Umay Nereye Gitti?

Yatağımız olacak, hafif kokuyla dolu,
Divanımız olacak, bir mezar gibi derin;
Bizim için açılmış, en güzel iklimlerin
O garip çiçekleri süsleyecek konsolu

Charles Baudelaire

Ahmed Ağa ne kadar da güzeldi!

Belkıs:

Ben artık bu evde kalacak değilim. Geceleri kim bahçeye çıkmaya cüret eder! Aman Allah’ım. Gasilahene gibi. İnsanın ödü kopuyor. Cihan Sultan orada oturmuş, aniden insanın üzerine abanıyor. Ağzından yel alsın! Sabahtı Pastacı Hacı Sadık’ın evine gittiğimde. Yıkadım çamaşırlarını, serdim güneşe. Öğlen vakti yorgun argın döndüm eve. Bir lokma ekmek yedik. Mangala Meşdi için köz attım. Çay demledim, önüne koydum. Oturdu, başladı esrar çekmeye. Ben de şöyle bir uzanayım dedim. Yorgunluk atayım dedim. Sırtımın kemikleri takır takır ses veriyordu. Daha gözlerim uykuya ısınmadan Ahmed Ağa kapıya gelerek, “Cihan Sultan, işte böyle böyle olmuş,” dedi, “gözünüz Kakol Zeri’nin üzerinde olsun. Ölünün bulunduğu odaya gitmesin. Ben çarşıdan birini bulayım, kaldırsınlar onu.” Kakol Zeri’nin eli onun elindeydi. Bizim odaya soktu. Pek yürekli adam. Gözleri kupkuruydu. İçim acıdı. Gözlerim karardı birden. Sanki evi kaldırıp tepeme indirdiler. Kakol Zeri, bir saat sarkacı gibi karşımda salınıyor, parmağını emiyordu. Ya bu gece nerede uyuyacak? Annesi yok, Cihan Sultan da göçtü öte dünyaya. Ya bizim yanımızda yatacak ya da Ahmed Ağa’nın. Şayet geceye kadar kaldırmazlarsa ölüsünü, şeytan kalıbına girer, gelir hepimizi boğar. O yaşarken kımıldayamıyordu, ölüyken nasıl kalkıp yürüyecek? Dilini ısır! Tanrı isterse her şey olur. Şeytan kalıbına girerse kalkar yürür. Ölü günahkâr ise ve cenazesi hemen kaldırılmazsa şeytan girer onun kalıbına, başlar yürümeye.

Servi gibi üç genç varmış. Bir gece gasilhanenin oradan geçiyorlarmış. Hani o külhanbeyi gençlerden; su kenarında oturur, gümüş çubuklar ellerinde. Biri demiş ki kim sıkıysa girsin gasilhaneye, oradaki ölünün tabutuna bir çivi çakıp gelsin. Hepsinden daha ciğerli olanı, kavgacısı ben girerim, demiş. Yarı gece, gitmiş bir çivi bulmuşlar, vermişler gence, haydi bakalım demişler, göster kendini, git de çivile! O da bir aslan gibi gitmiş, gasilhanenin kapısını zorlamış, menteşesinden sökmüş kapıyı açmış, girmiş içeri. Arkadaşları kapıda beklemişler. Ama ne kadar beklemişlerse adam çıkmamış. Bir saat orada durmuşlar, gelmemiş. Sonra besmele çekmişler, mum yakmışlar, içeri girmişler. Birde ne görmüşler! Arkadaşları bir tabutun kenarında yere düşmüş. Bir ölü de kefeni üzerinde, tabuttan çıkmış onun üzerinde. Arkadaşları baygınmış. Kaldırmak istemişler. Ölü öyle sıkı tutmuş kucaklamışmış ki genci zorla ayırmışlar. Arkadaşını kaldırmak isterlerken elbisesinin tabuta yapıştığını görmüşler. İyice bakınca, adam çiviyi tabuta çivileyeceğine kendi elbisesinin kenarına çivilediğini görmüşler. Sonra zavallı genç adam kafayı yemiş, dağlara kaçmış.

