Furuğ’un Ses(ler)i: Ev Karadır’ı anımsama

İran sinema tarihinin en güçlü filmlerinden birini yirmi sekiz yaşında, hiç de sinemacı olması düşünülmeyen ve bu filmden başka karnesinde başka filmi bulunmayan bir kadın yapıyor. Ama Ev Karadır hakkındaki temel nokta, Furuğ’un kendi sesini bu filmde buluyor/yaratıyor olmasıdır. Ev Karadır, Furuğ’un en iyi şiirlerinden biri belki de en önemli şiirdir. Sadece bir eleştirmenin dediği gibi onun bu poetik belgeseli, edebiyattaki şairanelikle filmdeki şairaneliğin karması olması değil, aynı zamanda Furuğ’un Yeniden Doğuş’u onun İran’ın kuzey batısındaki cüzamlılar evinde on iki gün ikamet ettiği sırada gerçekleşmiş olmasıdır. Orada Furuğ’un sesi Eski Ahit düz yazı çevrisi ve onun filmin medyumuyla çatışması sonucunda dünyaya gelmiştir.

Furuğ işte bu cüzamlılar evinde Eyyûb’un Kitabı’nın satırlarında bir karşılık bulur: “Anımsa ki benim yaşamım rüzgardır ve gözlerim asla iyiliği görmeyecektir. Beni gören kimsenin gözü bir daha bana ağlamayacaktır ve gözlerin bana bakacak ve ben olmayacağım.” (Yedinci Bab, yedinci ve sekizinci ayetler) İlginç olan şu ki Yeryüzü Ayetlerinin dölü burada atılmıştır. Bu Kara Ev’dedir ki o “Umutsuzluğun Görkemi”nden, “Mahpus Ses”ten söz etmekte ve bu “lanetlenmiş geceden / ışığa bir yol açmaya çabalamıştır. Yeniden Doğuş’un her satırında dalgalanan tuhaf dişil-peygamberimsi sesin tınısı, o tuhaf düz yazının tercümesi ve bu tuhaf medyumun çakışması sonucudur:

‘Don’t forget!/ I beg you, God, don’t forget!/ My life is just a breath,/ and trouble lies ahead./ I will vanish from sight,/ and no one, including you,/ will ever see me again.’,

Dolunayın Çocukları üzerine…

Bir romanı okumaya başladığımda bazen “Sanırım bunu okumuştum,” diye geçer içimden. Ya da kendimi bulur, “Benim yazmak istediklerim bunlar” derim. Ya da yazar beni yazmış diye düşünürüm. İşte tam da böyle bir roman: “Dolunayın Çocukları”. Sıraladığım bu düşünceleri “Bu hepimizin bölük pörçük hikâyesidir!” alt başlığı ile yazar da baştan benimsemiş.

“Dolunayın Çocukları”, Haşim Hüsrevşahi’nin Kanguru Yayınlarından Mayıs 2025 tarihinde yayımlanan yeni romanı.

Evet, böyle başladım ama merak da ettim “ne ilgisi var?” diye. İlk başta ayrıntılı bir cami anlatımı… İlginç bölümlerin, kapıların tanıtımı, anlatımı… Düşündüm, yazarın önceki kitaplarında da böyle gizemli ayrıntılardan sonra ilginç olaylar çıkıyordu karşıma, “acaba?” diye düşüncelere daldım…

