mahcup oluyordu. Bana: “Herkesle aynı. Sadece sana yapmıyor Öğretmen Bey!” diyordu.
Ben de: “Tabii ki,” diye yanıtlıyordum, “çocuk katlanamıyor! Unutması için birkaç ay geçmesi gerek.”
Sahap Ali’nin annesi öleli kahveci birkaç öteberisini de kahvehaneye taşımıştı. Baba oğul, geceli gündüzlü orada kalıyorlardı. Ben de bazen gece yarılarında kahvehaneden evime dönüyordum.
Bir süre geçti ancak Sahap Ali eski hâline dönmedi. Bana karşı davranışı her gün biraz daha kötüye gidiyordu. Dersleri pek dinlemiyor, daha öğreniyordu. Dışarıda başkalarına karşı önceden nasılsa öyle davranıyordu. Ama bana hiç yüz vermiyordu.
Ne kadar düşündüysem aklım bir yere varmadı. Annesinin ölümünden sonra neden Sahap Ali’nin benden hoşlanmadığını anlayamıyordum. Bazen kendi kendime, “Annesinin ölümünden beni mi sorumlu tutuyor acaba?” diyordum. Ama bu düşünce o kadar aptalca ve ilgisizdi ki üzerinde bile durmaya değmezdi.
Sahap Ali’nin annesi apandisitten öldü diye tahmin ediyordum. Yaşayabilmesi için acilen ameliyat olmalıydı.
Bir gün, derste turunç sözcüğüne rastladık. Çocuklardan sordum: “Aranızda turunç gören var mı?” Kimseden çıt çıkmadı. Boncuk Nine’nin torunu sanki bir şey diyecek gibi oldu ancak sustu.
Tekrar sordum: “Turuncun ne olduğunu kim biliyor?”
Yine kimseden ses çıkmadı. Boncuk Nine’nin torunu bir şey diyecek gibi oldu ama ağzı açılmıyordu.
“Haydar,” dedim, “bir şey söyleyeceksin galiba. Söyle bakalım. İstediğini söyle canım!”
Şimdi bütün gözler Boncuk Nine’nin torununa dönmüştü. Sadece Sahap Ali dinlemiyordu. Oralı bile olmadığını ima ederek gözlerini karatahtaya dikmişti. Turunç lafı açıldı açılalı Sahap Ali oturmuş, dosdoğru karatahtayı seyrediyordu.
Boncuk Nine’nin torunu, biraz da korku ve kuşkuyla: “Öğretmenim benim turuncum var!” dedi.
Kimse Haydar Ali’den böyle bir yanıt beklemiyordu. Bu yüzden herkes birden gülmeye başladı. Sahap Ali’nin de gözleri parladı ve elinde olmadan Boncuk Nine’nin torununa döndü. Herkes turuncun nasıl bir şey olduğunu merak ediyor, görmek istiyordu.
Sınıfın en yaramaz öğrencisi Sırık Ali, ayağa kalkarak: “Yalan söylüyor öğretmenin, turuncu varsa göstersin!” dedi.
Sırık Ali’yi yerinde oturttum ve “Kendisi zaten göstermek istiyor!” dedim.
Gerçekten de Boncuk Nine’nin torunu biyoloji kitabını çıkarmış, bir şeyin peşinde kitabın sayfalarını karıştırıyordu ancak bulamıyor ve durmadan: “Şimdi gösteririm. Kalple damar resimlerinin ortasına koymuştum,” diyordu.
Boncuk Nine’nin torununun kitabını aldım. Şimdi herkesin gözü benim ellerimin üzerindeydi. Sahap Ali’nin gözleri bile… Herkes turuncun nasıl bir şey olduğunu anlamak istiyordu. Ben de Sahap Ali’nin sevgi ve ilgisini çekebildiğim için içten içe sevinçliydim. Anlayamadığım şuydu: Sahap Ali’nin bana karşı ilgisini çeken neydi? Acaba sadece turuncun ne biçimde bir şey olduğunu mu görmek istiyordu?