Meşdi kalkıp evi terk etti. Ona, “Ben korkuyorum,” dedim, “bu evde ölüyle tek başıma kalmaya korkuyorum.” Bana aldırış etmeden kapıyı çekip kahvehaneye gitti. Kalkıp geldim, sokak kapısının eşiğinde durdum. Evde yalnız kalmaya korkuyordum. Kakol Zeri kapının yanında sokakta oynuyordu. Cihan Sultan’ın odasına giremiyordum, ödüm patlıyordu. Kakol Zeri’ye sordum: “Cihan Sultan nasıl, gördün mü onu?” O da gözlerini Şam zencisi gibi gözlerime dikti, dedi ki: “Uyuyor ama gözleri açık! Seslen, seslen uyanmıyor.” Aman Allah’ım. Bir karış velet nelere bakıyor! Korkudan yüreğim ağzımda benim, bu velet gitmiş onun gözlerinin içine bakmış. Çarşıdaki adamlar, Ahmed Ağa ile onu kaldırmaya geldiler. Ben anlamıyorum, Ahmed Ağa niye hiç ağlamadı. Yüzü her zamanki gibi dümdüz, gözleri ise kupkuru. Tabutu görünce dizlerimin bağı çözüldü, sırtım ürperdi. Hepsi birlikte ahıra girdiler. Ahırın kapısı adamlarla doldu. Sanırsam sevabına bu kadar adam gelmiş. Kim bilir! Şeyh Mahmut diyor ki o, namazını hiç bırakmadı. Eğer sevap işlemişse cenazesi hafif olur. Ruhu gırtlağında hırlarken bir cimcik türbe suyu damlatan olmadı ağzına. Şayet sevap işlemişse neden kimse gelip de türbe suyu dökmedi gırtlağına. Adamların hepsinin ahıra girdiklerini görünce ben de peşlerine takıldım. Ahmed Ağa, dosdoğru başucuna gitti. Yüzü donuktu, ağlamadı. Sonra hızla geldi, ahırın bu ucunda kustu. İşkembeci Meşdi Hacı yüksek sesle ağlıyordu. Kel Bemun, çulun kıyısından tuttu. Meşdi Hacı ise ayak tarafından. Kaldırıp tabuta koydular. Sonra da yorganı üzerine örttüler. Yorgan da Gevher’in Hasırcılar Tepesi’nden aldığı yırtık pırtık bir şeydi. Züleyha’nın ciğeri gibi paramparçaydı. Ciğeri yanası Kakol Zeri de kavruk cin gibi oracıkta durmuş öööööyle bakıyordu ölüye. Sonra adamlar hep beraber tabutu kaldırdılar, altına girdiler. Tabut, saman gibi hafifti. Öyle hafifti ki az kalsın düşecekti. Sanki tabutun içi boştu. Mutlaka çok sevabı varmış. Adamlar sokağa çıktılar. Artık gürültü yoktu. Ev tenhaydı. Kakol Zeri de cenazenin peşinden koşmaya başladı. Mezarlığa… Ahmed Ağa onlarla gitmedi. Odasına geçti, kapıyı kapattı. Yumurcağın nasıl bir yüreği var! Öğlen vaktiydi ama hava gece gibiydi ve yağmur çiseliyordu. Yorganı ıslanacak, yağmur etine işleyecek. Seyit Hacı Ali Mezarlığı epeyi uzakta. Evde kimse yoktu. Ahmed Ağa yalnızdı odasında. Ben evde korkuyordum. Ben ve Ahmed Ağa’dan başka kimse evde yoktu. Meşdi de yoktu. Gevher de kayıp zaten. Cihan Sultan da öldü. Kakol Zeri cenazenin peşinde. Ben ve Ahmed Ağa evdeyiz. Sokak kapısını kilitledim, parmaklarımın ucuyla kapısına kadar gittim. İçeri girmek istedim. Ama korktum bağırır diye. Bir gün ne yapıyor diye odasına girdim, gördüm ki odanın bir köşesinde durmuş kendi kendine konuşuyor. Korkuyorum sonunda kafayı yiyecek. Öyle bakarken odasına farkında olmadan elim kapıya dokundu. Kapı gıcırdadı. Aniden yerinden fırlayarak bana bağırdı: “Neyiniz var sürekli beni gözetliyorsunuz? Ben ne yaptım ki hepinizin gözü benim üzerimde?”

Ona dedim ki, “Ben bir şey yapmadım. Şayet kirli çamaşırın varsa alayım, yıkayayım dedim.”

Kirli çamaşırlarını yıkamaya götürdüğümde pantolonun ağını koklarım, öperim, sonra da yasemin gibi yıkar getirir kendisine veririm. Bu defa, odasına uğradığımda evde kimse yoktu. Oturmuş bir şeyler yazıyordu. Girip selam verdim. Bağıracak diye korkuyordum. “Evde kimse yok, ödüm kopuyor,” dedim. Sonra başladım ağlamaya, yağmur gibi gözyaşı dökmeye.