Kâbusta Bir Yaşam

  1. Yarı ölü bir adam! O adam, yurdunu terk etmek zorunda bırakılmadan tam yedi sene önce, şahlık rejiminin en korkunç hapishanesinde, iki çarpı iki, karanlık, nemli, penceresiz bir hücrede yarı ölü hale getirildi. İşkenceler başlamadan on sene önce yazmıştı Beyel’in Yas Tutanları’nı[1]. Yarı ölü olarak hapishaneden dışarı atılınca eli kalem tutmadı bir süre. Öfkeli ve küskündü. Ama buna rağmen Şubat Devrimi yenilmesin diye çok çabaladı. Ancak Devrim yenildi. Giderek ölü yanı yeniden dirilmeye yüz tutan adamın peşine bu kez Devrim Muhafızları takıldı. Bütün ailesi ölümle tehdit edildi. En yakın dostu idam edildi. Evden kaçtı. Karanlık bir ahırı andıran bir çatı arasında saklandı. Tam bir yıl. Şimdi bıyığı, saçı, sakalı kesilmiş, bir terzihaneye getirilmiş, saklanıyor. Terzihane karanlıktır. Görünmesin diye ışık yakmaz. Gözleri alışmış mutlak karanlığa. Kapı derzinden sızan ışıkla yetiniyor. Yazıyor. Duruyor. Tekrar yazıyor. Odanın duvarındaki delikten iki göz onu dikizliyor. Gözlerini o iki gözden alarak karanlıkta tekrar yazıyor. Yazmazsa, yarı diri yanı da ölecek. Terzihanedeki kadınların kahkahasını duyuyor. Onlar gülmezlerdi pek. Ama gülüyorlar. Rahşende’yle dilenci annenin de kahkahası var. Dilenci Anne’nin sesini duyuyor: “Torba dik! Torba dikmek uğurludur, bitince iyi haber alırsın.”[2] Kadınların alt kattan yükselen küfürlü konuşmalarına alışık. Yere uzanıyor. Kulağını ahırı andıran odanın tabanına dayıyor. Bir kadın sesini açık açık duyuyor: “Ağlayın, şifa bulun!” Hatırlıyor. Bunu Nene Hanım, hastaların boynuna zincir bağlayıp ve zincirin bir ucunu türbenin düğmelerine tutuşturduktan sonra söylemişti. Hastalar yere uzanarak ağlamaya başlayınca, Fatıma Nene de abdest almış, gidip kapının önünde durmuş ve yüksek sesle söylemeye başlamıştı: “Ya Hazret, ya İmam! Beyel’in hastalarına şifa ver!” Yarı ölü adamın kulakları yerde, gözleri bu ahırın bir köşesinde onu dikizleyen iki gözde. Köşedeki gözler ona yaklaşıyor. Daha da.

Ve sen, evreni ağzında taşıyordun…

Azalya, başını masaya dayadı ve çok geçmeden uyku göz kapakla­rına dayandı, ayaklarının altındaki toprak yumuşadı, alnının altında­ki eli ve dayandığı masa derinleşti. Kendini, resimdeki kadının açık avuçlarından başlayan, üzerinde asılı durduğu boşluğa bıraktı.

“Sen kimsin?”

“Sen kimsin?”

“Ben Rana…”

“Ha ha… Ne hoş bir isim…”

“Ya sen kimsin?”

“Ben Azalya!”

“Aaaaa! Olamaz!”

“Neden olamazmış?”

“Seni tanıyorum.”

“İlginç!”

“İlginç! Şu anda senin öykünü okuyorum. Yaaa! Ne kadar acı bir hikâyen varmış senin!”

“Nasıl acı?”

“Bilmiyor musun?”

“Neyi?”

“Kendi öykünü.”

“Ne olmuş ki bana?”

“Ailen, evin… Hem o kadar sevdiğin erkek… Aquilla, tapınağı sana yeğledi ya… Sonra… Yani çok acı çekmişsin…”

“Ya? Olanları biliyorum… Ya sonra?”

“Sonrasını okumadım daha…”

“Nasıl yani? Sen herkesin kaderini okur musun?”

“Hayır öyle değil!”

“Ya nasıl?”

“Bir kitap okuyorum… Senin hayatını anlatan bir kitap!”

“Öyleyse benim hayatımın sonunu biliyorsun, bilmiyor mu­sun?”

“Hayır! Daha bilmiyorum!”

“İlginç! Okumuş olsaydın, bana geleceğimden haber vermiş olur­dun öyle mi?”

“Şimdiki sana göre, yani o zamandaki, öyküdeki banyo yaptıktan sonra Aquilla’yı beklerkenki sana göre öyle…”

“Geleceğimi bilemezsin… Sadece kaderleri çizen… Sadece Tan­rı bilir geleceği…”

“Bu bir öykü…”

“Ne yani… Benim tüm acılarım bir masal mı? Bir hiç mi?”

“Hiç değil tabii… Sen bir öykünün gerçeğisin… Acıların gerçek tabii ki… Ama ne bileyim…”

“Ne fark eder!”

“Ne bileyim!”

“Bir öyküyse peki, benim bu çektiklerim ne olacak? Kim vere­cek bunun hesabını?”

“Bana niye kızıyorsun?”

“Hayır, kızmıyorum… Zaten kime kızmam gerektiğini de bilmi­yorum.”

“Hikâyeni bilemiyorum.”

“Hem bilemezsin; çünkü, öykü bitince oradakilere ne oluyor, onu da bilemezsin. Biliyor musun? Orada bekliyorlar mı yani? Sen öyküde değilsin ki bilesin!”

“Kitabı bitirdiğimde senin öykün de son bulacak… Ama öykü bit­tiğinde sana ne olacağını, yani sonra ne olup biteceğini bilebilmem için kitabı okumalıyım! Okuyup kapadıktan sonra ne olacak, onu bi­lemem!”

