Gerçek bir yaşamdan esinlenen bir öykü!
Yazan: Haşim Hüsrevşahi
Yatağımız olacak, hafif kokuyla dolu,
Divanımız olacak, bir mezar gibi derin;
Bizim için açılmış, en güzel iklimlerin
O garip çiçekleri süsleyecek konsolu
Charles Baudelaire
Yanarım da esas kendi bahtıma yanarım. Dedim tamam dayak atıyor atsın, işte bir lokma ekmek, bir tas sıcak çorba var evimde. Çok şükür. Şükrettim de ne oldu? İlk karın hamile kaldığımda kızım dünyaya gelir gelmez alıp götürdüler bebeğimi. Beni de kolumdan tutup kapıya koydular. Yaşım kaç? On dört! Ana evim yoksul ki ne yoksul. Annemle gündelikçiliğe gittim. Ta ki Hasan talip oldu bana. Yaşı kırk. Mahalle hamamında tellak. Sıska yüzünde iri kara gözleri vardı bir de önceki karısından iki kızı! Karısı bir gece yatmış sabah kalkmamış. O da Hasan’ın çalıştığı hamamda kadın günlerinde natır. Kızları büyükmüş, ere gitmişler. Annem illa ki kız he de, dedi. Dedim. Esas o iskelet yüzündeki fersiz bakışlı kara gözlerine he dedim. Bir de çok şükür bir evim olur dedim. Başımın üstünde bir erim olur, bir çatı… Çatı oldu üstüne iki karın da kız doğurdum. Biri Umay, diğeri Tümay. Şükrettim de ne oldu? Bir akşam, sofraya çökmüş Hasan’ı beklerken eve gelmedi. O gelmeyince telaşlandım. Yine de sabırsız bekliyordum. Ki geç vakit kapım çalındı. Hasan’dan haber. Hamamda kaymış düşmüş, dediler. Kolu kırılmış. Hastanedeymiş. Zaten, bir deri bir kemik iskelet. Hamamda bütün eti erimişti zavallının. Kemik kırılmış. Kırık kemik sinirini bıçak gibi kesmiş. Kol gitti. Kol gidince işi de bitti. Kaldık aç bi ilaç! Ben hiç, Hasan hiç ama ya çocuklar? Kirayı veremeyince evden attılar. Avare kaldık. Ta ki bir gün eski mahalleden bildiğim, halimden haberdar olan Gülsüm Bacı geldi yanıma. Kız kabristanda işe alım var, git de bi bak, dedi. Gittim. Ölü yıkama işi. Hasan olmaz, dedi. Yapma dedi. Ben açız, dedim. Bebeler aç, dedim. Sonunda da tamam dedim. Çalışmaya başladım. Hasan çok üzüldü. Hem kendi işsiz haline, hemi de benim o pis işte çalışmama içerledi. Kabristan müdürü evimizin olmadığını öğrenince gelin burada kalın dedi. Mezarlığın bir köşesinde izbe, kâgir bir oda. Taşındık. Gece ben duvarlarda süzülen akrepleri, çıyanları, örümcekleri avlardım. Her gece üç beş. Örümcekler inmezdi pek. Tepede köşede dururlar öylece bizi seyrederdi. Ben de onları izlerdim. Bu tenha izbe yerde birileri eve girer kızlarıma zarar verir diye gözüme uyku girmezdi. Bağdaş kurur otururdum sabaha kadar. Uykuyu bağdaş uyurdum. Hasan o izbede aya kalmadan çatladı. Belki açlıktan belki üzüncünden dayanamadı öldü. İzbenin az ötesindeki çukurda verdik toprağa. Ersiz kaldım.
Geceleri yakınlarını kaybedip de ölülerini toprağa vermek isteyenler gelirlerdi mezarlığa. Bekçiler hallederdi işlerini. Ama bazen de bizim ışığın açık olduğunu görür kapımızı çalarlardı. Ölüleri ellerinde. Gel de yıka diye, verelim mezara diye.
Yıllar geçmiyordu ama geçti işte. Kızları er evine gönderdim. Gönderdim de ne oldu? Aha işte, Tümay mutluyum derdi. Umay’dan haber almazdım. Nereye gitti bilmem. Kocası alıp başka şehirlere taşımış. Dedikodusu gelir kendi gelmez. Bir süre sonra Tümay da geldi koca evinden, kucağında bir, elinde bir çocuk. Kocası bağımlı. Her gün dayak, her gün dayak. Dayaklara dayanmış dayanmasına ama para için başka erkeklerle yatacaksın diye zorlayınca çekmiş kapıyı gelmiş yanıma. Kocası olan herif almaya gelince kazmayla kovaladım mezarlıkta. Umay’dan yine haber yok. Allah’ıma dua ederdim hep sağ olsun yeter. Yansın çırağı gelsin ışığı.