Haydar Ali’nin kitabında, kalp ve damar resimlerinin bulunduğu sayfayı buldum. O iki sayfayı herkese gösterdim. Tabii turunç falan yoktu ama her iki sayfada da sarımsı renkte bir leke göze çarpıyordu.
Herkesten önce Sahap Ali ayağa fırladı ve kitaba baktı, sonra da benim konuşmamı bekledi. Kitabın ortasından turunç kokusu geliyordu. O ana kadar aklıma gelmeyen bir şeyi anımsadım. Sahap Ali’nin annesinin ölümünden birkaç gün sonra turuncu Boncuk Nine’ye vermiştim. Saklasın diye, birisinin ihtiyacı olur diye…
Boncuk Nine, köyün aksaçlısıydı. Halk onun bütün ilaçları, dermanları bildiğini söylerdi. Ebelik de yapardı. Boncuk Nine, torunu Haydar Ali ile birlikte yaşardı ve dünyada ondan başka kimsesi yoktu. Bu yüzden de Haydar Ali’ye köyde hepimiz Boncuk Nine’nin torunu derdik. Adıyla pek çağırmazdık. Turuncu, Boncuk Nine’nin oğluna verdiğimi anımsadığımda Haydar Ali’nin kitabındaki o sarı lekenin de turunç kabuğundan olduğunu anladım. Boncuk Nine, turuncu torununa vermiş, o da kitabının arasına yerleştirmiş. Ben de okula gittiğim yıllarda hoş koksun diye kitabımın ortasına turunç kabuğu, portakal kabuğu koyardım.
Boncuk Nine’nin torunu kitabın arasında bir şey olmadığını görünce çok değerli bir şeyini kaybetmiş gibi ağlamaya başladı ve dedi ki: “Öğretmenim benim turuncumu almışlar!”
Ben teker teker çocukların yüzüne baktım. Hangisi Haydar Ali’nin turuncunu almış olabilir? Sırık Ali mi? Tahir? Sahap Ali? Hangisi?
Boncuk Nine’nin torununu sakinleştirerek: “Dur hele ağlama, düşünelim bakalım ne yapmışsın! Belki de kaybetmişsin!” dedim.
Boncuk Nine’nin torunu: “Hayır öğretmenim! Bu sabah gördüm, yerindeydi. Öğlen de eve gitmedim,” dedi.
Doğru söylüyordu. Tahir’in annesinin önceki geceden doğum sancısı başlamıştı ve Boncuk Nine de onun yanındaydı, böylece Haydar Ali de mecburen okulda kalmıştı.
Çocuklara: “Bakın çocuklar, Haydar Ali’nin turuncundan kimin haberi varsa kendisi söylesin. Biz birbirimize yalan söylemeyiz ya… Biz birbirimizle arkadaşız. Biz; bize düşman olan, güvenmediğimiz kimselere yalan söyleriz,” dedim.
Sahap Ali dört gözle kulak kesilmiş, dinliyordu. Tekrar söyledim: “Pekâlâ… Turuncu kimin aldığı hâlâ belli olmadı çocuklar!”
Bir süre kimseden ses çıkmadı. Sonra Sırık Ali parmak kaldırarak: “Öğretmenim ben aldım. Ama artık bende değil!” dedi.
“Ona ne yaptın?” dedim.
Sırık Ali: “Kahraman’a verdim. Kitabını hoş koksun diye. O diyor ki bende değil. Geri verdim diyor,” dedi.
Kahraman ayağa kalkarak: “Öğretmenim doğrusunu isterseniz yarısı bende!” dedi.
“Diğer yarısı nerde?” dedim.
Kahraman: “Diğer yarısını Tahir’e verdim,” dedi.