Yerinden kalkarak yanıma geldi. Elimden tutarak “Neden ellerin soğuk?” dedi.

Ben de, “Çok korkuyorum,” diyor, durmadan gözyaşı döküyordum. Sonra bana acımış gibi, yüzüme baktı, bakışları yüzümde gezindi. Hep böyle baksın bana istedim. Sonra bana dedi ki: “Meşdi evde değil mi?”

“Hayır,” dedim.

İki elini koltuğuma sokarak kucakladı. Sıkı sıkı sarıldı bana. Memelerimi peş peşe sıktı durdu. Artık yüzünü görmüyordum. Yüzüm ve bütün vücudum tandır gibi yanıyordu. “Derdin canıma değsin! Seni çok seviyorum,” dedim. Bir şey söylemedi. Soluk soluğa kalmıştı. Nefesi ensemi yakıyordu. Sonra elini karnımda gezdirdi, okşadı. Şeyimi avuçladı. İçim bayıldı. Ağzım kurudu. Sonra elimden tutarak hemen odasının köşesine koyduğu yatağına attı. İçim dağıldı. İnanamıyordum. Çok uzun zamandır canım istiyordu. Ona, “Kurbanın olurum senin,” diyecektim. Ama dişlerim kilitlenmişti. Sesim çıkmıyordu. Suratı seğiriyordu. Sanki bir yerleri acıyor gibiydi. Yatağına atınca tekrar gözlerini gördüm. Canım çekti. Yüzüne baktım. Dilim tutulmuştu. Memelerim çok acıdı. Ama daha da acısın istiyordum. İçim durmadan dağılıp duruyordu içimde. Yerden beni kaldırmak isterken ağırlaşmıştım. Kımıldayamıyordum. Üzerime çıktı. Sanırım bayılmak üzereydim. Artık yüzünü pek göremiyordum. Yüzü gözlerimin önünde dönüp duruyordu. Ama gövdesi pek ağır değildi. Canım istiyordu ki odanın tavanı ikimizin de üzerine yıkılıversin. Sonra kulağıma dedi ki: “Kocan gelse ne yapar?” Sesi kuyunun dibinden geliyordu sanki. Cevap veremedim. Sonra güldü sanırım. Çünkü dişleri parladı. Sonra gömleğimi kaldırdı, memelerimi yedi. Süt emmek isteyen bir bebek gibiydi. O kadar yedi ki memelerimi, az kalsın canım çıkacaktı.

Sonra bana dedi ki: “Memelerin taş gibidir.”

Ama sanki başka biriyle konuşuyordu. Benimle değildi. Benimle o işi yapacağına inanamıyordum.

Sonra dedi ki: “Sanırım Meşdi seninle güreşmiyor!” Sonra da dedi ki: “Beni istediğini biliyordum.” Sanki kuyunun dibinden geliyordu sesi.

Ona dedim ki: “Biliyor musun? Ben hâlâ bakire bir kızım.”

Güldü. Dedi ki: “Ha! Biliyorum… dokuz kapılısın sen… ya Meşdi? Ne güne duruyor?”

Dedim ki: “Daha bir iş becerebildiği yok.”

Üzerimden kalkmak isterken sıkıca yapıştım ona. “Yalan, yalan,” dedim. İşte o zaman birden içim yandı ve kaynar yağ gibi dağıldım ve gözümün kenarından gözyaşım kulağıma aktı. Karnım kasıldı. Kendimi önleyemiyordum sanki. Sanki altıma kaçıracak gibi oldum. Onun altında ölmek istiyordum. Sanki ona, “Feda olayım sana… öleyim sana,” diyordum ama kendi sesimi duymuyordum. Sonra yüzünü gördüm. Ekşimişti. Ağlayacak gibiydi. Havuza atmışlar gibi sırılsıklam olmuştum. İşte o zaman gözlerimin görmediğini anladım.

Yatağa kan akmıştı. Ahmed Ağa, kızlığımı almıştı. Ona dedim ki: “Ben senin kenizinim, kölenim… Ben sana feda olayım.”

Bana, “Namazsızdıysan[1] madem, neden geldin yatağımı kana buladın?” dedi.

Ona dedim ki: “Ben bakire kızdım, sen yırttın beni.”

İnanmadı. “Yatağı kendin sökeceksin; yüzünü, yününü yıkayacaksın,” dedi.

“Başımın üstüne,” dedim.