“Ha ha! Ne kadar ilginç… Yani sen şimdi kitabı okumuş olsaydın, benim bilmediğim kaderimin ne olacağını bana söyleyebilirdin… Bi­tirince de ben bitmiş olacağım, öyle mi?”

“Öyle galiba!”

“Başkası okuyamaz mı senin okuduklarını?”

“Okur tabii…”

“O zaman, ben yeniden mi başlarım yaşamaya?”

“Öyle galiba!”

“Yani benim yaşamım bitip bitip başlanacak mı? Ben, ölüp ölüp dirilecek miyim?”

“Bu çok korkunç… Yani, senin ruhun ölümsüzleşiyor… Yani, amaaan ne bileyim ben!”

“Sonsuz acılar… Ben bu öyküden kaçamaz mıyım?”

“Ama seni yazan da başka bir öykü içinde yazmıştır seni belki.”

“Kaderimi okusana!”

“Kitap uçakta kaldı… Yani ben uçaktaydım. Şimdi de orada ol­malıyım. Öykünü orada okudum.”

“Uçak da ne? Kim yazmış benim öykümü?”

“Ben, kentimden kaçıyorum. Uçakla… Uçuyorum!”

“Aaaaaaa! İlginç! Sen uçuyor musun? Yani, sen de bir çeşit me­leksin! Hem, benim gibi memleketinden kaçıyorsun ha? Bana da me­lek diyorlar…”

“Evet… Ama ben melek falan değilim!”

“Ben de değilim; ama onlar bana sürekli ‘melek’ diyorlar! Aquilla’ya da defalarca söyledim melek olmadığımı; ama… Öykümün neresin­desin? Yani, tapınağın olduğu kentten ayrıldıktan sonra ne oldu bana biliyor musun?”

“Sen kentten ayrılmak üzeresin… Tam Aquilla’dan ayrılıp o kent­ten gitmek istediğin yerdeyim. Ben de merak ediyorum. Daha oku­madım.”

“İlginç! Aquilla ha?”

“Evet…”

“Bir şey kafamı kurcalıyor… Adın neydi senin?”

“Rana!”

“Ha, evet Rana! Ben senin öykünü okumadığıma göre, seni rü­yamda görüyor olmalıyım.”

“Ya da sen benim rüyama geldin! Olamaz mı?”

“Ya da sen benim!”

“Nasıl olur bu? Bir kere, sen çok uzun bir zaman önce vardın… Yani var mıydın yok muydun onu da bilmiyorum. Sen uzun bir zaman önce bir öyküde yaşamışsın… Hayır, ben senin rüyana gelemem.”

“Benim düşüme hangi kapıdan girdin Rana?”

“Bunu sana, o ihtiyar topal öğretti değil mi? Rüyanın kapıları! Ben, Tahran’da doğduğuma göre, senin girdiğin kapıdan çıkmış ola­mam!”

“Ya ben senin gerçeğinsem?”

“Senin gözlerine geri dönmeliyim o zaman Azalya!”

“Yollar, senin düşlerinden başlar.”

“Yangın, harman yerini sarar gibi sardı düşlerimi.”

“Ve bir gün, beni görmek için ruhun tenini terk ettiğinde geri dönmediğini söyle bana!”

“Ben, senin masalınla mı geri dönmekteyim tenime?”

“Ne kadar acı! Sen uyandığında yok olacağım.”

“Beni düşleyerek yarattığını, ilkin o geyikli bahçede söylemiş­tin.”

“O zaman ‘ben’ yoktu ki, yaseminlerle sarılmıştık.”

“Aaah, her şey bir çırpıda nasıl da yok oluverecek! Bir el çırpma­sı, bir göz kırpması…”

“Bizler, birer incirdik.”

“Ve sen, evreni ağzında taşıyordun.”

“Benim ağzımdan evrenin salkımlarını kimse dermedi.”

“Evet… Evet. Bu bir tesadüftü. Biliyorum ne yazık ki! Ancak, rastlantıların ışığı, ilişkilerin bilge düzeni sonucunda yollarımızı ay­dınlatıyor… Bunu ancak aptallar yadsır.”

“Usun zincirlerine boyun eğmeseymişim keşke. Aşk, ey zehirli meyve, keşke çürütmeseydin inançlarımı; keşke ruhuma kanat ver­meseydin.”

“Ben, sana dönerek aşkımı bulmalıyım. Aşk, aşk, ah ey o ilk gü­lüş, ilk gözyaşları…”

“Ne kadar acı tadıyor sesin!”

“Ne kadar acı tadıyor sesin!”