Kahraman, matematik kitabının ortasından küçük bir parça turunç kabuğunu alarak getirip masama koydu. Turunç kabuğu, saksı gibi sertleşmişti. Bütün gözler Tahir’in yüzünden benim masaya döndü. Hepsi de ona dokunup onu koklamak istiyordu. Sınıf defterini kabuğun üzerine koydum ve Tahir’e döndüm. Tahir, elinde olmadan ayağa kalktı: “Öğretmenim ben o yarının yarısını verdim. Diğer yarısını da Tallaloğlu’na verdim,” dedi.
Tahir de biyoloji kitabının ortasından daha küçük bir parça turunç kabuğunu çıkarıp bana verdi. Böylece turunç kabuğu beş, altı kez bölünmüş ve son kişiye bir parmak ucu kadar küçücük bir parça kalmıştı.
Turunç kabuğunun her parçasının bulunmasıyla Boncuk Nine’nin torunu daha keyifleniyordu. Ama Sahap Ali konuşmadan ya da gülmeden dikkatle turunç kabuklarını takip ediyor ve işin sonunda ne olacak diye bekliyordu.
Ne yapabilirim diye parçaların hepsini avucumun içine doldurdum. Öncelikle çocuklara bunun turunç değil, turunç kabuğunun bir parçası olduğunu anlatmalıydım. Ama Sahap Ali bana fırsat vermedi. Ayağa kalktı, hırsla ve öfkeyle elime yumruk attı. Turunç kabuğunun her bir parçası bir yana fırladı. Birkaç kişi sıraların altından toplamaya başladı ancak benim çağırmamla hepsi sıraların altından çıktı, sessiz sedasız yerlerine oturdu. Çok kızdığımı, her an birine vurabileceğimi sanmışlardı. Sahap Ali yerine döndü ve ağlamaya başladı. Öyle bir ağlama ki neredeyse bütün sınıfı ağlatacaktı.
Gece, müşterilerin hepsi gidinceye kadar kahvehanede oturdum. Sadece ben, kahvenin sahibi, bir de Sahap Ali kaldık. Artık ipin ucunu yakaladığımı düşünüyordum. Biraz dikkatle sorunu çözebilecektim. Yani Sahap Ali’nin bana surat asmasının, benimle küs olmasının turunç kabuğuyla bir çeşit ilgisi vardı ama nasıl? Bunu tam olarak anlamış değildim daha.
Sahap Ali bankta oturmuş, kitabına eğilmiş; ders çalışıyormuş, okul işleriyle uğraşıyormuş gibi yapıyordu. Ama benim konuşmamı beklediğini çok iyi biliyordum. Kahvehane tenhalaşınca: “Nasılsın Sahap Ali?” dedim. Yanıtlamadı. Kahveci: “Oğlum, Öğretmen Bey sana soruyor!” dedi.
Sahap Ali başını azcık kaldırarak: “İyiyim,” dedi.
Ona: “Sahap Ali, bu sefer şehre indiğimde sana turunç almamı ister misin?” dedim.
Bunu sırf o konuşsun diye söylemiştim, başka bir maksadım yoktu. Kahveci bir şey söylemek isterken ben kendisinden bize karışmamasını rica ettim. Sahap Ali sustu. Ben tekrar sordum: “Sahap Ali, turunç istemiyor musun?”
Sahap Ali birden top gibi patladı: “Doğru söylüyorsun madem, neden annem öldüğünde getirmedin? Sen turuncu getirseydin annem ölmezdi!”
Sahap Ali içini döktü, sonra da başladı ağlamaya. Nuruş Bey ne yapacağını bilemiyordu. Oğlunu mu sakinleştirsin, benden özür mü dilesin yoksa kendi gözlerine dolan gözyaşını mı silsin, kalakalmıştı!
Şimdi yapmam gereken, Sahap Ali’yi turunç kabuğunun annesinin ölümünü önleyemeyeceğine ikna edip inandırmamdı. Ama bu çok zor bir işti!”