Sonra koşarak kendi odama gittim ve bir ölü gibi düştüm yatağıma. Gördüm ki Cihan Sultan beyaz bir ata binmiş, Şeyh Mahmut da yularından tutmuş, salâvat getirerek Balık Havuzu’nun merdivenlerinden aşağı indiriyor. “Geri çekilin, kimse yaklaşmasın, kimse inmesin, burası kapatıldı” diyor. Şeyh Mahmut’un meleklerinki gibi kanatları vardı. Çok gençleşmiş, güzelleşmişti. Göğsü aha şu kadar genişti. Sakalı simsiyahtı. Yüzünden nur yağıyordu. Cihan Sultan da peri kızları gibi yavaş yavaş Balık Havuz’unun merdivenlerinden iniyordu. İki de zenci köle onun bohçalarını, mücevherlerini taşıyordu. O kadar güzelleşmişti ki, yeme de yanında yat. Balık Havuzu’nun dibindeki çakıllar da Tanrı’nın kudretiyle hepsi mücevherat olmuştu. Balıklar da altın…

“Bütün bu mal, bu varlığın hepsi, cennete giden Cihan Sultan’ındır,” dediler. Sanki rüya âleminde gelip karşımda durdu ve dedi ki “Can çekişirken ne kadar Belkıs, Belkıs diye bağırdıysam, gel bir damla su dök boğazıma, boğazım yanıyor dediysem gelmedin. Yerine bu gördüğün melek var ya, o kendisi geldi, cennetten getirdiği türbe suyundan içirdi, ‘İç, iç. Bu dünya da çok çektin sen,’ dedi. Şimdi de Tanrı’nın yanına gidiyorum. Ondan genç, Rüstem gibi güçlü bir koca isteyeceğim senin için. Bir bebe atsın senin karnına. İşi iş olsun. Durmadan parmak atan bu Meşdi gibi olmasın.”

Ona, “Ben az önce Ahmed Ağa’nın odasındaydım. Kızlığımı aldı. Karnıma şirin bir bebe attı. Ben artık koca istemiyorum. Ahmed Ağa benim kocam oldu,” dedim.

Bana dedi ki, “Ahmed Ağa böyle haltlar işlemez. Gevher’i bırakıp senin koynuna girmez.”

Kapı menteşesinden koptu sanki. Ahmed Ağa’nın sesiyle uyandım. Odama gelmiş soruyordu: “Kalk bak bakalım Kakol Zeri nerede?”

“Mezarlıktan dönmedi daha,” dedim.

“Ben de camiye, Şeyh Mahmut’a uğrayacağım. Belki de dönmüştür,” dedi.

Ben de dedim ki, “Evde yalnız kalmaktan korkuyorum.”

“Neden korkuyorsun? Çocuğun olsaydı benim boyumda olurdu!” dedi.

“Cihan Sultan’dan korkuyorum. Rüyamda gördüm onu. Cennete gitmiş,” dedim.

Beni hiç tanımıyor gibiydi. Sanki benimle o işi yapmamıştı. “Cihan Sultan patladı,” dedi ve sokak kapısını çarparak çekip gitti. Sinirli değildi. Her zamanki gibiydi. Hatırlıyorum, yüzü kırıştığında bir yeri acıyor gibiydi, ağlayacak gibi. Şeyh Mahmut kaybolmuş, diyor. Sanırsam Gevher’le işi pişirmiş, birlikte camiye gitmişler. Gevher’i bir an bile düşünmeden edemiyor. Aklı sürekli onda. Şeyh Mahmut’un zavallı karısının bir parmağı bin tane Gevher’e değer. İçeri girdi, bana hiç aldırmadı. Önce doooğru ahıra gitti, Cihan Sultan’ın yerine baktı. Koca çocuk hâlâ baldırı çıplak dolaşıyor. Kocaman da çükü var. Koca adamlarınki gibi… Geldi, ahıra baktı. Ne kadar cesaretli! Sonra da havuz kenarına gitti.

Ona, “İçeri gir, ıslanırsın, şimdiye kadar neredeydin?” dedim. Hiçbir şey söylemedi. Her zamanki gibi balıklarla oynuyordu. Yağmur çiseliyordu.

“Gir içeri, ıslanacaksın,” dedim. Aldırmadı. Sonra Mirza Esedullah geldi.

“Allah rahmet eylesin! Rahatladı. Ellerine sağlık, kalk bu ahırı bir süpür,” dedi. Ben de gidip süpürdüm. Mirza Esedullah da avludaydı. Ahmed Ağa’ya feda olayım inşallah! Ne kadar da güzeldi.


[1] Ay hali demek.