Bir kış gecesi kapım çalındı. Dışarıda inceden kar yağıyor, rüzgâr kapı derzinde uğulduyordu. Fenerin fitilini az kaldırdım oda aydınlandı. Kalktım. Anamdan hatıra şala sarındım. Battaniye perdeyi kaldırdım. Kapıyı açınca kaç adım ötede uzun siyah bir gölge, omuzunda bir karartı. Dehşetle çığlık attım. Çığlığıma çocuklar geldi. Onlar da çığlık atıp arkama sığındılar, başladılar ağlamaya. Az sonra fenerin ışığında seçebildim. Uzun paltolu adamın omuzundaki bir ölü.
Akrep sokmuştu ruhumu!
*
Dün gece elinde fener kapıyı açıp çığlıklar atınca karşısında duran adam siyah gölge önce kıpırdamadı. Sanki kadının gözü alışsın diye öylece bekledi. Kadın feneri az kaldırınca, “Kimsin, ne istiyorsun?” diye bağırınca adam bir adım yaklaştı. Tok bir sesle, “Bizi içeri al!” dedi. Kadının yanıtını beklemeden, bekçiler uyanmadan içeri girdi. Omuzundaki ölüyü itinayla taşı toprağı ayağın altında duyulan kilimin üzerinde yatırdı. Kar kaplı yün şapkasını çıkardı. Kadın ağzını açamadan adam aynı dinginlik içinde, “Ana affedersin!” dedi. Kadının dizlerinin bağı çözüldü. Adam yineledi: “Başka çarem yoktu. Hem o kendi istedi.”
Tümay annesinin arkasında duruyordu. Elleri çocuklarının başında, gözleri adamın kalın karakaşları altında parlayan gözlerinde. Kadın ancak, “Sen kimsin? Bu kim?” diyebildi. Adam eliyle yerde yatan ölüyü gösterdi, bir şey söylemeden Tümay eğildi, ölünün yüzünü örten battaniyeyi kaldırınca kardeşi Umay’ın ak yüzü, mor dudaklarını görünce sesi kesildi. Önce kadın sonra Tümay çöktü. Kadının içindeki fenerin alevi söndü. Adam, “Bu mektubu o yazdı size!” dedi ve cebinden bir parça kâğıdı çıkarıp kadına uzattı. Kadın duymadı, adamın eli havada kaldı. Adam da yere çöktü. Şimdi üzerindeki karlar erimiş boncuk boncuk su olmuştu. Elini kadının omuzuna koydu. Sonra da kağıdın katını açarak okudu:
“Merhaba canım annem. Bunca yıl sana haber yollayamadığım için özür dilerim. Utanarak söylüyorum ki ben çok mutlu yaşadım. Bu mutluluğu sizinle paylaşmak istedim. Sizi çocukluğumun geçtiği o izbeden, o karanlıktan kurtarmak için bir kavgaya girdim. Son çatışmada yaralandım. Yaram derin. Kalırsam gelir bir gün hikayemi anlatırım, sizi görmeden ölürsem affedin beni. Kardeşime selam ederim. İkinizin de gözlerinizden, yanaklarınızdan hasretle öperim. Ben anladım, diğerlerine de söyleyin! Bu karanlıktan kurtulmanın yolu var, çaresi var.”
*
Ay birkaç geceye bedir olur. Şimdi bulutsuz. Ayaz. Mezarlık sessiz. Tek bir çıtırtı yok. Kar durmuş, rüzgâr susmuş. Mezarlığı sınırlayan duvar kenarındaki ağaçlar çıplak. Ay ışığı karanlığın ağırlığını alıp götürüyordu sanki kadının ruhundan. Uzakta parlayan yıldızlar akrep.
Kadın yeni kazınmış, adsız mezarın kıyısına yere çökmüştü. Ay ışığı düğümlenmiş gibi kıvrılan siyah saçları arasından eti erimiş, kemiği çıkmış kavruk suratına vuruyordu. Kol ağızları eprimiş siyah elbisesinin söküğünden sarkan ipleriyle tırtıklı etek uçları dizlerini ancak kapatıyordu. Çıplak ayaklarına lastik terlik geçirmişti. Sigarasından derin bir soluk aldı. Göğün karanlık göğsünde, aydan uzakta, parlayan yıldızlara karşı üfledi. Yüzü ekşidi.
*
Körsen gözlerimi koyayım gözlerine… Sağırsan savaştan dönüyormuşsun gibi tefler çalayım yolunda, yanımda topuk çırpıyormuşsun gibi çıngıraklar çalayım… Dilsiz kalmışsan sana ezgiler söyleyeyim. Söyle bana! Yılların molozları ardından seni duyacağım. Yeter ki bir ses ver.
*
Kadın ayağa kalktı. Belini doğrulttu. Elindeki kâğıda baktı. Katlayıp sol memesinin üzerine koydu.
Tümay annesinin elini sıktı. Birlikte eve geçtiler.


